Ünlü besteci Hasan Yükselir'le Nâzım Müzikali üzerine: Sevda Ateşten Bir Gömlek!

Besteci Hasan Yükselir, Nâzım Hikmet'in sevda şiirlerinden yaptığı müzikali Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde ilk kez sergiledi. Biz de Yükselir'le Nâzım Müzikali, sanat yaşamı ve planları üzerine söyleştik...

Serdar Nazım Yüce

Ünlü besteci Hasan Yükselir, dün akşam Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde konser verdi. Yükselir'le sahneye çıkan Türkiye'nin ünlü enstrümanistleri, Yükselir'in Nâzım Hikmet'in sevda şiirlerinden bestelediği şarkılardan oluşan "Sevda Ateşten Bir Gömlek-Nâzım Şarkıları" müzikalini Nâzım dostlarıyla buluşturdu. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin bahçesini dolduran yüzlerce kişi, Yükselir'le beraber şarkılar söyledi, bahçe "Beyler bu vatana nasıl kıydınız?" nakaratının birlikte söylenişiyle çınladı. 

Çalışmalarını yurtdışında sürdürdüğü için İstanbul'a gelmesini fırsat bilerek, Yükselir'le konser öncesinde bir söyleşi gerçekleştirdik. Yükselir, sanatla ilk buluşmasını, Türkiye İşçi Partisi'nin derneği İşçi Kültür'de yaşadıklarını anlattı. Bugünlere gelebilmesinde önemli bir uğrak olduğunu söylediği İşçi Kültür deneyiminden söz eden Yükselir, "O bilgi, o görgü ve o kültür; İşçi Kültür’de kazandığım değerlerin bir şekilde oraya aktarımıydı" diye konuştu.

Nâzım Müzikalinin hazırlanış sürecinden bahseden Yükselir, müzikali Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ne getirmeyi çok istediğini belirterek, "Şimdi de sizin karşınızdayız. Hafiften bir sınav gibi hissediyorum" dedi.

Onlarca müzikalle dünyanın dört bir yanını dolaşan Yükselir hedeflediği projelerden de bahsetti.

Hasan Yükselir'le yaptığımız hızlı ve keyifli söyleşiyi okurlarımıza sunuyoruz...


Almanya’da yaşıyorsunuz.
Almanya ve İstanbul…

Sonradan yaşanan bir taşınma diye biliyorum.
94’ün Ocak ayında gittim Almanya’ya. Daha önce de gitmiştim, iş için. Bir sanat grubunun konuğu olarak gitmiştim.

Neden yurtdışına taşındınız?
O sanat grubundan bir proje icin “buraya gelir misin” dediler. Olabilir dedim. O zamanlar Devlet Tiyatroları’nda çalışıyordum. Ücretsiz izin gibi şeyleri bağlı bulunduğumuz bakanlıkta denedim ama mümkün olmadı. Köln'deki proje 2 yıllıktı. Birkaç denemeden sonra baktım olmuyor, istifa edip çekip gittim. Bir daha da dönemedim. Dönmek uygun olamadı, dönmeye gerek olduğunu da düşünmedim. Almanya–Köln'de mesleğimde kendimi yeniden ifade etmeye çalıştım.

'ARYA MI OKUYAYIM, SCHUBERT Mİ?'

Bu durum diğer ülkelere de sanatınızı taşımaya vesile oldu sanırım…
Böylelikle, evet. 1996’da bağlama için bir orkestra eseri yazdım. Bağlama konçertosu eserini besteledim. Öyle ya, ben Almanya ya gitmişim, ne yapayım? Arya mı okuyayım, Schubert mi okuyayım? Bunun kararını vermek zorundaydım. Kendimi ifade etmem, taşıdığım değerleri orada tanımlamam gerekiyordu. Belki siz de bilirsiniz, hemen her Anadolu evinde bağlama mutlaka vardır, duvarda asılıdır. Bunun Alevisi-Sünnisi de yok, herkes de vardır. Bunun için yani bağlama icin bir orkestra eseri yazılır mı diye düşündüm. Evet besteledim ve dünyanın sayılı salonlarından olan Köln Flarmoni Salonu’nda, Köln Senfoni Orkestrası tarafından seslendirildi bu eser. Ben de aynı orkestrayla Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı, Aşık Veysel’i, Dadaloğlu’nu okudum. Çok etkileyici, çok görkemli bir iş çıktı ortaya. 96 yılıydı…

Sonrasında bir dernek kurdum, Su ve Sanatlar (SuArts Kültür ve Sanat Derneği) diye. Bu dernek üzerinden yapacağım bütün işleri sergilemek istedim. Böyle işler orada ancak dernek örgütlenmesiyle yapılabiliyor. O dernek önderliğinde projeleri sunuyorsunuz, yardım alabiliyorsanız alıyorsunuz, alamazsanız da yapıyorsunuz. Artık yasal bir çerçevenin içine oturmuş oluyor ama. Bir bildiri yazdık derneği kurduktan sonra, bildiride “yapacaklarımız” kısmı vardı. Birincisi “Yeraltında Gül Deren Eller Gördüm” isimli bir oda operasıydı. 97 yılında “Yeraltında Gül Deren Eller Gördüm”ün prömiyeri yapıldı, bu çalışma Avrupa’da 3 yıl kadar dolaştı.

Bu çalışmanın solistleri de yabancıydı. Yani Hacı Bektaş’ı, Tabtuk Emre’yi, Ana Bacı’yı oynayanlar yabancıydı ama Türkçe oynandı eser. Bu eserle müthiş eleştiriler, kritikler aldım, bildiğin gibi değil. Bu motive etti. İkincisi “Sevda Ateşten Bir Gömlek- Nâzım Şarkıları” için 5 yıllık bir ön çalışma gerekti. Bu sürede taramadığım kitap kalmadı. Bizim siyasal terminolojimizde Nâzım’ın şiirlerinin marşa yakın bestelenip sunulduğunu biliyoruz. Bunun biraz dışına taşmak zorundaydım. Yapılan şeylerdi. Bir de Nâzım’ın başka bir yanı daha var diye baktım. Özellikle hayatında çok çok önemli bir yer eden evlilikleri, aşkları ilgimi çekti ve bunlara dair yazdığı şiirler rüya gibi zaten! Mesela Pirâye icin cezaevindeyken yazdığı şiir:

"Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle. 

Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle 

ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var 

ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile...” (Rubailer- Birinci Bölüm)

21 yaşında yazdığı bir şiiriyle başladım "Sevda Ateşten Bir Gömlek-Nâzım Şarkıları"na, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ndeyken (KUTV) yazdığı bu şiiriyle başladım:

“Gözlerimiz

şeffaf

temiz

damlalardır.

Her damlada

demire can veren dehamızın

bir küçücük

zerresi vardır..” (Gözlerimiz-1922)

Sonra da Nüzhet, Pirâye ve Münevver… Bu dört kadın üzerine kurgulanmış bir çalışma oldu. Fakat arka planda onun yaşamını anlatan ara metinler var. 1 Aralık 2001’de prömiyeri yaptım. Zaten 2002 yılı Nâzım Hikmet’in doğumunun 100’üncü yılıydı, ona da armağan olmuş oldu. Prömiyerden sonra Avrupa’da gitmediğim yer kalmadı bu eserle. Olağanüstü güzel yerlerde ve dünyanın en iyi piyanistleriyle, enstrümanistleriyle çalıştım. Larry Porter var ki, rüya gibi bir piyanist.

'BİR TÜRLÜ TÜRKİYE'YE GETİREMEDİK NÂZIM'I'

Aynı zamanda bu insanlarla da tanışma-çalışma fırsatınız olmuş oldu.
Ne diyorsun! Birlikte üretiyorsun. Yaptığım eserleri onlarla çalmak gerçeküstü! Öyle etkileyici insanlardı ki, büyük fırsat yani. Fakat Türkiye’ye getirme fırsatım olmadı. Bir türlü getiremedik bu eseri. Kültür Bakanlığı’na başvurdum. Mümkün değil.  Bakanlık’tan birçok önemli isimle ilişki kurmama rağmen getiremedim eseri. 2010 yılına kadar… İlk olarak, 2010’da, Ankara’da yapabildim. Sevildi de… Her sene Nâzım’ın ölüm ya da doğum yılında sunduk. Bu da hoş değil. Nâzım sürekli yaşıyor benim için. Böyle bir sürecin sonunda bugün Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne geldim. Kendimi size tanıttım, siz de sağolun kabul ettiniz.

Tekrar hoş geldiniz o zaman.
Sağolun. Uzun bir süreç olmuş sanırım… (Gülüşmeler)

'İSTANBUL'DAN KAÇAN SOLCULAR EVİMİZDE SAKLANDI'

Sanatla ilk ilişkilenmenizi hatırlıyor musunuz?
Hatırladığım bir olay yok. Tuhaf belki ama annemden, babamdan herhangi bir şey öğrenmedim bu konuda. Yani onların bir enstrüman çalmak gibi bir durumları yoktu. Köylüyüz sonuçta, toprakla ilgilenen insanlarız. 

Ama şöyle bir şey oldu… 1972 Mart’ında İstanbul’dan kaçan bazı solcular bizim evde 1 yıl kadar saklandı. Sanırım onların etkisi oldu üzerimde. Onlardan biri (Adının sonradan Cafer Topçu olduğunu öğrendiğim) Ahmet isimli genç, bağlama çalıp türkü söylerdi. O hoşuma gitmişti, hatırlıyorum. Hatta onun söylediği “Deveyi deveye çattım” isimli bir Malatya türküsü vardı. O eser çok etkilemişti beni mesela. Yani müzikle ilişkim çok geç yaslarda kuruldu. Ayrıca bir de meslek lisesi elektrik bölümü mezunuyum. Müzikle çok alakasız bir süreç. "Babam ud çalardı, annem bilmem ne çalardı" gibi yanıtlarım yok bu soruya. Piyano falan yok yani...

TİP'İN DERNEĞİYLE İLK ADIM

O zaman sizi müziğe yönlendiren şeyler neydi?
Beni müziğe yönlendiren o dönemdeki siyasi atmosfer. Okula başlıyorsunuz, yeni bir çevre ediniyorsunuz… O dönem, Türkiye İşçi Partisi’nin bir gençlik örgütlenmesi olan İşçi Kültür’e tanıştığım veya tanıdığım arkadaşlarım aracılığıyla gidip gelmeye başladım. Baktım ki orada korolar var, şarkılar söyleniyor, güzel danslar yapılıyor, tiyatro yapılıyor. İlgimi çekti. Çok da gençtim. O insanlarla tanışınca dünyam değişti. O zamanın etkili isimleri İşçi Kültür’e geliyorlardı. Derneğin başkanı Yılmaz Onay’dı mesela, önemli bir yönetmen. Bu karşılaşmalar, buluşmalar benim için büyük bir fırsattı. 

Sonra, İşçi Kültür'e gelen birkaç operacı isim benim sesimi fark etti. “Çocuğun sesi iyi, kulağı da iyiyse…” dediler. Büyük motivasyonla, ilgiyle devam etti o süreç. Müzikle ilk ilişkilenmem buydu. Başka da yok...

İŞÇİ KÜLTÜR'DE KAZANDIĞIM DEĞERLER

Bizim dönemimizde Gazi Üniversitesi müzik bölümü 3 yıllıktı. 3 yıllık olduğu için de lisansı tamamlamak için Eğitim Bilimleri Fakültesi’ne geçtim. Sonra da yüksek lisansa başladım, tiyatro ile müziğin ilişkisini incelemek için. Yüksek lisansımı Dil Tarih’teki Tiyatro Bölümü’nde yaptım. 2 yıllık bir programken ben 8 yıl kaldım. 10’a yakın oyunun hem müziklerini yaptım hem de oynadım bu sürede. Çünkü o bilgi, o görgü ve o kültür; İşçi Kültür’de kazandığım değerlerin bir şekilde oraya aktarımıydı.

'YUNUS'TAN NÂZIM'A'

“Sevda Ateşten Bir Gömlek” isimli albümü 2002 yılında çıkardınız.
O bir albüm değil aslında. O prömiyerin, konser kaydı.

Şimdi de Nâzım’ı anmak için Nâzım’ın evinde bir konser veriyorsunuz. Nereden geliyor Nâzım ilgisi? 
Bir kere sol gelenekten gelen biriyim, Nâzım’ı tanımamak olanaksız. Nâzım’ın marş formunda yapılan birçok eserini; "Türkiye işçi sınıfına selâm / Selâm yaratana!” gibi onlarca eserini bilirim. İşte o İşçi Kültür ve benzeri dönemlerden kalan değerler bunlar. O zamandan beri dikkatimi çekerdi Nâzım. Müthiş bir şey… Yurtdışına gitmeden önce, büyük bir orkestrayla “Yunus’tan Nâzım’a” diye bir müzikal yapmıştım Ankara’da. Büyükşehir belediyesi o zaman CHP’nin elindeydi. Zaten onların ısmarlamasıyla yaptım o müzikali. “Yunus’tan Nâzım’a” orkestra-koro eseri… Kocaman bir orkestra, onun arkasında koro, önünde solist olarak da ben varım, içinde de dans var… Böyle bir gösteri sanatlarının tümünün anlatıldığı bir eser oldu o. Tamamen bize ait, buraya (ülke) ait. 13. Yüzyıl’dan 15. Yüzyıl’a kadar giden süreci anlatıyor. Nâzım deyince, 20. Yüzyıl’ı algılamayın. Nâzım’ın Şeyh Bedrettin’i kastediliyor orada. Onun için 15. Yüzyıl diyorum. Olağanüstü sözler var bu şiirlerde. Mesela, Bedrettin’in çağdaşı olan Nesimi’nin sözleri, “Yaratan kudret benem / Yaratılan sır benem / Tecelliler içinde bir gölgedir bedenim”. Bu sözler cok etkileyici....

Ama yap yap bir şey olmuyor Türkiye’de kardeşim. İşte yurtdışındaki teklif o sıralarda geldi. Tabii bir dolu sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Çocuklarım küçücüktü o zaman… Bu arada ikisi de meslektaşım şimdi. Oğlum orkestra şefi ve besteci, kızım da opera mezunu.

Beraber de çalışıyorsunuz hatta…
Mesela “Pir Sultan’dan Nâzım’a” diye bir projem vardı, geçen sene İzmir’de yaptım onu. Oğlum orkestranın şefiydi orada, kızım da benimle düet yaptı.

'BURAYA AİT OLMALI ÜFLEDİĞİN ÖZGÜRLÜKLER'

Bir albümünüzün (Yel / Saz’dan Caz’a ) tanıtımında “Caz özgürlüğün dilidir” ve “Blues çok uzak sayılmayız” diyorsunuz. Ve bu birbirinden oldukça farklı kültürleri harmanlıyorsunuz müziğinizde. 
Buraya ait değerler üzerinde bu stilden yararlanıyorum sadece. Üsluptan yararlanıyorum yani. Bunu açmak gerekir. Sen caz yapıyorsun, hakikaten özgürlüğün dili caz. Bırak kendini o zaman. Bırak ama öyle kontrolsüzce değil. Burada kalmak, burayı anlatmak zorundasın. Yine buraya ait olmalı üflediğin bütün özgürlükler. Oraya karşı değilim, Ben diyorum ki, “Buraya ait bir şeyler yapın kardeşim”. Türkiye’deki cazcıların çoğu, her şeyi Amerikan kulağıyla yapmaya çalışıyor.  

Blues da toprağa yakın bir stil. Afro-Amerikalıların getirdiği, gitarla tanışınca “Allah Allah, bununla da çalabiliriz” diyerek gitarı türkülerine eklemeleri ve böylece ortaya çıkan yeni üsluptur blues. Süreçsellik bakımından bizde de oldu bu. Bağlama kente gelince elektrik taktılar, düğünlerde bağlamadan rock gitara yakın gibi bir ses çıktı. Sonuç itibariyle, denenerek, yeni bir şeyler bulunuyor. Fakat doğal yapılarını bozmadan yapmak lazım bence.

'YEGÂNE İSİM RUHİ SU'YDU'

Sosyal medyada hakkınızda yazılan iki şeyden bahsetmek isterim… Biri “Ses tonu ve yorumu ile fena şekilde Ruhi Su'ya benzeyen Türk Halk Müziği sanatçısı” diğeriyse “Her ne kadar Ruhi Su'dan esinlenmişse de kendi özgün tavrı, tarzı ve söyleyişini oluşturmuş ender bir sanatçıdır”. Herhalde bir geleneğin devam ettiğini siz de düşünüyorsunuz… Peki bu özdeşleştirmenin anlamı ne sizce?
Doğru bir tanımlama ikincisi. Etkilenmemek elde mi? Dönemimizin en belirleyici ismidir Ruhi Su. Ne kadar güzel. Etkilenmek kötü bir şey mi?

Model diye bir şey vardır. Hayatımızda rol modellerimiz vardır mesela. Modeller çok değerlidir. İyi birini model alırsanız eğer, sizin atacağınız her adım da iyi olmak durumundadır. İyi bir şeyi örnek almak iyidir ve de önemlidir. Ama iyi şeyin daha iyisini yapabilmek için de donanım gerekiyor. Donanım olmadan olmaz.  Bilgi ve okuldur, sonrasi iştir, emektir; bu sürecin sonucudur ortaya çıkan eser. 

Ben etkilendim sadece. Onun gibi okumak başka bir şey. Ben hiç öyle okumadım. O tarz zaten çok değerli, çok güzel ve çok etkileyici; ben aynısını yapmayayım diye düşündüm. Hep daha ileri. Hakikaten bizim yaş grubumuzda etkileneceğimiz yegâne isim Ruhi Su’ydu. Müthiş bir şeydi bizim için. Güzel bir dönemin çocuğu oldum. Sizler şanssızsınız bence, onu söyleyeyim. Anadolu kültürüne Amerikan müziği bindirilmiş, Avrupa müziği bindirilmiş. O yüzden "etkilenmek" doğru sözcük. 

Son geldiğimiz noktada sormak isterim, zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz? Bir gününüz mesela. Ne kadarı müzik, ne kadarı eş-dost, ne kadarı kafa dinleme? Aslında bu besteler nasıl çıkıyor, bunu merak ediyorum…
Dediğim gibi, bu bir iş. Enstrümanın başına oturacaksın, yapmak istediğin eseri çalışacaksın. Başka da bir şey yok, artı bir şey yok. 8 saat emeğini vermen gereken bir süreçse vereceksin; onu öyle düşünmek zorundasın. 

'ANADOLU MÜZİĞİ DÜNYA MARKASI OLURDU'

Burada öne çıkan şey disiplin mi yani?
Mutlaka. Disiplin olmadan olmaz. Bu işi iş olarak önüne koyduğun noktada çıkarırsın bir şeyler. Ama bu işi endüstriyel bir iş olarak algılamamak lazım tabii. Bu da duyguların anlatımı, onun disipline edilmesi. İnsanların hepsi hisseder, duyar. “Benim de aklıma şöyle şöyle bir şey geldi”… İşte bu duyguların disipline edilmesi gerekiyor. Bunun için de okul var. Müzik bilgisi de, bu alanda üretim yapmak da; hepsinin yolu eğitimden geçiyor.

Bir nokta daha var… Eğer Anadolu müziği yapacaksanız, “Ben her şeyi okurum, yorumlarım” düşüncesiyle hareket etmek bir işe yaramaz. Operadan örnek vereyim. Şarkıları şahane yorumlarlar, müthiş bir teknikle napolitenleri, aryaları okurlar. Böyle güzel yorumlamayı nasıl öğrendi o insanlar? Şan ve opera bölümlerinde günlük 8 saatlik çalışmalarla öğrendiler. Anadolu müziğinde de “Ben bunu da okurum” diye çıkacaksan ona da 8 saat ayırmak zorundasın kardeşim. Nameler var, ağızlar var; onların hepsini yapacaksınız. Yoksa yok, mümkün değil. Eğer böyle yaklaşılsaydı Anadolu müziği dünya markası olurdu, tıpkı Fado (Portekiz halk müziği) gibi, flamenco gibi, tango gibi...

Yeni çalışmalarınıza geçelim… Planladıklarınızı, hayata geçirmek istediklerinizi okurlarımızla paylaşır mısınız?
Var. “Saz’dan Caz’a” işte. Yunus Emre’nin bir sözü vardır:

“İşbu tenin terkibi od u yel toprak sudur 

Yunus sen gör özünü, suda toprakta mısın?” (Yoldaş Olup Bu Yola)

“Saz’dan Caz’a” çalışmam “Yel”. Od (ateş), yel, toprak ve su. Bu dörtlemenin ilki işte o “Yel / Saz’dan Caz’a” albümü. İkincisi “Toprak”, üçüncüsü “Su”, dördüncüsü “Od” olacak. “Yel” çıktı, “Toprak”a da başladım; diğerleri de peşine gelecek. 

Bir de, şimdiye kadar sahneye koyduğum tüm eserleri stüdyoya sokmak, düzgünce okutmak gibi bir planım var. Ölmesin, yaşasın istiyorum onlar. Tabii bunlar büyük prodüksiyon. Keşke param, şansım olsa da büyük büyük orkestraları stüdyoya hemen sokabilsem. O yüzden o konser kayıtlarıyla, prömiyer kayıtlarıyla yetiniyoruz. 

NÂZIM'IN EVİNDE...

Nâzım’ın evindeyiz, bahçesindeyiz. Birazdan sahneye çıkacaksınız ve Nâzım’dan Nâzım’ı anlatacaksınız insanlara. Buraya gelirken, buradaki düşüncelerinizi-duygularınızı alabilir miyim?
Çok yüksek, çok değerli. Buraya (NHKM) ne zamandır ulaşmak istiyordum fakat ulaşamıyordum. Varlığını uzun yıllardır biliyordum ama bir türlü olmadı. Bir arkadaşımızın aracılığıyla ulaştım sonunda. Arkadaşa “Ben böyle bir şey yapmak istiyorum” dedim, o da “Ağabey, tabii gel” dedi ve gerekli ayarlamaları yaptı. Şimdi de sizin karşınızdayız. Hafiften bir sınav gibi hissediyorum, öyle…