Enver Aysever 'Buruk Günce'sini anlattı: Darbe yıllarında 50'nci yaşa giriş tutanakları

Enver Aysever 50 yaşına beş kala Türkiye'yi ve kendisini kayıt altına almaya başladı; bunda 15 Temmuz'un ortaya çıkarttığı tuhaflıkların 'tetikleyici olduğunu' söylüyor. 'Elli yaşa buruk günce 47' çıktı, 48 de yolda... Aysever'le günceler üzerinden hayat, edebiyat, yazarlık, siyasetçilik gibi başlıkları konuştuk...

Gamze Erbil

Gazeteci-yazar Enver Aysever'in "Elli yaşa buruk günce 47" adlı kitabı A7 Kitap etiketiyle yayınlandı... Aysever'in Türkiye'yi ve kendisini kayıt altına almayı denediği güncelerin yenisine dair, Aysever'le konuştuk... Hayata, edebiyata, yazarlığa, siyasete dair bir sohbet... 

“Elli yaşa buruk günce – 47”… Ondan önce de “50 yaşa buruk günce – 46” yazmışsın… 50'ye kadar devam edecek öyle anlıyorum. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Neden 46'da başladın, tarihlerin seçiminde özel bir neden var mı?

Datça'daydım, 45 yaşını bitirmiştim, 15 Temmuz olmuştu ve -15 Temmuz'da İstanbul'daydım, 16-17 Temmuz'da Datça'ya gitmeyi planlıyordum, gittim. Datça'da şöyle bir ilginç hikaye olmuştu. “İstanbul'da gerilimli bir ortam var, zaten Datça'ya gidiyoruz, orada daha sakin bir tablo olur” diye düşünmüştük. Fakat "FETÖ"cü darbecilerin izini tam da orada sürmeye başladılar; yani gittiğimiz yer daha karışıktı, hatırlarsınız o dönemi.

Böyle bir tablo varken, AKP'li yıllarda hayatın olağan akışının olağan olmadığını ya da yeni bir olağan akışla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini kayıt altına almayı istedim. Bunu edebi yapıtlarda zaten dile getiriyorum, gazetecilik yapıyorum, köşe yazıları yazıyorum, romanlarımda bunu yazıyorum. Ama bir de Türkiye'de pek olmayan bir tür olan Günce türünün önemli olacağını düşündüm.

Bir taraftan da, 50 yaşa doğru giderken beş yılı, yani 46, 47, 48, 49, 50'nci yaşımı yazarım ve bu defteri kapatırım, dedim. Ömrümün sonuna kadar sanki ölüme doğru merdiven çıkacak gibi yazacak halim yok, ama 50 yaş önemli bir şey insan hayatında.

Sonuç itibariyle bu Günce'yi yazmaya niyetlendim, fakat yazarken ilginç bir tür çıktı ortaya. Bu arada, Birgün'de yazdığım Pazar Yazıları da beni motive etti. Dolayısıyla Günce'ye giderken o yazılar da bir gerekçe halini aldı. Ama kitaplardakiler -gazete yazılarının bir kısmı bulunmakla birlikte- özgün çalışmalar. Ve ilginç bir tür, deneme ve günce karışımı bir tür oluştu. Buna ne demek gerekir bilmiyorum. Çünkü türün içinde hem denemecinin tüm olanaklarını kullanıyorum; -yani günlük okumalarım, yazmalarım, düşünsel değişimlerim, hareketlerimin tamamını metinlerin içine koyuyorum- hem de tanışıklıklar, rastlantılar, duygu dalgalanmaları, siyasal gündem... bunlardan söz ediyorum.

Burada disiplin şu, -dünyadaki türlerden farklı dediğim- tam 365 günü yazıyorum, her gün var burada. Şöyle bir tablo olacak; 46 yaşımın denk geldiği tarihten bu yana 16 ya da 17 Temmuz'dur başlangıcı bunun; 2016 yılı. 50 yaşımın denk geldiği tarihe kadar 365 çarpı 5 olacak.

Sonuçta seni asıl motive eden 15 Temmuz oldu diyebilir miyiz?...

Bunun sistematik olma kararını o absürd durumda aldım. Ben, benim kuşağım bir darbenin içine doğduk, ben 9 yaşındaydım darbe olduğunda. Dolayısıyla 12 Eylül'ün her şeyini bizim kuşak yaşadı. Biraz büyüdük, Türkiye'deki bütün siyasal sorunlara doğrudan muhatap olduk. Biz gerçekten bir darbenin düşünce ortamını, kültür ortamını, günlük yaşamı nasıl etkilediğini gördük. Dahası neoliberal siyaseti gördük ve bunun içerisinde direnen aydınları gördük, o çatışmaları… hepsini gördük.

Ama 15 Temmuz bunların hiçbirisine benzemeyen acayip birşeydi, hâlâ soru işaretleriyle dolu. Hiç unutmuyorum o gün akşam saatlerinde evdeyim, alışveriş yapıp eve geldim, kızım evde, bir taraftan “darbe oluyor” açıklamaları yapılıyor, TRT'de bir takım açıklamalar yapılıyor. Kızıma baktım, “ne oluyor, ne bitiyor” tabloya bakıyor. Ben de kavrayamıyorum, çünkü ne türden bir kalkışma olduğu belli değil. Kalkışma sadece İstanbul ve Ankara özelinde oluyor ki, bu ayrı bir soru işareti. Hiç saat 6'da, 7'de köprü durdurularak bir şey yok. Bunların hepsi bugün de aslen tartışılmaya muhtaç...

Ben mesleğim gereği bir dizi tanıklıklar yaşıyorum. Oradaki iki taraf yani Fethullahçılar ile AKP'cilerin geçmişteki koalisyon ortaklığını biliyorum. CNN Haber Merkezi'nde çalıştım, SKY'da çalıştım, Birgün'de çalıştım, günlük hayatta gördüm. Ne haltlar ettiklerini, nasıl ortak olduklarını biliyorum. Ergenekon, Balyoz davalarını biliyorum.

Ama kitabı siyasal bir temel üzerine kurmadım. Sadece bu tabloda, 50 yaşına giden bir adam; yazar, çizer, düşünen vs. bir adam olarak ne yapar, nasıl tutum takınır, ne hisseder?… Bir de hayat akıyor, yiyoruz, içiyoruz, geziyoruz, rakı içiyoruz... Şunu gördüm ki, dünyanın başka ülkesinde belki yüz yılda yaşanan şeyler bizde bayağı bir haftada oldu, oluyor, olmaya da devam ediyor. Ağırlıklı olarak bu dürtüyle, düşün ve kültür izleklerini takip ettirdiğim bir metin oldu. İki kitap bitti, üçüncü kitap çıkacak. Bunu beşe tamamlayacağım.

Bu türün “özgünlüğü”yle ilgili bir şeyler söyledin aslında. Yani deneme ve günce, bunların imkanlarından yararlanmak gibi... Ben yine de bu konuyu kurcalamak istiyorum; özgün değil, “öznel” bir tür sanki bu. Kabaca şu, 50 yaşa yaklaşan bir insanı izliyoruz, bir kronolojik akışta. Arka planda olanlar, edebiyatla, yaşamla ilişkisi var ama bunlar belli bir süreklilik sağlamıyor, kimi başlıklar beklenti oluşturduğu halde.

Kurmaca yazdığımız zaman; ya da bir edebi eser, yani roman ya da şiir ya da deneme gibi; bir izlek üzerinden yazdığımız zaman başka bir hesap-kitap yaparız. Halbuki bu kitapta, hesap-kitap değil olağan akış içerisinde/derinliğinde bir değerlendirme yapmaya çalıştım.

Senin eleştirinde kabul etmediğim taraf şu, bu aslında savrulma gibi duran taraf bence bu tür'ün çekiciliğini de doğuruyor. Hayat da öyle değil midir? Yani bir gün örneğin çocuğumuzun yaş gününü kutlayıp sevinç yaşarken birkaç gün sonra bir yakınımızın ölümüyle sarsılabileceğimiz gibi, bir taraftan günlük hayatta örneğin kendimize olanak bulup bir Melih Cevdet şiiri okuma mutluluğu yaşarken ertesi gün çok basit bir güncel sorunla karşı karşıya kaldığımızda, örneğin ağır bir grip geçirdiğimizdeki ruh halimiz gibi.

Mesela dünyada yazar güncelerine baktığımızda en güzellerinden biridir Salah Birsel'in Yaşlılık Günlüğü; orada Salah Birsel, -ki Melih Cevdet'te de vardır; onunki kısacık bir günlüktür- kullandıkları ilaçları bile yazar. İşte depresyona girdikleri zaman aldıkları ilaçları, romatizma meselesini, diz ağrılarını falan yazarlar. Ben de bunları gizlemeden yazmak istedim.

Yalnız şunu söylemem gerekiyor. Bence bu edebiyatçıya dair temel bir sorun. Edebiyatçı yapıtlarının tamamında öznel bile olsa hakikati tamamen ortaya koyar mı? Bence koymaz. Bunun bir örneğini anlatacağım. Aziz Nesin'in “okuma notları” diye 800 sayfalık devasa bir kitabı vardır. Sunulurken “Aziz Nesin bu notları kendisi için tutmuştur” denir. Bana sorarsanız, Aziz Nesin o kadar zeki bir adam ki, günün birinde bunun da yayımlanacağını bildiği için, öldükten sonra kime hangi sözü söyleyeceğini orada belirlemiştir.

Eh ben de bunu yapıyorum, söylemediklerim var. Kötü olanları, yani kişisel duygulardan dolayı kötü olanları kayıt düşmedim. Ama iyi olanları kayıt düştüm. Burada “Ben kendiyle en barışık olan ve hayattaki bütün dürüstlüğüyle, bütün hayatımı insanların önüne seren bir tavırdayım” gibi bir iddiam yok. Ama şu var, “Yazdıklarımın içerisinde hiçbir yalan yok, yazdıklarımın hepsi benim gerçeğim.”

Bunun dışında kalan, -her insanda olduğu gibi- sisli bir gerçek mutlaka vardır. Ama bu da doğal artık. Yazar göstermek istediği kadarını gösterir. Şu soru gelebilir, mesela ben okurken -biyografilerde, günce ya da mektup mektup falan okurken- o soruyu kendime sorarım: İnsan rahatlıkla hayatı, meseleleri çarpıtıp görünmek istediği şekle dönüştüremez mi? Ama burada bir yerden sonrası mümkün değildir.

Örneğin, toplumsal sorumluluk aldığımız meselelerde, bizim gibi kamuoyu önünde olan insanların ne söylediği, ne söylemediği zaten ortadadır. Özel olarak böyle bir çarpıtma yapmadım ama sonuç itibariyle geniş anlamda bir fikir verebilecek bir tabloyu ortaya koydum.

Uzlaşmazlıkları ya da kötülükleri kaydetmediğini söylüyorsun, kitabın bu anlamda bir mesajı ya da bir telkini var mı? İyi olmak, olumlu bakmak vs..?

Hayır öyle bir iddia yok, ama şu var: Ben AKP'li yıllarda “Boyun Eğmeyenler”in tarafındaydım. Bunu kağıda geçirirken kendimi temize çekmek, ileride iyi anılmak için değil; benim gözlemlerim çerçevesinde kim ne demiş, ne olmuş, ne bitmiş bunu da paylaşmak için koydum. Yoksa insanın kendi hayatından söz açarken kendisine verdiği karne kimseyi ilgilendirmez. Yine toplumsal konumunu başka ölçüler koyar. Ama siz bu Günce'yi yazarken başkalarına da karne vermiş oluyorsunuz.

Eleştirdiğim insanlar var; dolayısıyla burada bir gizlenme yok.

Peki özel olan ve zayıflık ifade eden konular, hani alkol meselesinden panik atak gibi başlıklara kadar... Bunlar senin için “Enver Aysever böyle” rahatlığıyla açabildiğin şeyler mi?

Benim panik atam meselem, çarpıntım 18-19 yaşında bir sarılık geçirdikten sonra olmuştu sonra kontrol altına aldım. Psikiyatri bir bilim, bunun psikosomatik nedenlerini buldum. Reflü ameliyatıyla birlikte çok azaldı. Dolayısıyla bunu insanlarla paylaşmakta bir sakınca yok.

Yıllar sonra toplumsal gerilim arttığında, özellikle yaz aylarında atak beni yoklamaya başladığında, bunun toplumsal meselelerle ilgili olduğunu gördüm.

Alkolle ilgili yazdığımda da ben hiçbir zaman alkolü çok abartmış birisi olmadım; alkolik olmadım. Ama demek ki, o toplumsal sıkıntıda, o dönemde -diyelim haftada bir içki içen birisi olarak- o gerilim, o sıkıntı insanı ruhsal olarak çökertiyor.

Bundan rahatsızlık duymuşum, bunları not ettim. Bunları gizlemek istemedim.

Çünkü ben yazı yazan insanların; yazarların, edebiyatçıların -yarın eğer yapıtları kalabilirse; bunu bilemiyoruz- bu yönlerinin, yani yazma süreçlerinin de değerli bir tanıklık olduğunu düşünüyorum. Bunu da paylaştım. İnsan bunları ortaya koyarken, “Ya ben ne kadar şeffafım” gibi bir iddia ortaya koyuyorsa gülünç olur. Ama bunları paylaşırken bir rahatsızlık duymuyor ve bunun yararı olacağını düşünüyorsa bu da çok yabana atılmaz.

Bir insanın zayıflıkları her zaman olur. Zayıflıklarımızla da başa çıkabilmek gerekir. Korkularımız olur, endişelerimiz olur, ruhsal sıkıntılarımız olur… bazen hayatta umut kırıklıkları olur, parasızlıklarımız olur, düş kırıklıklarımız olur. Bunları paylaşmak bence yazarlığa dahil.

Siyasetçi açısından, bu sorunlu bir şey olarak algılanabilir o ayrı.

O zaman şu soruya geliyoruz… Kimlik tarifi “sorunu” dediğim mesele. Yazar, tiyatrocu, aydın, düşün insanı, siyasetçi...? Siyasetçi konusunda edindiğim izlenim; orayla ilgili defteri kapatıyorsun. Ama tam da bitmiyor sanki…

Onu şöyle değerlendirmek lazım, hayatımda pişmanlık duyduğum bir iki iş oldu. Pişmanlık dediğim de öyle büyük/radikal pişmanlık değil, çünkü görevimi iyi yaptım. Ama, Cumhuriyet Halk Partisi Parti Meclisi daveti alıp gittiğimde başka bir umudum vardı. Türkiye'de Sosyal Demokrat Halkçı Parti'nin, SHP'nin oluşturduğu sosyalistlere kapısı açık bir zeminin, toplumsal muhalefeti örgütleyebileceğini düşünüyordum.

Kendim sosyalistim, sonuç itibariyle sistemi eleştiren partilere yakınım ama “düzen içerisinde bir çözüm aranabilir mi” duygusuyla gitmiştim. Orada görevimi yaptım, söylemimi yerine getirdim. Ama bir, kişiliğim uygun değil siyasetin düzen içinde yapılmasına. Çünkü orada doğası gereği başka bazı ilişkiler. Belki biraz daha topluma hoş görünmek için olduğundan farklı davranabileceğin ya da tahammül gücünün yüksek olması gereken durumlar var.

Bunları yapabilecek birisi değilim demek ki ben, yapamadım.

CHP'de Parti Meclisi üyeliği yaparken ne Atatürk'ün partisine ihanet eden bir tavırda oldum ne de toplumsal sorumluluğuna. Ama dışarıda daha faydalı olduğumu gördüm, o yapıların dışında.

Daha sonra, toplumsal teşhis ve tedavilerde çizgisiyle hemen hemen yüzde yüz mutabakat sağladığım Türkiye Komünist Partisi'nin parti dostu olarak -ve orada düzen içinden bir ses vermediğimiz için- kendimi daha iyi hissettim. Ama TKP'de de siyaset yapan birisi değilim. Aday değilim, parti yöneticisi değilim.

Ama bence Türkiye'de siyasetin içerisinde aktif olabilmek için zaten aday olmak, parti yöneticisi olmak gerekmiyor. İster Aziz Nesin örneğine bak, ister Server Tanilli; ister İlhan Selçuk örneğine bak… İster Orhan Kemal örneğine bak. Kime bakarsan bak. Türkiye'de aydınlanma kavgası veren her edebiyatçı, her sanatçı, eğer toplumsal duyarlılığı varsa -ki olmayanını ben anlamıyorum- zaten siyasetin doğrudan göbeğinde oluyor, bu yüzden de siyasi saldırıya hedef oluyor.

Başka bir şey daha var. Ben sabah uyanıp şöyle bir karar almıyorum: Biraz tiyatrocu olayım, biraz ondan. Öyle değil. Ben ilk gençlik yıllarımı tiyatroya çok meraklı ama aslında edebiyata yakınlık duyan bir insan olarak geçirdim. Ve amatör tiyatrodan yarı profesyonelliğe geçtim. Yetenekli bir oyuncu olmadığım için yazar-yönetmenlik yaptım. Bu sırada zaten yazmaya devam ediyordum; kitaplarım da yayımlanmaya başladı. Edebiyatçı, romancı, denemeci … yani yazar kimliğimle tiyatroculuğum zaten paralel gidiyordu.

Ancak Türkiye gibi ülkelerde -hepimizin başına geldiği gibi, bilişim olanaklarının da gelişmesiyle- bir ayağımız hep gazeteciliğe uzanır, çünkü para kazanmamız gerekir. Bugün Türkiye'de baktığın zaman Yaşar Kemal'inden Oktay Akbal'ına, Melih Cevdet'ine kadar bütün edebiyatçıların ya televizyona ya da gazeteye yolu düşmüştür. Bu disiplinler arası geçişkenlik -hatta akademiyi de buna katabiliriz- doğaldır. Hatta absürd olan Cemal Süreya'nın yaptığı gibi işler aslında. Müfettişlik yapıp da edebiyatçılık yapmak zordur, bizimkiler daha içiçe işler.

Ben sinema sektöründe çok kısa bir süre çalıştım ilk gençliğimde, ama televizyonda tüm ömrüm boyunca çalıştım. Basılı gazetelerde tüm ömrüm boyunca çalıştım. Tiyatrolarda tüm ömrüm boyunca, hep çalıştım, bugün dahil olmak üzere, biliyorsun zaten.

Dolayısıyla bunlar hepsi ortak kimlik oldu. Hiçbir zaman başarılı bir akademik hayatım olmadı ama mesleki deneyimlerimden dolayı üniversitede derse de gittim yani bunlar bizde hep çekmeceler. Mesela radyoculuk... hepsini yaptım.

Siyaset başka bir şey. Çünkü Türkiye'de siyaset profesyonel bir iş halinde. Profesyonelliğinden ne beklendiğini çok kavramış değilim. Vekil olmak, belediye meclis üyesi olmak, belediye başkanı olmak, partili olmak… Bu noktalarda oturmak insana bir kariyer sağlıyorsa bunun bir manası yok ki. Oralarda toplumsal bir görev yapmaya çalışırız. Şöyle olabilir, gazeteciyizdir, gideriz Belediye Başkanı oluruz, topluma beş sene hizmet ederiz, sonra dönüp işimize devam ederiz mesela. Bizde öyle değil. Bizde siyasete başlayan ömrünün sonuna kadar kalmak istiyor, çünkü başka bir şey bilmiyor.

Dolayısıyla ben TKP'yle kurduğum ilişkide “Parti Dostu” statüsünde, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, sosyalizme inanan insan olarak siyasetin göbeğindeyim ama bu biçimde göbeğindeyim. TKP'nin kadroları var, insanları var, benim konumumda olanları da var, insanlarla yoldaşlık halindeyiz. Son derece küçük bir ekibiz ama tezlerimizin tamamı doğru.

Siyasetçilik bahsinde şunu söylemek istiyordum, sen de bahsettin, “profesyonel olarak siyasetçi olma” meselesi sıkıntılı. TKP'de zaruri durumlarda, maddi ihtiyacını sağlamaya dayanan bir profesyonellik anlayışı olsa da, burjuva partilerindeki gibi bir profesyonel siyasetçilik anlayışı yok; öyle bir olanak da yok zaten. İnsanlar “ben de siyaset yapayım”dan ziyade, “bir şeyleri değiştirelim” motivasyonuyla hareket ediyor. Elbette vicdani sorumlulukları nedeniyle ya da kimi zaman daha onurlu bir yaşam sürmek için parti üyesi olanlar da oluyor. Dolayısıyla TKP'de “siyaset yapma” söz konusu olduğunda çok keskin bir ayrım var.

Şunu da söyleyeyim. Ben Cumhuriyet Halk Partisi'nde benim gibi hisseden, düşünen sosyalist olmasa bile çok insan tanıdım. Dolayısıyla bu insanların hiçbir kaygısı olmadan, cebindeki parayla ilçesinin parasını ödediğini gördüm. Ayda bin lira kazanıp 250 lirasıyla bir dükkan tutup ilçe merkezi kuran, mezrada insanlar tanıdım. Bunlar profesyonel siyasetçi değil. Onların da duygusu, altıok, cumhuriyet, Atatürk… O da öyle bakıyor meseleye.

Ya da bir başka yerde, mesela bir öğretmen emekli oluyor. Hem partili, hem Çağdaş Yaşam'da çalışıyor… Hiçbir beklentisi yok, para pul beklentisi yok. Çocuklara destek oluyor. Bunları yapan çok insan var. Ama düzenin içerisinde yöneticilik, üst düzey yöneticilik, kariyer meraklısı olduğu zaman iş değişiyor. Yoksa sıradan parti üyeleri sırtında taşıyorlar partilerini. Hatta ben yakın zamanda çok duygulandım. Benim babam da dahil olmak üzere son seçimlerde çuvalların üzerinde uyudu insanlar günlerce. Baktığın zaman ne elde ettiler, hiç biri bir yerde ne üye, ne seçilmiş yönetici, hiçbir şey değil.

Onlar da inandıkları bir şey için bunu yapıyor...

Dolayısıyla orada ortaklığımız var bu büyük kalabalıkla. İdeolojik durumlarımız değişebilir, ya da yarın yaklaşabiliriz.

Türkiye oraya getiriyor. Bence Türkiye'deki vicdan artık sosyalizm, komünizmdir. Herkes onun iyi bir şey olduğunu görüyor.

Sistemde halen başka partilerin içinde olabilir insanlar ama doğrunun öteki olduğunu biliyor. Bu başka bir şey. Bu insanlara profesyonel siyasetçi diyemeyiz, o yüzden onları seviyoruz.

İkinci kitapta ilkine göre daha “bitik” bir dünya hissi var. İlk bölümün denk düştüğü Türkiye tablosu -benim hatırlayabildiğim kadarıyla- daha kötü ve zorlu bir dönem olmasına karşın sende 47'de bir “bitiş” daha belirgin geldi bana, öznel de olabilir. Bir de bu “bitik” hallere rağmen üretkenliği sürdürüyorsun, hatta acaba daha mı üretken oluyorsun? Ya da böyle dönemlerde üretken olmaya mı zorlanıyor insan, nasıl bir ilişki var burada? Son olarak bu “kötü dönem” bitti mi, 48'de farklı bir şey görecek miyiz?

Şimdi bir kere bu “kötü dönem” değerlendirmen öznel bir değerlendime ama haklı olabilir çünkü ben de düşündüğümde bu dalgalanmayı ruhumda ve Türkiye'de yaşayan herkeste görüyorum. Daha karamsar olmuş olabilirim. Benim şöyle bir ilginç tarafım var, ben çok karamsar olduğumda da mücadeleyi bırakmayan, sorumluluk duygusunu yitirmeyen birisiyim. Ödevlerine sahip çıkan birisiyim. Dolayısıyla üretkenliği de bir ödev olarak görüyorum.

İyi ama bunun nedeni ne?

Bu bir ahlak meselesi. Çocukluğumdan beri, ben şu yükümlülükleri duyarım. Önce çekirdek olarak kendi aileme karşı sorumluluklarım, bir çocuk büyütüyorum. Sonra yakın çevreme, içine partiyi de koyabileceğimiz, ya da eş – dost da koyabileceğimiz ya da kentimizi de koyabileceğimiz çevreye. Sonra yurdumuzdaki insanlığa. Sonra büyük insanlık ailesine sorumluluk duyuyorum.

Yaşamı anlamlı kılmak için. Bizim ahiretten bir beklentimiz olmadığı için, yaşadığımız dünyayı güzelleştirmek için bu sorumluluğu önemsiyorum.

Ama bunun yanı sıra şöyle de birisi değilim; her şeyi iyilik-güzellik için yapan, tanrısal yetenekleri olan bir erdem anıtı falan değilim. Dolayısıyla kişisel beklentilerim de oluyor ve bunlar beni etkiliyor. Örneğin bir roman yazdığın zaman şan-şöhret-para beklemeyebilirsin; -bunu da bekleyebilirsin o ayrı da- bunun dışında da okunup anlaşılmak isteyebilir mesela insan. Ya da bir gösteri yaptığın zaman “Aykırı Kumpanya” gibi -ki uzun yıllardır sürüyor- orada insanların gelmesi mutlu eder. İmza günlerinde birilerinin gelip “seni seviyoruz” demesi mutlu eder.

İnsani olarak bunlar önemlidir. Ama bunlara yenik düşmemek, alkışa esir olmadan düşünceni inceltebilmek önemli. Ben kendimle ilgili tarifi şöyle yapabilirim. Bence önemli, herkes için önemli. Genç arkadaşlarıma da söylüyorum. Ben çok büyük şöhretin olduğu yerlerde bulundum. Kendim de belli oranlarda şöhretle tanıştım. CNN'de “Aykırı Sorular” zamanında, Türkiye'deki bütün ödülleri alan, aklı başında herkesin izlediği, Türkiye'de herkesin konuk olduğu bayağı şaşalı bir “iktidar durumuna” tanık oldum. Ekran-beyaz cam iktidarını yitirdiği an depresyona giren, hastalanan oyuncular, gazeteciler çok gördüm. Benim bunu yitirdiğimde yaşadığım farklıydı. Üzüldüğüm olmuştur, mesleğimi kaybettiğim için, parasal sıkıntılar da yaşadım çünkü. Ama beni diri tutan şu oldu; ben kendi karnemi hiç ekran üzerinden vermedim.

Ben kendi karnemi edebiyatçılığım üzerinden verdim. Ben Türkiye beni alkışladığında değil; örneğin bir Erendiz Atasü beni aradığında ya da bir Füsun Akatlı yazdığında ya da Leyla Erbil bana söylediğinde -ki söyledi bu insanlar- ya da Tahsin Yücel, Ahmet Oktay “Enver şahane bir şey yazmışsın” dediğinde çok daha mutlu oldum. Çünkü ben onlarla büyüdüm. Oktay Akbal benim hakkımda köşesinde bir şey yazdığında çok daha fazla mutlu olurum. Ali Sirmen benim oyunumu yazdığında. Bunlar çünkü benim aydınlanma sürecim oluşurken benden bir kuşak önce, iki kuşak önce olan insanlar. Altan Öymen en son “Tepeden Tırnağa İsyan: Nâzım Hikmet”i okuyup beni aradığında “Yahu Enver, bu kadar yıldır Nâzım Hikmet okurum, bu kadar lezzetlisini duymadım” dediğinde çok daha mutlu oldum.

Şimdi ne Altan Öymen alkışladı diye ekonomik durumun değişir, ne Türkiye'deki kariyerin değişir, ne şöhretin değişir. Ama insan sevdiği insanların, değer verdiği insanların övgüsüne sevinir. Ha sadece böyle saygın isimler olması da gerekmez. Örneğin bir yoldaşımın bana dönüp “Ya Enver, bu tür özgün bir tür, eleştirilerim de var ama ben lezzet duydum” demesi de beni onore ediyor. Çünkü hayatta bu da yoksa, hiçbir şey yok.

Bundan daha da öteye geçiyorum. Hilmi Yavuz; ilk gençliğimde ben onun şiirlerini çok severek okurdum. O zaman Hilmi Hoca bu kadar tasavvufi bir yerde de değildi. Çünkü bence Türkiye'nin en önemli şairlerinden biridir ve çok önemli bir aydınlanmacıydı. Sonra ne oldu bilmiyorum, çok da kavga ettik, görüşürüz hâlâ, yazarım da. Ben onun şiir kitaplarını okuduktan sonra, on altı yaşında onunla röportaj yapmak istemiştim.

Kimseye de röportaj vermezmiş meğer, bana verdi. “Niye bana verdiniz” dedim. “Yahu, 16 yaşında bir adam niye Hilmi Yavuz okusun. Bu benim ilgimi çekti” dedi. “Peki” dedim, “şairleri kim okur”? “Valla”, dedi, “kimse okumazsa, karısı kızı okur. Onlar da beğenirse yeter” dedi.

Bu abartılı gibi duran tarifi şöyle değerlendirebiliriz. Bir dost sofrası olduğunda senin bir makaleni okuyan bir kimsenin olması seni mutlu eder.

Onur Behramoğlu OdaTV'de bir yazı yazdı, Günce'yle ilgili olarak. Telefon etti, dedi ki “Senin kitabınla ilgili bir şey yazacağım ama en önemli mesele şu, seni okurken 'ben de böyle bir şey tutmalıyım' diye düşündüm” dedi. Şimdi bence bu çok önemli bir şey, itici bir güç. Yani Gamze de okuduğu zaman “yahu keşke ben de böyle yapaydım” derse, bu önemli.

Bunun yüz binlerle milyonlarla ilgisi yok ki, üç kişinin aklına düşse önemli. Ahmet Oktay'ın “Gizli Çekmece”sinde, -önemli bir hatırattır- der ki, “Bir insanın yaşadığı yaşamı yaşanılır olarak -tekerleme gibi geliyor ama- yaşanılır sayması için, kayıt altına alması çok önemlidir” der. O yüzden ben de sürdüğüm hayatı kayıt altına alıyorum.

Nâzım'la ilgili sıkışmalar... ve üretim krizlerini de not ediyorsun, bunlar da yazarın yazma süreçlerine dair kayıtlar yine...

Yazarlıkla ilgili bazen çok şey yazarsın bir şey ifade etmez, bazen bir tümce ifade eder. Şimdi 48'de onu yazıyorum. Ferhan Abi'yle -2007'de sanıyorum- SKY Türk'te bir program yapmışız. Ben Ferhan Abi'nin çok hayranıydım, yıllar sonra tanıştım kendisiyle. Ferhan Abi programda yazarlıkla ilgili Haldun Taner'le bir anısını anlatıyor.

Haldun Taner, Ferhan Abi'ye diyor ki, “Ben sabah 6'da kalkarım. Balkona daktiloyu atarım ve günde 20 sayfa yazarım” diyor. 20 sayfa. Ferhan Abi de diyor ki, “Yahu usta, aklına bir şey gelmezse ne yapıyorsun?”… “Pencereden bakıyorum, çocukların gidişini, kimin ekmek alıp geldiğini, kimin alışverişe çıktığını yazıyorum” diyor. “Bunları yazarsın” diyor, “günün birinde oradan bir paragraf işine yarar” diyor. “Çünkü yazarlık diğer bütün meslekler gibi bir işçiliktir, kalkarsın ve yazarsın” diyor. “İlham gelmeyi beklemezsin.”

Şimdi yazarlık okulları falan var, çok fazla bir şey söylemeye gerek yok, şu kadar bir anekdot yeter: Yazarlık yazma eylemiyle ilgilidir. Şimdi ben bunu da kayıt altına alıyorum. Çünkü neden, bana neyi hatırlattı?.

Ben Attila İlhan'ın şiirlerini oyunlaştırdığımda Attila Abi'yle bir gün oturduğumuzda bana demişti ki, “Enver, her gün bir dosya kağıdı -şimdi A4 deniyor- doldur. Hiçbir şey olmuyorsa pencereden dışarı bak, aklına geleni yaz” demişti.

Aynı şeyi söylüyor…

Demek ki, yazarlıkta bu bir kural. Yazma becerisini yitirmemek için. Tıpkı bir piyanist her gün 8 saat parmaklarını nasıl çalıştırıyorsa yazar da yazan varlıktır, yazan kişidir. Mesela bunun şimdi kayıt altına almak güzel değil mi, bence güzel.

Bu “işçilik” meselesi başka pencereler açıyor aslında. Peki biraz yine ruh haliyle ilgili bir mesele var. “Hep bir sonraki hamleye hazırlanmak o kadar kolay değil”… Bu senin cümlen. Biraz açalım. Geçim derdi, biten işten kurtulma telaşı… Bunlarla üretimi barıştırmak, barışık olmak nasıl mümkün oluyor?

Valla ben orta sınıf bir ailenin çocuğuyum. Orta sınıf aileler Türkiye'de hayatta kalma becerisini geliştirmek zorunda olan ailelerdir. Bizdeki orta sınıf sanki Batı'daki orta sınıf gibi algılanır. Halbuki Batı'daki orta sınıfın koşulları ayakta kalmaya yeter. Türkiye'deki orta sınıfsa ayakta kalmaya yetecek koşullara çoğu zaman sahip değildir. Fazla efor sarf etmesi gerekir. Çünkü geliriyle pek çok ihtiyacını karşılayamaz. Asgari koşulları karşılayabilir.

Dolayısıyla ben oradan edindiğim beceri ve meraklarımdan dolayı daha hayatın ilk adımlarında kitap okuyan, işte şiirle uğraşan, tiyatro yapan biriydim. Böyle bir meslek sahibi olabileceğim umudum pek yoktu, üniversiteyi de kazanamadığım için. Bir de babamın büyük ekonomik sıkıntıya girmesi ailenin iktisadi olarak varlığını bir gecede kaybetmesi çok genç yaşta sorumluluk duygumu da artırdı.

Bir taraftan yapacaklarımdan vazgeçmek istemiyorum; tiyatro, edebiyat falan. Bir taraftan bunlar para kazandırmıyor. Dolayısıyla ben aynı anda hem hayatta kalmak için çalışmak, hem entelektüel varlığımı sürdürebilmek için okumak-yazmak hem de yaratmak işlerini hep birlikte yapmak zorunda kaldım. Ve birden fazla işi, hem para kazanmak için, hem de yaratmak için yaptım.

Dolayısıyla bu mecburiyet bana bir deneyim kazandırmış. Bir şeyi hep vaktinde bitirip yenisine başlamanın önemli olduğunu gördüm. Bu yorucu, ama üretkenliği de tetikliyor.

Bence bu İstanbullu olmakla da ilgili. Mesela bir İzmirli, bir Ankaralı bu beceriye daha zor sahip olabilir. Çünkü o sırasıyla, tek tek işleri yaparak devam edebilir. Biz İstanbullular sırasız ve hepsini bir arada düşünmek zorunda olabiliriz.

Dolayısıyla bir çok şey, doğup büyüme İstanbullu olmak, orta sınıftan birisi olmak, entelektüel meraklarının para getirmemesi, bir taraftan çoluk-çocuk sahibi olunca o kaygılarının da girmesi, bir taraftan toplumsal sorumluluk falan derken hepsini üzerine giyinen ve hiç de kolay olmayan bir şeye soyunan birisi olduğumu biliyorum. O yüzden bu yoruculuğu da aktarıyorum.

Ama şikayetçi miyim? Değilim. Şimdi de mesela, gece günde 3 saat haber programı yap, haftada 3 tane yazı yaz, imza günleri, partinin işleri, çoluğunla çocuğunla vakit geçir, arkadaşlarınla rakı iç derken... Bir taraftan yeni projeler düşün, kitap yaz, dergilere yazı yaz.. Bunlar hiç kolay değil.

Ama bakıyorum ki, bizim coğrafyamız böyle. Orhan Kemal de hep yazmış, Aziz Nesin de hep yazmış, Melih Cevdet de hep yazmış, Ahmet Oktay da hep yazmış, Oktay Akbal da hep yazmış, İlhan Selçuk da hep yazmış, Server Tanilli de, akademisyeni bile Türkiye'de hep yazmış. Niyazi Berkes yazmış, Behice Boran'ı yazmış. Burası böyle, burada iş böyle, anlatabiliyor muyum?

Barışıksın yani bu durumla?

Bu aslında bizim hayatta kalmak için öğrendiğimiz bir yaşama biçimi.

Güzel mi peki?

Güzel, güzel. Ben memnunum. Benim şöyle bir halim yok mesela, onu sana söyleyeyim. Bir, ben yurt dışında yaşayamam. Ben çok yerli, Türkçe'ye ait birisiyim; dolayısıyla dünyada çok para edeceğimi zannetmiyorum... Kitaplarım yurt dışında yayımlanabilir, yayımlanır ve orada karşılığını bulursa mutlu olurum, bu ayrı bir şey. Ama orada yapamam, ben buranın insanıyım. Bir…

İki, şimdi daha da daraltacağım. Benim şöyle bir hayalim yok: Yıllar ilerlesin bir kıyı kentinde oturup bağ bahçe bakayım. Hayır. Ben İstanbulluyum, İstanbul'u seviyorum, ben kentte yaşamaktan hoşnutum.

Daha da daraltayım, hayatımın çok büyük bir kısmının geçtiği Kadıköy'e aitim bir taraftan. Bu aidiyetlerimden hoşlanıyorum. Hayatımda bunun yanına koyduğum ne var? Baba memleketi olduğu için bir yılda, iki yılda bir kere, sadece ziyaret, bir koku almak için Antakya'ya giderim.

Her yıl mutlaka Datça'ya giderim.

Bir de ilginç bir yer daha çıktı hayatımda. Bir dostumun orada yaşamasından dolayı imkan doğuyor. Benim maddi imkanlarım her yıl bunu yapmaya yetmiyor, ama konuk ediyor bizi. Yılda en az bir kez de Londra'ya gidiyorum.

Dolayısıyla şimdi bu açıdan bir muhafazakar tarafım var. Merkez İstanbul ve Kadıköy olmak üzere, karargah İstanbul ve Kadıköy olmak üzere, yazın en az iki ayı Datça'da geçiren... Bir iki yılda bir Antakya'ya gidip baba memleketine hani böyle bir dedeyi, babaanneyi, babamın toprağının kokusunu duymak, bir gözlemlemek için; ama çok böyle tutkuyla gittiğimi söyleyemem... Londra'ya da yılda bir ya da iki kez giden -kızımla gittiğim için orada, klasik müzik konserlerini falan seviyoruz- ve kahvelerde olmayı seven bir halim oldu. Bu kadarını ömrümün sonuna kadar sürdürebilecek bir gücüm olursa bana yeter.

Yani ben İstanbul'da Kadıköy'de bir meyhanede öğle rakısını arkadaşlarımla içmekten mutlu olurum, fazlasını çok talep etmem. Yazın Datça'da yine sevdiğim dostlarımla denize girdikten sonra bir kadeh içip kitabımı okumaktan fazlasını talep etmem. Lüks olarak da Londra daveti geçerli olduğunda yılda iki tane klasik konser görüp, iyi bir dans tiyatrosu görüp, bir de iki tane kahve içip kızımdaki değişimi izlemek bana yeter.

Enver, barışıksın yani. Tamam bu barışıklık tamam. Soracağım bir de yaşlılık meselesi var. 50'ye günce, beş yıl yazılacak…buruk... Şöyle bir ağırlıkla geliyor: O kritik yaşlanma dönemine girildi, artık yaşlanıyorsun! Kitaplarda da atmosferi belirliyor bu kaygı: Yaşlanma kaygısı. Genel olarak nasıl bakıyorsun yaşlılığa onunla da barışık mısın, değil misin?

Değilim.

Anlaşılıyor.

Herkes kadar değilim ama yani, “Yaşlanayım da hemen öleyim” gibi bir duygum yok. Yaşamda üretebildikçe, yaşam sevincini taşıyabildikçe insan yaşama dair anlam da üretir ve bu güzeldir bence.

Birinci korkum, yaşlanmakla ilgili değil, genel olarak, bir sağlık problemi yaşayıp sevdiğim insanların başına bela olmak istemem, bunun iki ayağı var. Bedenini iyi kullanacaksın bir; bir de iktisadi olarak Türkiye gibi hiçbir güvence olmayan ülkelerde kimseye muhtaç olmayacak bir şeyi sağlamak zorundasın. Bunu da tabi sadece kendim için değil, tüm sevdiklerim için temenni edip mücadele ediyorum. Büyük fotoğrafta da halkım için mücadele ediyorum o ayrı, ama ona şu anda gücüm yetmiyor.

Yaşlılıkla ilgili olan yaşlılık elbette ki hareketlerimizi etkiliyor, ağır hareket edebiliyoruz belki.

Biraz şuradan bakabilir miyiz, ben gerçekten bunu kapitalizme bağlıyorum. Bahsettiğin iki temel kaygıya bakalım. Sağlık sorunları bugün kapitalizmle o kadar doğrudan ilişkili ki (yaşlanınca herkes iyi olmak zorunda değil; ama daha sağlıklı yaşam sürerek yaşlılığı da daha sağlıklı bir şekilde geçirmek mümkün sosyalist bir toplumda.) İktisadi kaygıysa, yani gelecek kaygısı, ben ne olacağım meselesi tamamen kapitalist toplumun bir sonucu. Bunların olmadığı durumda yaşlılıkla ilgili tek sorunumuz ölüme yaklaşmak… Hatta belki doğumdan çıkış gibi, “özel bir dönem” evet; ama “kaygı verici” olması gerekmiyor. 

Şimdi şöyle bir şey var, tümü kapitalizmin bize dayattığı sonuçlar; örneğin beslenme ve ekolojik sorunları da getiriyor; dolayısıyla daha çabuk kanser oluyorsun, beyinsel aktivitelerin belki daha çabuk zarar görüyor. Bilmiyoruz; her gün yeni bir araştırma ortaya çıkıyor ve hepsi vahim. Bunları görüyoruz. Eh, ben de kendimce bunlara dair önlemler alıyorum tabii.

Ben vegan değilim, vejetaryen de tam değilim ama önemli bir yol kat ettim. Mesela balık dışında canlı hayvan yemiyorum, sıfırladım bunu. Neredeyse ekmeği günde tek dilime ya da iki dilime indirecek hale getirdim. Karbonhidrat çok almıyorum. Hatta meyvenin şekerli olduğunu bildiğim için sadece sabahları yiyorum. Çok spor yapamıyorum ama yapmaya çalışıyorum.

Peki tüm bunları niye yapıyorum? Çünkü bedenimin, yani sonuçta bu senin aracın, ayakta kalmasını istiyorum. Entelektüel faaliyetlerimi zaten işimin gereği yapıyorum. Günde 150-200 sayfa kitap okumak, Kadıköy'de mutlu olduğum bir yerde yaşamak, deniz görmek... Bunları yapıyorum.

Ama bütün bunların dışında bir yaşlılık sorunu var mı? Var. Her akıllı insan, “Neden dünyaya geldim?” ve “Ölüm nedir?” sorularını sorar. Öte dünya beklentisi olmayanlar için hayatın kendisine bir anlam yaratmak, yaşadığımız süreyi anlamlı kılmak ve burada da birilerine faydalı olmak meselesi var.

Yaşanabilir bir yer olması mesele. 2-3 yıldır bir köpekle yaşamayı öğreniyoruz, o da öğretiyor. Başka canlılar da haklarını kendileri öğretiyor sana. Bundan da memnunum, keşke çok daha erken olsaymış… Biz memur ailesi olduğumuz için köpek bakamadık, çünkü köpeğe bakılacak koşullarımız yoktu. Anneanne yaşlı, annem işe gidiyor... Ama şimdi çok memnunum. Onun da varlığı bana mutluluk veriyor. Dolayısıyla öğrenerek devam ediyorum. Yaşlılıkla ilgili bir de bir kitap yazmayı düşünüyorum. Kitabın adı, “Bunamadan Anılar”.

Bak bu da çok bomba.

“Bunamadan Anılar”; evet adı bu. Kendini temize çekmeden ve de yanlış hatırlamaya başlamadan -çünkü beyin araştırmaları var. Aynı an'ı insanların fevkalade farklı anımsadığına ve bunun nedenlerine dair çalışmalar var- dolayısıyla olabildiğince nesnel olabilmek için “Bunamadan Anılar” diye bir kitabı yazmam lazım…

Bunu kaç yaşında yapacaksın?

Bilmiyorum; ne yapmayacağımı biliyorum ama, 50'den sonra bu günlüklere devam etmeyeceğim. Çünkü bu günlüklere devam edersem bir tür ölüme dair yolculuğu belgelemiş oluyorsun. Bu hoş bir şey değil, düşünsene ölene kadar yazan manyak bir adam. Ne o kadar kibirliyim, ne o kadar önemliyim. Onda sadece anılar olacak. Herhalde bir 60 – 70 falan gibi olur, yaşarsam yazarım, belki de yazmam bilmiyorum.

Kaç yaşına kadar yaşayacaksın sen? Ne öngörüyorsun?

Bilmiyorum ne kadar yaşarım Türkiye'de. Sağlıklı yaşamayı önemli buluyorum bir kere, yani elden ayaktan düşmek çok tehlikeli bir şey. Ölçümüz şu, ağız tadıyla rakı içebileceğimiz, yürüyebileceğimiz, hayata baktığımızda gözümüzün asgari olarak görebileceği, bir müziği duyabileceğimiz bir hayat sürmek önemli. Hayatta erdem dediğimiz o “hırslardan arınabilme” meselesiyle de herhalde yaşlandıkça daha çok tanışacağız, bunu yapmaya çalışıyorum.