Öfke yoksa, devrim de yok

“Türk Çürümesinde Sanatın Rolü” alt başlığıyla yayınladığı yeni kitabı ÖFKE’yi anlatan soL Portal yazarı Osman Çutsay, “Türk kültür endüstrisi, iç savaş tarafıdır ve düşmanımızdır. Sanatta da iç savaşı kabul edelim. Türkiye’nin bir bütün olarak feraha çıkması için tam da devrimci bir öfkeye ihtiyacı var” diyor. Öfke adlı yeni kitabını, Çutsay’la konuştuk.

Ahmet Çınar

Geçen Nisan ayında yayınlanan yeni kitabı Öfke’nin arka kapağında şöyle diyor Osman Çutsay:

“Türkiye'nin yıkım sürecini sanat dünyasına egemen ‘aydınlatıcılara’, dincileri de liberallere borçluyuz. Etnik ve dinsel delirium'un bir cehenneme çevirebileceği Anadolu'da, felaketimizin sahiplerini alışılmış sağda aramayalım. Onların etkisi dar. Asıl ‘müsebbip’ sola bulaşanlar arasındadır: Türkiye'yi, sanatın ve sanatçının her türlü ileri, sosyalist arayışı boğazladığı bir siyasal coğrafya haline getirenler, pek bir demokrattır. Türk gericiliğinin başarısını, Murat Belge'den Adalet Ağaoğlu'na, Nedim Gürsel'den Orhan Pamuk-Elif Şafak-Ahmet Altan üçüzlerine, onlardan da günümüz ‘Türk şairlerine’ uzanan çok geniş bir hatta görmek zorundayız. Türkiye'ye diz çökertenler, her biri diğerinden daha demokrat bir ‘sanatçı ordusu’dur. Klasik sağ, bunları kullandı. Her biri sermayenin şu veya bu kolunun tetikçisiydi. Açıkçası, büyük Nâzım'a bakarak, sanat dünyamızdaki tek tük devrimci çıkışları fazla abartmayalım.

Türkiye'yi çökerten bu sermaye zihnini, bu teknokrat nefreti açıkça itiraf etmek zorundayız: ‘Sanat ve sanatçılarımız’, Türkiye Cumhuriyeti'nin ileriye doğru sıçramasını, eşitlikçi ve özgürlükçü bir sol cumhuriyet halinde insanlık ailesi içindeki onurlu yerini almasını hiç istemedi. ‘Başarılı sanatçılarımız’, böyle aşkın bir hedef güdenleri topa tutmayı hep en temel görevi saydı. Korkunç bir nefret karşısındayız. Türkiye'yi tarihsel bir meşruiyetin ürünü olarak gören ve onu sosyalist bir aşkınlıkla ileriye taşımak isteyenleri dinci, milliyetçi veya demokrat gerekçelerle topa tutanlar, bu cumhuriyeti ve kurumlarını 1923'ten itibaren ‘anomali’ sayan devrim düşmanları karşısında öfkesiz mi kalmalıydık? Hesap soruyoruz.”

Çutsay’ın bu çarpıcı satırları Öfke’nin nasıl bir kitap olduğuna dair epeyce fikir veriyor ama biz yine de sorularımızı Çutsay’a yönelttik...

“Türk Çürümesinde Sanatın Rolü” alt başlığıyla hazırladığınız “Öfke” adlı kitabınız geçen Nisan ayında Beyaz Baykuş Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu. Okuduğumuzda anlıyoruz ki, bu bir yüzleşme, bir hesaplaşma, bir ödeşme kitabı. Ve adlı adınca da “öfke”li bir kitap. Bu öfkeli kitabı yazmaya iten nedenler neydi sizi? Böyle bir öfkeye ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Türkiye felaketin tam ortasında ve trajedimiz şurada: Türkiye toplumu ve aydın adayları, hatta maalesef bazı aydınları, ki ben teknokratla aydını birbirinden ayırırım, öfkeye karşıdır. “Keskin öfke küpüne zarar” havasındalar. Bense devrimcinin mutlaka öfkeli ve sevecen olduğunu düşünürüm. Öfkesiz hiçbir şey olmaz. Hele Türk kültür endüstrisinin 1980’den bu yana emekçi sınıfları ve aydınları, kısacası Türkiye’de ilerici olan her şeyi düşman ilan ettiği bir iç savaş ortamında. Doğrudur, bu kitap son 50 yılı içeren bir yüzleşme ve hesaplaşmanın özeti: Türkiye’nin bir bütün olarak feraha çıkması için tam da devrimci bir öfkeye ihtiyacı var, onu savunuyor.

İhtiyaç meselesinde sorunumuz yok. Ama bu ihtiyacın reddedilmesi noktasında sorunumuz var: İstemiyorlar. Öfkeden ödleri kopuyor. Derinlemesine ve kendimizi hiçlemeyecek bir hesaplaşmadan korkuyorlar. Çünkü bu işin sosyalizme açılacağını biliyorlar. Sosyalizmden ise nefretleri sonsuz. Türkiye halkı ile aydınları ve aydın adayları öfkeden korkuyor. Ezilmiş köfte gibi bu adamlar ve kadınlar.

Neden mi? Çünkü çıkış noktalarında ortak bir “anomali” saplantısı var. Liberaller, milliyetçiler, dinciler, hepsi ortaktır: Türkiye’nin ve sosyalizmin, özellikle de Türkiye’yi mümkün kılan reel sosyalizmin, tarihsel bir haklılığın ürünü olduğunu kabullenmek istemiyorlar. Dolayısıyla sanat pratiklerimize de onların eğilimlerine uygun bir yumuşakça ideolojisi egemen oluyor. Bunlar Nobel bile alabiliyor. O zaman, ben değil, onlar haklı görünüyor.

Normaldir. Tarihiyle hesaplaşan biziz, o tarihe yapışanlar da her türden teknokrat. Türkiye’nin emekçi halkını korkunç bir karanlığa mahkûm ettiler ve kendilerine benzettiler. Yani şöyle: Türkiye toplumu, Türk kültür endüstrisini; Türk kültür endüstrisi dediğimiz egemen medya nizamı da, Türkiye halkını yansıtıyor. Jakoben bir hırsla araya girmemiz gerek. Biz, bir avuç aydın kavgacı, bu ezici çoğunlukla kavga etmek zorundayız. Şu ana kadar sadece bulunduğumuz yerlerde bayrak gösterebildik. Beyaz bayrak değil ama. Kızıl bayrak. Bu uçsuz bucaksız beyazlık içinde, hemen göze çarpıyoruz. “Cürmümüz” ve “cirmimiz” kadar yer yakıyoruz, tamam, ama etkimiz sanılandan çok büyük. Beyaz ölüm sonsuzluğunda hemen göze çarpan bir kızıl canlılığı temsil ettiğimiz için bütün intikam duygularını da üzerimizde topluyoruz. Türkiye toplumu, aydınlarını çoğaltıp birlikte bir ileri adım atmazsa, bu son kızıl bayraklar da beyaz ölüm sonsuzluğuna gömülüp gidecek. Türkiye ya bu Türk sanat pratiklerini ve Türk kültür endüstrisini yerle bir edecek sol bir öfke ile silkinir ya da sonu gelmiştir. Böyle bir ihtiyaç içindeyiz, evet. Öfkesiz Türkiye artık mümkün değil. Yaşama kudreti yok.

Sizin Öfke’de izini sürdüğünüz izlekle ilişkiniz yeni değil. Yıllar önce YGS Yayınları etiketiyle yayınladığınız “1960’larda Şairin Genç Bir Adam Olarak Portresi” adlı kitabınızda da, sanat, sanatçı, edebiyat, sol, sosyalist mücadele konularını enine boyuna işlemiştiniz. O kitap, şimdi bu “Öfke” kitabının içinde bir bölüm. O kitaptan Öfke’ye epeyce öfke biriktirmiş olmalısınız ki, yeni yazılarla, eklerle, yeni olay ve olgularla yeni bir kitaba dönüştü. O kitaptan bu kitaba, Türk Çürümesinde Sanatın Rolü sizi hayli meşgul eden, hayli kafa yorduğunuz bir mesele, öyle mi anlamalıyız?

Çok büyük bir çürümenin içinden geçiyoruz. Ama son yarım asırda, 70’lerdeki devrimci yükseliş sayılan yılların içinde bile bu çürümenin öncülleri gizliydi. Şiirde büyük bir gerileme yaşandı mesela o yıllarda. Ama bu gerilemeyi bir kısım itirafçı şair “sosyalist ideolojinin kültür alanındaki egemenliğine” bağladı. Oysa mesele, o ideolojik formasyonun devrimci bir biçimde ele alınamamasından kaynaklanıyordu. Sosyalizmin Türkiye için elzem ve gündemde olduğuna inanmayan solcular, edebiyat ve sanat pratiklerinden başlayarak tüm toplumu kendi çıkışsızlıklarına, umutsuzluklarına alet etmeyi başardılar. İmam ve cemaat meselesi: Aydın dediğimiz katmanlar gerekli devrimci atılımı gösteremeyince, emekçi sınıflar da AKP’nin taşıyıcısı olmayı rahatça kabullendiler. Türkiye’de yanlış olarak “aydın” diye anılan, ama en fazla “piyasa çerisi teknokratlar” olarak anılması gereken yazar-çizer tayfasının 1970’lerden beri Yalçın Küçük ile “Türkiye’de sosyalizm mümkün ve acildir” diyen bir avuç devrimciye düşman olması son derece doğal. Büyük beyaz ölüm içindeki kızıl canlılığı temsil ediyorlardı ve bu nedenle ana hedef oldular. Bu kitabım, baştan sona böyle bir toplumsal çürümenin öyküsüdür. Küçük direnişlerimiz, dağlardaki çoban ateşleri veya sanattaki tek tük İnce Memedler (“entelektüel gerilla grupları”), mesela Nâzım, kimseyi aldatmasın. Kazanan gericiliktir, Türkiye kapitalizmidir. Ben bu kapitalizme de onun sanat pratiklerine de karşıyım. Elbette yalnız değilim, ama sayımızın çok da olmadığını biliyorum.

Yine de bizden bu kadar nefret edilmesinin bir nedeni olmalı. Birçok nedeni var: Bir kere biz çürüyen toplumun önderlerine, o çürümüşlüklerini gösteren boy aynasıyız. Ayna tutuyoruz yani. Bir de, Türkiye’deki sanat piyasasının, uşaklardan bir ordunun korumasında olduğunu söylüyoruz. Bizi neden sevsinler ki? Türk çürümesi sanattan başlamış ve topluma yayılmıştır. AKP Türkiye’sinde Nobelli Orhan Pamuk kadar doğal bir şey olamaz. Demek ki sanatın hiç öyle devrimcilikle falan ilişkisi yok. Tersine, devrimcilik sanatın dışında ve hatta ona düşman bir tutum gerektiriyor. Kitapta buna örnekler var. Onları analiz etmeye çalışıyorum.

Öfke yayınlandıktan yaklaşık üç ay sonra Odatv’de “Sanatta sol ambalajlı zır gericiliğe karşı bir savaş açılmalı” başlığını taşıyan ve hayli ilgi uyandıran bir yazınız yayınlandı. Yazının başlığı aynı zamanda bir çağrıyı içeriyordu. O yazı ile Öfke’yi birlikte değerlendirecek olursak, sizin bu kitabınız aynı zamanda okurlara açık ve net bir çağrı içermiyor mu? Okur kitabı bitirdikten sonra bir özel farkındalık ve önemli bir algıyla donanıyor. Kültür-sanat dünyasındaki sığlaşma, liberal savrulma, piyasacılık, çoraklaşma, içeriksizleşmeye karşı bir ayağa kalkma çağrısı. İçinde yaşadığımız yıllarda Türkiye’nin sanatsızlaşmasına, edebiyatsızlaşmasına, kitapsızlaşmasına dair tarihe düşülmüş bir not. Ve açık bir çağrı. Ne dersiniz?

Bizim çok acil bir cepheye ihtiyacımız var. Jakoben kimliğini hiç gizlemeyen bir savaş cephesi bu, açık. Türkiye çöküyor, aydını zaten iyice geri çekilmiş ve teknokratların, yani piyasa çerilerinin egemenliği ayyuka çıkmış. Halkımız her türlü gericiliğe teşne, ama bazen de inanılmaz bir aydınlanmacı çıkış gösterebiliyor. Haziran isyanımız gibi. Bizim koruyucu değil, ileri sıçrayıcı, yani yeni alanlara açılabilen bir atağa, geçmişi korumayan ama geçmişteki devrimci değerleri aşarak bir üst aşamaya geçmeyi hedefleyen atılımlara ihtiyacımız var. “Cephe” dedik de: Ben eleştiri yazıları yazmaya 1980 yılında ve SBF öğrenciliğim sırasında Demirtaş Ceyhun’un Edebiyat Cephesi gazetesinde başladım. Yalçın Küçük Hocamızın aracılığıyla gazetenin Ankara temsilciliğini de, 12 Eylül darbesiyle kapatılıncaya kadar ben üstlenmiştim. Bu gazetenin benden önceki temsilcisi ise bugünün ünlü gazetecisi Ayşenur Arslan (o zamanki soyadı Uyanık) idi. Neyse...

Bu kadar yıl sonra aşkın ve kavgacı, ama derinlikli, yani geçmişi kutsamayan ve o geçmişteki devrimci değerleri mutlaka aşmayı hedefleyen bir cephe temposuyla çalışmamız gerekiyor. Sosyalizme yönelen bir sanat veya edebiyat cephesi içinde benim gibi eleştiri yazarlarının da yeri olacaktır. Bu cephe, mevcut devrimci odakların, dağlardaki çoban ateşlerinin kendilerini tasfiye etmesini gerektirmiyor. Hep birlikte daha yeni ürünler ve kurumlar oluşturmak üzere, mevcut çöp dağını şiddetle reddedebilen bir ağ kurmamız şart. Çürüme varsa, ona direnç gösterenler de olacaktır. Böyle bir cephede mevcut edebiyata ve sanata veryansın edebilenlerin öne çıkması şart. Fakat, malum, fazla sevgiden maraza doğar. Bugün artık edebiyatımızın sevilecek, el üstünde tutulacak hiçbir yanı kalmamıştır. Böyle bir yıkıcı ve yeniden kurucu cephe, Türkiye emekçi halkının hoşnutsuzluklarıyla bir biçimde birleşecektir. 

Öfke hayli sivri dilli bir kitap. Murat Belge’den Adalet Ağaoğlu’na, Nedim Gürsel’den Orhan Pamuk’a, Elif Şafak’tan Ahmet Altan’a, Murathan Mungan’dan Sırrı Süreyya Önder’e dek bir dizi isme şu veya bu bağlamlarda ciddi, sert eleştiriler var. Kitap yayınlanalı üç ayı geçti. Bir geri dönüş, bir itiraz, bir savunma geldi mi? Nedir karşı cephede durum?

Karşı cephe dediğiniz bütün bir Türkiye ve Batı. Yani biz istisnayız. Bizler bu çarpıklıklar ordusuna karşı düzgün durmaya çalışan doğrularız. Yalnız gibiyiz. Göze batan, genel eğilime uymayan bizleriz. Karşı cephe ise her yerde. Kuşatılmış durumdayız. Bunların en büyük silahı “sükût suikasti”dir. Sizi susarak ölüme mahkûm ederler. Bunun için Batı dillerinde özel ifadeler (“killing by silence”, “totschweigen” etc.) var. Türkiye’de gerçekten devrimci ve derinliği arayan insanlara hiç değinilir mi? Bir yerinizden bir uşaklık sinyali vermezseniz, sizden de söz edilmez. Edilirse de yasak savma kabilinden bir değinme olur bu. Hiçbir itirazım yok. Az satışlı devrimci sanat dergilerindeki arkadaşlarla tartışalım yeter. İşgale direnen savaşçılarla fikir alışverişimiz, bu kepaze Türk endüstrisinde görünmekten çok daha önemli bir iştir. Aslolan direnişçilerin birbiriyle haberleşebilmesidir.  

Yerleşik Türk edebiyatı ve sanat pratikleri, Türk kültür endüstrisi yani, tüm yayın olanaklarıyla yerin dibine batabilir. Benim gözüme görünmesinler de kime görünürlerse görünsünler. Ama biz emekçi halkımıza ve onun aydın çocuklarına ulaşmanın yolunu başka biçimlerde mutlaka kurmalıyız. Sözünü ettiğiniz yazarçizerlerin benim yazdıklarımdan haberi bile yoktur, okumazlar, okusalar da anlamazlar zaten. Benden önce Yalçın Küçük’e, Merdan Yanardağ’a, Aydemir Güler ve Kemal Okuyan’a, hatta Metin Çulhaoğlu’na falan bir yanıt verebildiler mi ki, benimle uğraşsınlar? Görmeyeceklerdir. Ayağımızın altında dolanmasın bu cahil uşaklar, yeter. Ama bu uşaklığa, Türkiye toplumunu çürüten bu teknokrat ordusuna karşı mevcut iç savaşın tarafı olduğunu kabul ve ilan eden bir cephe örgütlenmesine acil ihtiyacımız var. Mevcut entelektüel gerilla gruplarını tasfiye etmeyen, tersine, onları birbiriyle haberleşebilir, birbirini güçlendirebilir hale getiren bir “entelektüel şiddet ağından” söz ediyorum. Durum çok vahim.

OSMAN ÇUTSAY KİMDİR?

1958 İstanbul doğumlu. İstanbul Fenerbahçe Lisesi’nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nü bitirdi. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi ile Frankfurt Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okudu. Frankfurt Üniversitesi’ndeki ikinci öğrenciliğinde diploma tezi olarak “12 Eylül darbesinde Alman sosyal demokrasisinin rolünü” inceledi. Bu tezin bazı bölümlerini Cumhuriyet’te dizi olarak yayımladı. 1990’dan bu yana gazeteci olarak Frankfurt’ta yaşıyor. 1993’teki “Entellektüel Şiddetin Eşiğinde” kitabı sonrasında “Gölge Oyunu”, “Sosyalizmin Panzehiri Demokrasi”, “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş” gibi kitaplar ile birçok dergi ve seçki yayımladı. Uzun yıllar Avrupa’da çıkan Cumhuriyet Hafta dergisini yönetti. Halen soL grubu içinde gazeteciliğini sürdürüyor.