Müzisyenin intiharı ya da yokluğu kabul eden milyonlar

Burhan Sönmez, Labirent’te intihar etmek isteyen genç bir müzisyenin hikayesini anlatıyor. Daha önceki romanlarında mağduriyeti ‘soyluluk’la katlanılabilir kılan Sönmez, son kitabında kentli karakterler ve kentli yaşama odaklandığı için bunu da başaramıyor. İnsanlığın kazanımlarından, iyi bir gelecek hayalinden vazgeçmiş karakter, Türk edebiyatında edilgenliğin şahikası olarak sahne alıyor.…

Erkan Yıldız

Burhan Sönmez yeni romanı Labirent’le bir kez daha okur karşısında. Bundan önceki üç romanı ile pek çok ödül alan ve “iyi bir hikaye anlatıcısı” olarak tanımlanan Sönmez’in son kitabının çıkacağı haberi bile okurlarını heyecanlandırmaya yetti. 14 Eylül'de okuyucuyla buluşan Labirent, İletişim Yayınevi tarafından basıldı. Yüz yirmi üç sayfalık roman kendi içinde yedi ayrı bölümden oluşuyor.

“İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar. Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeni çağ romanı.”

Kitap, arka kapağında bu cümlelerle özetlenip, tanımlanıyor.

Arka kapakta anlatıldığı gibi intihar etmek isteyen genç bir müzisyenin hikayesi ile baş başayız. Romanın kahramanı Boratin anlatıcı olarak da kitapta yer alıyor. İstanbul’a taşradan gelmiş, yaşam koşulları iyi, önemli bir müzisyen, gerçek bir gitar virtüözü, grubuyla blues müzik yapan, ilk albümünü çıkarmak üzere olan birisi Boratin. Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar etmeye çalışıyor. Yaptığı atlayış sonunda kaburgaları zarar görürken, belleğini de kaybediyor. Romanın hemen başında Boratin’le Yavuz Çetin arasında benzerlik kurmak için pek çok veri birikiyor önümüzde. Yavuz Çetin, genç yaşına karşın önemli müzisyen, şarkı yazıyor, besteliyor ve iyi bir gitar virtüözü. Blues’u Türkçe ile buluşturan önemli bir müzisyen. O da Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar ediyor. Ve dahası, müzik dünyasında tanınmasını "Labirent" isimli grubuyla bir müzik yarışmasına katılmasına borçlu. Romanın sadece bir yerinde Yavuz Çetin’den Kurt Cobain’le birlikte, o da intihar ettikleri için bahsediliyor. Onun dışında bu doğrultuda ne açık bir ithaf ne de ifade görüyoruz. Bu bilgilere sahip okur kitap boyunca aklının bir kenarında Yavuz Çetin’i tutarak ilerlemek zorunda. Bu benzerlikler tesadüf mü yoksa yazarın bilinçli tercihi mi bilemiyoruz. Ancak ilerleyen günlerde romanın bir de bu tarafıyla gündem olacağını öngörmek mümkün.

İSYAN YERİNE ‘SOYLU’ BİR KATLANMA

Burhan Sönmez kendisine has bir üsluba sahip edebiyatçılarımızdan. İlk üç kitabında bu üslubun devamlılığını ve gelişimini izlemek mümkün. Gelişigüzel yazmıyor. Yazdıklarına harcadığı yoğun emek kendisini gösteriyor. Okuru etkisine alan, “iyi bir hikaye anlatıcısı” olarak tanımlanmasının nedenlerinden biri bu olsa gerek.

Burhan Sönmez’in roman kahramanları genellikle bir tür bilgelik barındırıyor. Bu bilgelik kahramanların karşılaştıkları ya da içinde bulundukları kötü durumlara karşı verdikleri tepkilerde kendisini gösteriyor. Bu kötü durumlara isyan etmekten çok ona “soylu” bir şekilde katlanan kahramanları var. Mağduriyeti katlanılabilir kılan bu soyluluk, kahramanların eski zamanlardan günümüze taşıdığı hikayelerle zenginleşiyor. Roman içinde Sönmez’in sıklıkla başvurduğu bu kısa hikayeler/meseller karakterlere bilgelik katarken romana “masalsı bir anlatım” kazandırıyor. Bu masalsılık ise gerçekliği bükmeye, gerçeklikten kaçmaya, durumu katlanılabilir kılmaya yarıyor. Burhan Sönmez ilk üç romanıyla bu bütünlük içerisinde okurun vicdanını fethetti diyebiliriz.

Labirent, kimi açılardan Burhan Sönmez’in ilk üç romanındaki üslubun dışına çıktığına işaret ediyor. Yine “iyi bir hikaye anlatıcısı” Burhan Sönmez. Ancak bu sefer hikaye anlatma biçimi ile karakterleri arasında uyumsuzluk göze çarpıyor. Bunun sebebini karakterlerin kültürel köklerinde aramak doğru olabilir. İlk üç romanın karakterlerinin her biri geçmişlerinin, köylerinin, çocukluklarının izlerini taşımaya devam ederler. Labirent’in karakteri Boratin ve ona eşlik eden Efendi, Bek, Bakkal, Saatçi diğer üç romanın aksine kentli yaşamın her açıdan parçası olarak karşımıza çıkıyor. Dinledikleri müzik, sahip oldukları derinlik ya da sığlık, hayata bakışları, kaygıları her şeyi ile kent tarafından belirleniyorlar. Oysa, örneğin Masumlar’ın Tawosu da, İstanbul İstanbul’un Küheylan Dayısı da çocukluklarında kulaklarına fısıldanan sözlerin, köylerindeki yaşamlarının izlerini taşımaya devam ediyorlar. Bu kültürel yapıları nedeniyle de Burhan Sönmez’in üslubunu oluşturan unsurlarla uyum içindeydiler. Mağduriyetlerini örtebilecekleri soyluluk ve kendilerine bilgelik katan hikaye/mesellerle uyumlarını da tam olarak buna borçludurlar. Oysa Boratin ve diğerleri için bu mümkün değil. Labirent’te geçen iki hikaye/meselle bu durumu örneklemeye çalışalım.

“Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kaybolmuş ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. Olmaz, demiş genç adam, seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun. Ama, demiş yaşlı adam, ben çıkmayan yolları öğrendim.” (s. 61)

“Eskiden, iyi bir filozof ile iyi bir firavun yaşarmış. Her şeyi bilen, bilmedikleriniyse gece gündüz çalışıp bulan Filozof bir gün heyecanla Firavun’a gelmiş. Müjde, demiş, yazıyı icat ettim. O nedir, diye sormuş Firavun. İzninizle, izah edeyim, demiş Filozof. Her sözümüzün karşılığı olarak ayrı bir işaret çizeceğiz tabletlere. Bu işaretlerin anlamını bilen başkaları, bizim yokluğumuzda tabletlere baktığında işaretleri anlayacaklar. Sesimizi duymadan, ne dediğimizi bilecekler. Müthiş değil mi? Evet, demiş Firavun, düşünceli bir halde. Sonra eklemiş: Ama müthiş olan her şey iyi midir, bundan emin değilim. Senin yazın, insanların arasına mesafe koyacak. İnsandan insana aktarılan söz varken, yazı insanların arasına duvar örecek. Bunun iyiliğinden şüphe ederim.” (s. 54)

Tawo ile Küheylan Dayı’nın dünyasına ait bu satırlar Bek, Efendi, Saatçi ya da Boratin tarafından dile getirildiğinde etkisini kaybediyor. Hal böyle olunca ilk üç kitabın alamet-i farikası sayabileceğimiz unsurların bütünlüğü kaybolmuş olarak karşımıza çıkıyor. Bütünlüğü kaybolan Labirent’te, ortaya konan mağduriyetlerin okurun vicdanını önceki romanlarda olduğu gibi fethetme şansı bulunmuyor.

ANLATILAN LABİRENT DEĞİL FASİT DAİRE

Az önce söyledik. Burhan Sönmez üslubunu gelişigüzel yazarak oluşturmadı. Yazdığı satırlarda büyük bir işçiliğin izini sürmek mümkün. Labirent bu açıdan da diğer romanlardan ayrılıyor. Kitapta sayfalarca hareket bildiren cümle, betimleme mevcut. Baktı, kalktı, geçti, gitti, düştü, içti, gördü vb. Kitabın tamamına yayılan bu anlatım biçimi başlangıçta sizi bir yere taşıyacakmış izlenimi yaratsa da her seferinde boşlukta asılı kalıyor. Burhan Sönmez iki sebeple bunu tercih etmiş olabilir. Birincisi kitabın adıyla uyumlu olarak Boratin’in labirent içindeki benliğinin çıkışı bulamayan arayışına işaret etmek, ikincisi ise kitabın arka kapağındaki yazıyla uyumlu bir şekilde yüzeydeki hüznü derinliğe ulaştıracak akıntıya meyil yaratmak. Ne yazık ki öyle olmadığını söylememiz gerek. Tüm o sayfalar, tekrarlar derinlikten çok dağınıklık, Labirent’ten çok fasit bir daireyi işaret ediyor.

Denilebilir ki bu dağınıklıkla belleğini kaybetmiş Boratin’in düşünce dünyasının dağınıklığı, hayatın parçalarını bir araya getirmekte ortaya çıkan zorlanmaları, bağ kuramaması pekiştiriliyor. Hayal gücünün sınırı yok elbette. Ancak buna elimizde tuttuğumuz kitap Burhan Sönmez’in romanı değil de Nijinsky’nin Günlüğü (*) olsaydı belki o zaman hak verebilirdik.

“…bir yeni çağın romanı.” Kitabın arka kapağında Labirent böyle tanımlanıyor. Kitabı artık biliyoruz. Fakat yeni çağ ile ne kastedildiğini bilmiyoruz. Tıpkı kitabın sonuna kadar Boratin’in neden intihar ettiğini ya da tekrar neden intihar etmediğini anlayamadığımız gibi.

Bundan yaklaşık otuz yıl kadar önce “tarihin sonu” ilan edildi. Kuşkusuz bu ilanı gerçekleştirenler kendi kurulu düzenlerinin değişmezliğine, mutlaklığına aynı anlama gelmek üzere tanrısallığına işaret ediyorlardı. “Tarihin sonu” insanlığa distopik bir gelecek vaadi demekti. Birey olmak için geçmiş-bugün ve gelecek arasında bağ kurmaya çalışmak manasını kaybetmişti. Tüm bunlar için kaygılanmak yerine “anı yaşa”manın yolunu bulmalıydı insanlar. Birey olmak, mutlu olmak, güven içinde olmak için insanoğlunun ihtiyacı olan şey buydu. Yeryüzünde kurulu düzenin sahipleri hala bunun peşinde. Buna ikna ettikleri insan sayısı ne kadar artarsa kişilik sahibi birey sayısının azalacağını, insanların iyi bir gelecek hayalinden, geçmişte insanlığın kazanım hanesine yazılanlardan kolayca vazgeçeceklerini biliyorlar. Aslında farklı bir yoldan geçseler de hepsi Boratin gibi olacaklar. Köprüden atlayıp bellek kaybına uğramalarına gerek yok.

“Sarı ışık yeşilin veya kırmızının habercisi mi yoksa kendisi için mi yanıyor? Geçmek ile durmak arasında varlık ile yokluk arasında asılı duruyor.” (s. 87) Konuşan Boratin’in iç sesidir. Varlıkla yokluk arasında asılı duran bir sarkaçtır Boratin. Dışarıdan bir itki olmazsa gidemiyor, gelemiyor, yapamıyor, kalamıyor. Düşemiyor bile. Sonsuz bir edilgenlik içerisinde yiyor, içiyor, duruyor. Ama bırakmıyorlar ki durduğu yerde dursun. Ona bir geçmiş biçip bir gelecek uyduruyorlar. Dürtüyorlar Boratin’i. Oysa bıraksalar bir rüyada yaşayacak. “Rüyada geçmiş yoktur. İnsan yalnızca o anı yaşar rüyada, geçmişi bilmez.” (s. 31)

VARLIKLA YOKLUK ARASINDAKİ ÇİZGİDE AYAĞA KALKANLAR

Boratin, Türk edebiyatında edilgenliğin şahikası bir karakter olarak sahne alıyor. Bireyi ortadan kaldıran, önemsiz hale getiren bir karakter bu. Ben kimim diye bile değil neyim diye soran bu karakteri sevmemizi, Boratin’in çıkardığı sese vicdanımızda yer açmamızı bekliyor Burhan Sönmez. Açıkça söylemek gerekir ki çıkan ses oldukça kulak tırmalayıcı, rahatsızlık verici bir ses.

Kitabın raflara çıktığı gün Üçüncü Havalimanı işçilerinden de bir ses yükseldi: Köle değiliz! Taleplerine baktığımızda geçmişlerini yani kendileri gibi olanların elde ettikleri kazanımları kaybettiklerini ve iyi bir gelecek kurma hayallerinin de aynı oranda zayıfladığını görmek mümkün. İşçiler, varlıklarını kanıtladıktan yüzlerce yıl sonra "tahta kurusu olmayan yatak” istediler. “Sağlıklı, temiz yemek” istediler. “Aşağılanmak” istemediklerini söylediler. Varlıkla yokluk arasında bir çizgi çizeceksek eğer o işçilerle talepleri arasında çizmek gerekir.

Vicdanımızda, aklımızda yer açacaksak Boratin’in hikayesine değil varlıkla yokluk arasındaki çizgide ayağa kalkıp köle değiliz diyenlerin sesine kocaman bir yer açmalıyız.

(*) Vaslav Fomich Nijinsky, Nijinsky Günlüğü (YKY, 2006)