Yılmaz Güney: Sorumluluk, mücadele ve Umut

1 Nisan Yılmaz Güney’in doğum günü. Güney’in filmlerinin çarpıcılığı, gerçekçiliği, sıcaklığıyla sınıfsal bakış açısı ve halkına karşı taşıdığı sorumluluk arasında güçlü bir ilişki vardı. Bu nedenle milyonlar tarafından çok sevildi ve sevilmeye devam ediyor.

Bertan Eren – soL Kültür

Bugün, 1 Nisan, Yılmaz Güney’in doğum günü.

Ülke tarihinin en sevilen, saygı duyulan figürlerinden, tıpkı Nâzım Hikmet, Deniz Gezmiş ve daha niceleri gibi ülke tarihine damgasını vuran, hafızalardan silinmeyen değerlerimizden bir tanesi... Öykücülükten gelen, unutulmayan filmleriyle kitleleri sarsmış, ve evet, “mirasının” devralınıp “güncellenmesi” gereken bir büyük sanatçı, "Arkadaş"ımız, yoldaşımız Yılmaz Güney…

Geniş kitlelerce sevilen sosyalist sinemacıyı tam da bu nedenlerle zihinlerden silmek zor, düzen açısından. Peki Güney’in temsil ettiği değerleri, politik duruşunu unutturarak, çarpıtarak veya önemsizleştirerek onu nostaljik bir simgeye dönüştürmek kolay mı? Geçtiğimiz günlerde patron partisi AKP’nin bir milletvekili sosyal medya hesabından birkaç fotoğrafla birlikte şu paylaşımı yaptı: “Paris'te yağmurlu bir gün.. Canan'la beraber Père Lachaise Mezarlığı'na elimizde iki demet çiçekle giriyoruz. Biri Ahmet Kaya, diğeri Yılmaz Güney için. Aklımda De Gaulle'un ünlü sözü, De Gaulle ‘Jean Paul Sartre, Fransa'dır’ demişti. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın Türkiye olması gibi. İkisi de çok sevdikleri ülkelerinden uzakta, ebedi uykularındalar. Onlara çok sevdikleri ülkelerinden selam söyledim (...)”. Düzen temsilcilerinin ikiyüzlülükleri her zamanki gibi baki. Ama şurası doğru; evet onlar hatalarıyla, doğrularıyla çok sevildiler memleketlerinde (yazı, Y. Güney’e dair olduğu için sadece onun hakkında yorum yapacağım).

Güney, Türkiye’nin sosyalist geleceği için mücadele etti, “Sınıfıma nasıl ve kimin yararına sömürüldüğünü anlatmak gerek” dedi ve yolunu bu doğrultuda çizdi. “Yılmaz Güney Sosyalist Türkiye’dir” diyebiliriz dolayısıyla. Peki ya mezarı başında Güney’in ruhuna fatiha okuyan milletvekili ve onun partisi? Onlar Türkiye mi? Onlar olsa olsa katmerli gericilikten, yağmadan ve sömürüden başka bir şey anlamına gelmeyen, kurmaya çalıştıkları "Yeni Türkiye"dirler.

GÜNEY'İN İÇİNE DOĞDUĞU TARİHSELLİK

Emperyalist dünya düzeninin yol açtığı sömürü, her gün yaşanan işçi ölümleri, yoksulluk, gericilik, geleceksizlik, ırkçılık, gıda terörü, vekâlet savaşları, nükleer silahların kullanılacağı sıcak savaş olasılıkları ve bunlara eşlik eden toplumsal çürüme... Daha da uzatılabilir. Bunları tek başına dillendirmenin bir faydası yok ama bunlar her gün hayatlarımıza ve hayallerimize etki eden gerçekler. Meseleye tarihsel bir perspektifle bakılmadığı sürece bu güncelliğin “boğulma” hissi yaratacağı gerçeğindeki gibi.

Yılmaz Güney de günümüz kadar “çalkantılı” bir dönemde dünyaya geldi. Doğumundan birkaç yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş sonrası oluşan "kutuplaşmada" Türkiye bir “kan bedeli” ile NATO’ya dâhil oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’nin yıkılışıyla sonlanacak olan Soğuk Savaş diye adlandırılan süreçte de dünyada ve Türkiye’de darbeler, ekonomik krizler, siyasi suikastlar, katliamlar, askeri işgaller birbirini izledi. Ama bunun yanı sıra, tüm bu felaketlerin müsebbibi saldırgan emperyalist batı blokunu dengeleyen (siyasal, ideolojik, ekonomik, toplumsal birçok anlamda) SSCB’nin başını çektiği bir sosyalist blok gerçeği, “alternatif bir dünya seçeneği” de vardı (Küba, Demokratik Almanya ve Doğu Avrupa’daki diğer halk cumhuriyetleri, Çin vb. gibi.). Bu blokun eksiği gediği, tam olarak bir bütünlük görüntüsü verip vermediği tartışılır ancak faşizmi ezen sosyalist iktidarın prestiji, işçi sınıfının siyasetteki etkisi, örgütlü gücü sayesinde her düzeydeki toplumsal kazanımları gibi faktörlerin başka ülkelerdeki toplumsal bilince ve kültürel atmosfere etkisi büyüktü. Pek çok ülke, kapitalizmin dışında yollar aramaya böyle bir dönemde yönelmişti; anti-emperyalist, halkçı mücadeleler böyle bir dönemde güçlenmeye başlamıştı. İşte Yılmaz Güney böyle bir tarihselliğin de içinde yaşadı, gördü, öğrendi, taraf oldu ve eserlerini üretti.

GÜNEY'İN HAYATA VE SİNEMAYA BAKIŞI

Güney ve sineması üzerine bugüne kadar çokça yazıldı, çizildi ve çok söz söylendi. Hem bu sebepten hem de bu mecranın sınırları gereği belli konulara değineceğim. Güney’in kısıtlı olanaklara, faşist askeri darbelerin baskı koşullarına, düzenin sansürüne rağmen yaşadığı dönemin toplumsal meselelerini irdeleyen ve bunları da güçlü bir sinema dili ile izleyiciye aktaran önemli eserlere imza attığını biliyoruz. Peki Güney’in sinemasının bu gücü nereden geliyordu? Geniş kitleleri etkisine alan filmleri yaratırken temel motivasyonu neydi? Bugünden baktığımızda bize bıraktığı “mirası” neydi ve o “miras” bugün bize nasıl bir yol gösterebilir?

“Halka faydalı filmler yapayım diyorum. Ben de kendi çapında bir sınıf kavgası sürdüren bir adamım. Nasıl sürdürebilirim bu kavgayı? Bir sinemacı olarak sinema yapmakla ya da oturup roman ve hikaye yazmakla… Sinema, bu şeylerin içinde halka giden en etkin yol. Bunun için ben, geldiğim sınıfın adamı olarak sınıfımın içinde bulunduğu çıkmazlara ve bunun nasıl, kimler tarafından kullanıldığına ışık tutmak istiyorum.” [Y. Güney].

İşte Güney’in filmlerinin çarpıcılığı, gerçekçiliği, sıcaklığı sınıfsal bakış açısından ve halkına karşı duyduğu bu sorumluluk duygusundan kaynaklanıyordu. Bu sorumluluk duygusu ise, tarihsel koşulların ve nesnelliğin ürünü olduğu kadar, Güney’in, memleketin ve emekçilerin içler acısı ve öfke uyandıran haline müdahale etmeyi hedefleyen “doğru öznellik”le temas edebilmesinden de kaynaklanıyordu: Gençliğinin baharında, henüz Güney değil Pütün iken, Adana’da TKP’yi bulma çabası, Kolonyacı Şükrü ile teması, ondan aldığı Nâzım şiirlerini heyecanla okuması, doğru öznellik ile temasın biçimlendiriciliğine örnek olarak verilebilir:

"Hayat yollarım çamurluydu, engebeliydi, zordu. İçimde her zaman kasırgalar esti, düşüncelerim, özlemlerim ile hayatın gerçeği her zaman çelişti” diye anlatıyordu, “adının ne olacağını bilmiyordum ama bir şeyler arıyordum işte. 1950’lerin başlarında bazı şeylere rastladım” diyordu Yılmaz Güney: “1955’te genç bir şair beni bir arkadaşa götürdü. Güzel şiir okuyan bir adamdı. Kırmızı bir defteri vardı. El yazması. Bana oradan şiirler okudu. Çok güzel şiirlerdi. Kim yazdı bu şiirleri; ‘abi sen mi yazdın?’ dedim. Birbirlerine baktılar, sonra bir sır açıkladılar. ‘Bunları yazan Nâzım Hikmet’tir,’ dediler. Nâzım Hikmet’i orada tanıdım…” [Y. Güney].

Lise yıllarında yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Denklemi” öyküsü ile, öyküyü yazdıktan yaklaşık beş yıl sonra ilk cezasını alır, “komünizm propagandası yapmak”tan. Ve Konya sürgününün ardından İstanbul’a gider: Kendisi “Komünist Partisi’ni bulmaya gittim” diye anlatıyor bu yolculuğun hedefini, “çünkü ne olduğunu bilmediğim halde herkes bana komünist diyordu”. Ve sonrasında, çocukluğunda duyurularını, bobinlerini taşıdığı, izlediği ve salonların arka kapısından içeri aldığı çocuklara parasız izlettiği sinemayla bir kez daha kesişir yolu.

GÜNEY SİNEMASININ ANA HATLARI

Heyecanlı, tutkulu, içine düşen ateşle müdahale etmeye ve değiştirmeye soyunan Güney’in sinemasını kabaca iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönemde (Çirkin Kral lakabıyla geniş kitlelerce tanındığı) ticari kaygılarla çekilen avantür (vurdulu kırdılı) filmlerde oyuncu olarak yer aldığını ve bunların çoğunun da senaryosuna katkıda bulunduğunu söyleyerek tarif edebiliriz. İkinci dönemini ise, Umut filmini bir milat olarak alabileceğimiz, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği toplumsal ve siyasal içeriği güçlü ve belirginleşmiş filmlerle tanımlayabiliriz.

'ÇİRKİN KRAL' DÖNEMİ

“Bir defa adam kahraman falan değil. Kahramanlığı da zaten kahraman olmamasından geliyor. Adam herhangi bir olayla karşı karşıya geldiği zaman o olayda yeniliyor. Bu yenilginin getirdiği bir acılık var. Herkes bunu görüyor. Burada iki durum söz konusu. Biri insanları pasifize eden bir durum. Çünkü karşısından devamlı yenilgi görüyor ve korkuya kapılıyor. Diyor ki ‘biz nasıl olsa yenileceğiz, hiç bu işin içine girmeyelim’. Tabii bu yenilgi, bunun dışında şu bilinci de uyandıracaktır birtakım insanlarda ve uyandırmıştır da: Bireysel mücadelenin olumlu olmadığı. Çünkü adam filmlerde ya yenilmiş, hapse girmiş ya da öldürülmüştür. Sonuç yoktur. Zafer yoktur. Bunun getirdiği bir burukluk vardır bizim filmlerde. Yani seyirci Yılmaz Güney'de burukluk, hüzün, Yılmaz Güney’de yiğitlik, başkaldırı, Yılmaz Güney’de acıma, Yılmaz Güney’de bekleme, sabretme ama zorunlu olunca mutlaka mücadele etme özellikleri buluyor ve bunları bir yerde kendisiyle özdeşleştiriyor" [Y. Güney].

“İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Birtakım olaylar oluyor, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan, kovalanan adam bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterlerini taşıyan insanları oynadım. Yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliği canlandırdım. Bunu düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım. Gerçekten de halkımın temel niteliklerinden biridir bu." [Y. Güney].

Yılmaz Güney’in geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine vesile olan bu filmlerde canlandırdığı karakterler “suç dünyasının” içinde yer almıştır, fakat “bu dünya” meşrulaştırılmamış, mecburiyetten bu noktaya yönelindiğinin altı çizilmiştir. Düzenin bir pisliği olan çetelere, mafya babalarına karşı başkaldıran bir figür olmuşlardır. Türkiye izleyicisi de Güney'i yalnızca geleneksel anlamda bir film yıldızı olarak kabul etmemiş, bu konumu onu toplumsal alanda Çukurova'dan Sivas'a, Anadolu'nun her yerinde bir çeşit mitos haline getirmişti. Fakir ve ezilmiş insanlar Çirkin Kral'ın acılarında ve amansızca aldığı intikamlarda kendi hayatlarının ve arzularının yansımasını görüyorlardı.

Bu dönemki filmlerinin geniş kitlelerce sevilmesinin, özdeşlik kurulmasının en önemli nedenlerinden birisi de; Umut filmi ile başlayan, Güney’in derinlikli bir sinemasal ve siyasal bilincini cisimleştireceği sonraki dönem filmlerinden nüveler barındırmasıdır. İstanbul’a geldiğinde henüz (kendi ifadesiyle) “bilimsel anlamda komünizmin ne olduğunu bilmeyen” Güney, bu ilk döneminde hem sinemayı hem sinema sektörünü hem İstanbul’u ve aslında Türkiye kapitalizmini hem de 1960’larla birlikte Türkiye’de yoğunlaşmaya başlayan sınıf mücadelelerini, yükselmeye başlayan örgütlü mücadeleyi tanımakta, anlamakta, öğrenmektedir. Bir yandan mücadeleye katkı koymaya çalışırken bir yandan da kendini geliştirmeye çalışmaktadır.

'UMUT' İLE GEÇİLEN EŞİK

Bu dönemin Umut filmi ile açıldığını yukarıda söylemiştik. Film sinemalarda yayınlandığında büyük ses getirdi. Halk filme büyük ilgi gösterdi. Çarpıcı diyalogları, gerçekçi mizansenleri, deneysel kamera hareketleri ile ülke sinemasında adeta bir “devrim” etkisi yarattı. Devrimci sinemanın bu ilk örneği düzenin egemenleri tarafından hemen saldırıya uğradı. Film yasaklandı, filmin oynadığı salonlar bombalandı. Sinema alanındaki muhafazakârlar ve “halk bunu istiyor” diyerek en pespaye filmlere imza atanlar (o zamanın “yerli ve millicileri”)  ise film hakkında “Umut, İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nin bir ürünüdür, oysa ki onlar hıristiyan, biz ise müslümanız... Umut toplumumuzun temel kurumlarına (yani din, polis, burjuvazi) saldırıyor" diyerek Güney’i karalamaya ve bu filmin toplumdan ne kadar uzak olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Hatta Yılmaz Güney 12 Mart'tan sonra tutuklanarak hapse girdiğinde onun devlet düşmanı olduğunu ispatlamak için yazılar yazabildiler. Kısacası "Umut"tan sonra "Türkiye Sinemasının Umut Yılları" başlamış oldu ve devrimci sinemaya dair daha önce yapılan soyut tartışmalar somut örnekler üzerinden devam etti ve dahası ayakları yere basmaya başladı.

“Sinematek'te biz filmin gösterimini yaptık, ilk gösterimini. Ve orada başta Lütfi Akad olmak üzere sinemadan kişiler de vardı. Tabii bir tür meydan okumaydı bu. Çünkü o yıllardaki tartışmalarımızı hatırlayanlar bilirler, Türk sinemasında bir yapaylığın, yetersizliğin, toplumsal olayları yeterince anlatamamanın ve birtakım şeylerde taviz vermenin, fazla ticariliğin karşısında olan bir avuç genç insandık Sinematek çevresinde. Dergide de bununla ilgili yazılar çıkıyordu ve o zaman sürekli olarak bizi, yabancı sinemanın uşaklığıyla suçluyordu bazı sinemacılar. Çünkü biz Türkiye'de yapılan bazı filmleri beğenmiyorsak, doğal olarak yabancı sinemanın uşağıydık, yani kültür emperyalizminin ajanları. Bu isimleri bizler için kullanan yönetmenler az değildi. Tabii sevincimiz iki kat oluyordu, çünkü biz gerçek anlamda inandığımız, sevdiğimiz ve savunduğumuz bir sinemanın da, böylece Türkiye'de yapılmakta olduğunu görüyorduk ve kimse de bunun yabancı sinema olduğunu falan söyleyemezdi. Gerçekten de gösteri çok başarılı oldu. Basından insanlar da vardı. Çok beğendiler. Lütfü Akad, çok övücü sözler söyledi Yılmaz Güney için." [Onat Kutlar].

“Umut'ta altı çizilebilecek, üzerinde durulabilecek şeyler vardı, bunlardan özellikle kaçtım. Hayatın kendisi olsun istedim. Çoğu zaman bazı sokaklardan hızlı geçeriz ve farkına varmayız çevremizdeki şeylerin. Ben durup baktım çevreme ve onları anlattım." [Y. Güney].

"Halk, gelecek şeyin ne olduğunu hatta umudun ne olduğunu da bilmiyor. Bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım umut, aslında bir bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. Umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir." [Y. Güney].

Yazar Mehmet Ergün, Umut filmi hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: "... göze ilişen olumlu ileriye dönük bir yan var bu filmlerde: Türkiyeli insan, önceden verilmiş, boyutları belirlenmiş, içeriği tanımlanmış bir imge olarak görülmüyor bu filmlerde. İçerisinde yer aldığı somut oluşumlarda takınmış olduğu somut tutumları ile belirlenmeye çalışılıyor. Bir de şu var: İlk kez bu filmlerde, yerlilik, Türkiye'ye özgülük, bir yer, bir giysi yerliliği olmaktan çıkarılmış, nesnel gerçekliğin belirlediği bir birikim olarak algılanmaya başlanmıştır."

Tuncel Kurtiz ise filmin çıkış hikâyesini şöyle aktarır: "Umutla ilgili şu hikâyeyi anlatacağım: Ben askerliğimi yapıyordum ve yaz tatili için izinli gelmiştim. Bir gün geldi, dedi ki: ‘İhtiyar, biz film yapacağız. Geliyor musun Adana'ya?’ ‘Tabii geliyorum. Hikâye nedir?’ dedim. ‘Hikâye bizim ev. Babamın evi. Babamın define avcılığı’ dedi. ‘Bir adam geldi ihtiyar eve, babam getirdi, umutsuz babam. Sonra evi kazmaya başladılar. Evi temellerine kadar kazdılar, bir define aramak adına. Şimdi bunun hikâyesini yapacağız arkadaş’ dedi. Ondan sonra yolda hikâye gelişmeye başladı. Yılmaz hikâyeyi durmadan geliştirdi. Arabacı Cabbar, Hamal Hasan, Hoca, devamlı geliştiler ve Anadolu'da yaşayan insanların öykülerini anlatmaya başladılar. Öyle bir gerçekçilik vardı ki hikâyede."

Onat Kutlar, Güney’in filmdeki oyunculuğundan etkilenişini ise şu sözlerle aktarıyor: "Biraz sonra perdede bir faytonun içinde şalvarıyla, kaykılarak oturmuş Yılmaz Güney’in yüzü göründü, eğri şapkasıyla. Daha o ilk görüntüden itibaren, ben müthiş etkilendim. Bunun ne olduğunu şimdi anlatmam zor. Yılmaz Güney’in sinema dehasında aramak lazım bence bunu. Sinema dehası derken şunu kastediyorum: Görsel olarak bizi olayın içine katan, yani birdenbire o olay, o anda karşımızda oluyormuş duygusu veren o görsel ustalık. Bunun tabii ne olduğunu anlatmak kolay değil. Yani bir yönetmen bunun gizini bilir. Ama gerçekten iyi tanıdığım sıcak Adana İstasyon Meydanı'nın orada bekleyen faytonculardan biriyle karşı karşıya kaldığımı hissettim. Birdenbire onun dünyasına girdim. Ve o noktadan itibaren beni son derece şaşırtan biçimde film devam etti. Niçin şaşırtan biçimde diyorum? Çünkü daha önce gerçekçi olduğu farz edilen birtakım filmler yapıldı Türkiye'de. Ama bugün seyredildiği zaman fark edilecektir ki bu filmlerde bir yapay Yeşilçam ortamı duygusundan kurtulmak çok zor olmuştur. Çevre düzenlemesinin çok iyi yapılmayışından mı? Bir üslup farkından mı?"

Umut filminin ardından Ağıt, Acı, Endişe, Arkadaş, İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman, Yol ve Duvar filmleri gelir. Umut, Ağıt, Arkadaş ve Duvar filmi haricindeki diğer hiçbir filminin setinde bulunamamıştır Yılmaz Güney. Hapiste olduğundan dolayı bu filmleri talimatlarla hapisten "yönetmiştir" ve bu açıdan benzersizdirler. Bu filmler ayrıca Güney’in "olgunluk dönemi ürünleri" olarak da nitelendirilebilirler. Ancak hem yönetmenlerden kaynaklanan sorunlar hem de maddi koşulların sınırlayıcılığı göz önüne alınarak, söz konusu filmlerin senaryolarıyla birlikte incelenmeleri, Duvar’ın ise, yurtdışına çıktıktan sonra yaptığı bir ilk film olması nedeniyle ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Bu filmlerin değerlendirilmelerini bir başka yazıya bırakarak şu notları düşmüş olalım: Umut’tan sonra yapılmış filmlerin her biri, Türkiye’nin ve sınıf mücadelelerinin seyriyle doğrudan ilgili filmlerdir. İster doğrudan siyasal figürlere gönderme yapsın ister emekçi halkın içinden sıradan insan portreleri çizsin, her bir film, izleyicisini toplumsal–siyasal süreçlere ilişkin bir tutum almaya davet eden filmlerdir. Üstelik, çalakalem yapılmış işler değildir bunlar, her biri ayrıntılı sosyolojik, sosyo-politik, sanatsal araştırmalara yaslanan çalışmalardır. Bu anlamda Nâzım’ın “işin kolayına kaçmadan” ifadeleriyle vurguladığı ve salık verdiği bir gelişkinlik bu filmlerin tamamında kendisini gösterir. 

Karşımızda "yolu”nu seçmiş ve kendisinin deyimiyle kendisine burjuvazinin vaat ettiği ünü, serveti ve halka ihaneti reddeden bir sanatçı vardır. 1970’lerin ve 12 Eylül Darbesi sonrasının sol içi politik-ideolojik tartışmalarında aldığı konumun ötesinde, Yılmaz Güney sınıfını ve safını, sınıfsız bir dünyanın gerçekleşmesi için seçmiştir. Bugün bize bıraktığı “miras” hayata işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bakmak ve bu doğrultuda eserler üretmektir. Çünkü “bizim” de “çıkarımız” buradadır. Güney, bize emekçi halka karşı her zaman içimizde sorumluluk duygusu hissetmemiz gerektiğini “miras” bırakmıştır. Bu sorumluluğu ise soyut bir ahlâki ilke olarak değil, toplumları ve toplumsal yaşamı en gelişkin şekilde kavramaya dönük sistematik ve derinlikli bir ufuk sunan marksist kuram ve sınıf mücadelelerinde temellendirmiştir. Bu sorumluluğun tutkusuyla yüklü entelektüel ve mesleki çalışkanlık, düşünce ve eylem tutarlılığı, Yılmaz Güney’in hem sanat alanına hem de sanatçı adaylarına bıraktığı en önemli mirasıdır.

Öneriler:

Seyyit Han’dan itibaren yaptığı tüm filmlerin izlenmesi Yılmaz Güney’in anlaşılabilmesi için olmazsa olmazdır.

Yılmaz Güney’in kişiliğini, sinemasal yaklaşımını ve yazar yönünü merak edenler için de şu kitapları önerebiliriz:

Yılmaz Güney’in kaleme aldığı eserler:

“Selimiye Mektupları”

“Hücrem”

“Boynu Bükük Öldüler” (1972 Orhan Kemal Roman armağanı ödüllü romanı),

Güney ile yapılan görüşmelerden ve yazılarından derlemeler, hakkında yazılanlar

“Yılmaz Güney: İnsan, Militan ve Sanatçı”

“Yılmaz Güney'le Yasaklı Yıllarımız” (Nihat Behram)

“Bir Sinemacı ve Anlatıcı Olarak Yılmaz Güney” (Mehmet Ergün)

(*) Yazı için Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin çıkarttığı Şubat 1999 tarihli “Yılmaz Güney ve ‘Yol’una dair…” broşüründen yararlanılmıştır.