Her gecenin bir sabahı: Yok mu? Var (*)

Yürüyen Merdiven'in ikilisi Yiğit Özatalay ve Mustafa Kemal Emirel, 22 Şubat Cuma akşamı NHKM'de bir konser verecekler. Konser öncesinde Özatalay ve Emirel ile yeni albümleri, müziğe yaklaşımları ve yaratım süreçlerine dair ucu açık bir söyleşi gerçekleştirdik...

Görüşme: Çağrı Kınıkoğlu, Ulaş Özer

Yürüyen Merdiven, Türkiye’de önemli bir müzikal ufuk ortaya koyan bir caz ikilisi. Sadece caz alanında değil, müziğin diğer dallarında da benzerine pek rastlanmayan bir dinamizm ve yoğunluk sergiliyorlar eserlerinde.

22 Şubat Cuma akşamı NHKM’de verecekleri konser öncesinde Yürüyen Merdiven’i oluşturan Yiğit Özatalay ve Mustafa Kemal Emirel ile yeni albümleri, müziğe yaklaşımları ve yaratım süreçlerine dair ucu açık bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu keyifli ve zengin söyleşi için Yiğit ve Kemal’e çok teşekkür ederiz.

Şimdi sıra siz soL okurlarında...

Çağrı Kınıkoğlu: Yaklaşık iki ay önce, 20 Aralık 2018’deki albüm tanıtım konserinin ardından bu defa da 22 Şubat’ta Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde sahne alacaksınız. Önce o tanıtım konserinden başlasak... O güzel akşamda sizi dinleme şansını yakalayanlardan biri olarak kimi izlenimlerimi paylaşmak istiyorum başlarken: Beni en çok müziğinizin enerjisi ve gücü etkiledi. O konserden önce albümü özellikle dinlememiştim; ilk defa konserde karşılaşmak istedim yaptıklarınızla. Açıkçası konserin ardından yerimde duramadım. İki ayrı imge canlandı zihnimde: Bir insan düşünelim, uçabileceğini fark ediyor ve gerçekten de uçmaya başlıyor. Büyük bir şaşkınlık, heyecan ve çok büyük bir güç hisseder ya insan böyle bir şey yaşasa... “Bunu yapabiliyorum!” coşkusu... Öyle bir şey. İkinci imge de bir buzkıran gemisi canlandı zihnimde. Buzkıran gemisini bilirsiniz. Buzların içinde alelade, gösterişsiz bir gemi. Ama o yalınlık içinde büyük bir güç vardır ya böyle bir gemide. Yüzlerce kilometre boyunca kaskatı olmuş o yoğunluğu, buzu, sakince yara yara ilerler. İşte bu iki imgeyle tanımlayabileceğimiz bir güç hissettim müziğinizde. Yani gösterişli olmayan, son derece olgun, sakin, gücünün farkında ve o gücün, gerektiği yerde dozunu da artıracak şekilde kullanma yeteneğine de sahip... Sizin bu müzikleri yaparken düşündüklerinizle benim zihnimde oluşan imgeler örtüşüyor mu, ne dersiniz?

Ulaş Özer: Çağrı'nın sorusuna ben de bir ek yapayım. İlk albümün hemen sonrasında da bir röportaj yapmıştık sizinle. İlk albümünüz de son derece başarılıydı fakat bu albümde derinleşen, olgunlaşmış bir müzikle karşılaştım ben. Bugün dünyada ve Türkiye'deki müzik üretimine baktığımızda bu üretimlerin niteliğinin belirgin şekilde düştüğünü görüyoruz. Bu anlamda sizin müziğinizin burada olumsuz bir anlamla sözünü ettiğim akıntıya direndiğini, hatta buna karşı yol aldığını; iki albüm arasında geçen süreç içinde müzikal üretimimizin niteliğinin, anlatım gücünün belirgin şekilde arttığını gördüm ben. Bu gücü nereden alıyorsunuz?

Mustafa Kemal Emirel: Endüstriyel bir müzik ortamına boğulmuş durumdayız şu anda. Bu, aptallaştırıcı bir ortam. Şu haliyle insanların kafasını açan, duygularını rahatça dışa vurduğu bir alan değil. Bu ortamın bize çizdiği yolun tersine gitmek isteyenler de bu çerçevenin dışında kalıp bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Türkiye'de bu işler biraz daha zor. Bu nedenle benzer kaygıları olan pek çok müzisyen gitmeyi düşünüyor. Bizim tavrımız, parayı ve maddi bir beklentiyi kenara koymakla alakalı. Çağrı'nın sözünü ettiği imgelere dair de bir şeyler söylemek istiyorum. Buz kırma, kanatlanma... Müzik çok farklı bir ritüel benim için, değişik psikolojik süreçleri olan... Konser esnasında bir müzisyen kendisiyle yüzleşiyor ve kendini bırakmaya çalışıyor. Derinleştiren bir şey; kendine dair bir takım şeyleri kırıyorsun. Ne kadar bunları kırıp kendinizi bırakabilirseniz de, o kadar iyi müzik yapmaya başlıyorsunuz. Bunu hep birlikte yapıyorsunuz ve insanlara da bunu yansıtıyorsunuz. Müzik benim için böyle bir ritüel. Bu nedenle senin zihninde canlanan imgeler beni heyecanlandırdı. Ben böyle çaldığımda hafifliyorum mesela. Senin kanatlanma ya da uçma olarak tanımladığın, benim için böyle bir şey.

Ç.K.: Piyasaya dair bir şey söyledin. “O boğuyor, bunaltıyor... Bunun dışında bir şeyler yapmak isteyen yurt dışına çıkıyor” dedin. Yalnız, alternatif bir şey yapmaya çalışan müzisyenlerden benim gördüğüm, orada ya da burada, daha kişisel, bireysel; daha kapalı bir müzikal yaklaşım... Dolayısıyla o bizim bahsettiğimiz türden bir güç ve enerji çıkmıyor buradan. Sizde farklı bir durum söz konusu. Belki, bir başka imgeden yardım alalım; lokomotif gibi bir imgeyle alabiliriz bunu. Sanki sizin peşinize biz dünyayı taksak onu çeke çeke gideceksiniz neredeyse. Kişiselleşen, içe dönen ve kendini düşünen bir güç değil bu. Elbette bu üretim sürecinin kişisel bir boyutu da vardır, bunun olmadığı söylenemez zaten. Yine de spiritüel bir içerik değil müziğinizde öne çıkan.

Yiğit Özatalay: Bir kanatlanma ve buz kıran imgesinden söz ettik. Kemal'in buna dair söylediklerine katılıyorum. Zaten burada bir bütünlük olmasaydı Yürüyen Merdiven de olmazdı. Bizi güçlü kılan şeylerin başında aslında bu var. Biz Kemal'le sadece müziği paylaşmıyoruz. Eskiye dayanan bir dostluğumuz var. Birbirimizin dünyaya karşı nasıl durduğunu biliyoruz. Bununla ilgili uzun bir geçmişimiz var. Senin az önce Kemal'in içe dönüklük vurgusuna dair söylediğinle ilgili de şunu söyleyebilirim. Evet, içinde yaşadığımız dünyaya dair sözümüzü söyleme ve bununla deneysel tavrımızı bütünleştirme isteğiyle üretiyoruz müziğimizi. Bence Yürüyen Merdiven'e anlamını veren şiirle, tiyatroyla, çevremizde olup bitenlerle, güncel olaylara bakış açımızla kurduğu ilişki. Yani bu ilişkiyi canlı tutma isteği...

M.K.E.: Biz Yiğit'le hayatımızın farklı dönemlerini birlikte geçirdik. Aynı okulda, aynı sınıfta, aynı evde, aynı sokakta “yaşadık”... Artık aramızda sözel olmayan da bir ilişki oluştu ve bu, müzik yaratmak için bence çok temel bir gereklilik. Benim aradığım, duymak istediğim böyle bir müzik. İki kişinin, üç kişinin sanki tek kişiymiş gibi çalması... Böyle bir müziğin çıkabilmesi için insanların birbirini tanıması, zaman zaman tartışması, kavga etmesi, birbirini affetmesi, kendisiyle hesaplaşması, bunları yaşayıp aşması da lazım bu üretim esnasında. Bir de Yiğit'le birbirimize çok benzediğimizi düşünüyorum. Hem kişilik hem de dünyaya dair ortak hedeflerimiz bakımından... Bir de insanın kendine edindiği prensiplerle alakalı bir yanı da var: Dürüst bir insansındır ve yalan söyleyen bir insanla birlikteyken rahat edemezsin ya... Belki kötü taraflarımız da birbirimize benziyordur, hiç düşünmedim (Gülüyor)...

Y.Ö.: Sanırım müziği ikimiz de bir araç olarak algılıyoruz değil mi? Yani, şu yaşadığımız hayattan ayrı bir yere koymuyoruz müziği. “Şimdi konuşalım ya da hadi şimdi tartışalım” demiyoruz ya hayatımızın akışı içinde, müzik de öyle aslında. Özel bir deneyim olarak müziğe yüklediğimiz anlamın benzediğini ve müziğin aramızdaki iletişime bir araç olduğunu düşünüyorum. Bu bir konuşmaya, tartışmaya ya da onun söyleyeceklerini tahmin edip, şaşırtmaya dönüşüyor aramızda.

Ç.K.: Konuyu Ulaş’ın açtığı noktaya getireceğim yine. Uzun süre bir yaşamı, üretimi paylaşan insanlar arasında ilişki bazı açılardan kolaylaşabilir fakat zamanla bazı alışkanlıklar bu birlikteliği ve üretimi köreltebilir de, tekrara da düşebilir. Sizde bu anlamda sadece birbirini tanıma ve yakın olma değil de başka dinamikler de işlemiş sanki... Sadece iç dünyayı ilgilendiren bir iletişimi aşan bir şey var bence sizin iki albüm arasındaki sıçramanızda. Kendisini tekrar eden bir ilişki kurma hâlinden ziyade güçlenen ve derinleşen bir anlatım var ortada. Ulaş olgunlaşma demişti. Müziğinizdeki bu sıçramayı sağlayan şey ne?

Y.Ö.: Bu önüne geçilemez bir şey. İki sene sonra çok daha iyisini yapacağız belki de. Ama bir taraftan bunun böyle olacağını da bilemeyiz. Bu belirsizliğin kendisi de geliştirici bence. Şöyle yanları da var: İkinci albüm için çok daha yoğun bir çalışma süreci geçirdik. Bazı tercihlerinizi de değişti. Teknik ve kayıt süreci bağlamında da... Mix ve mastering bu bakımdan çok önemli unsurlar. “Kayıt sürecini nasıl planlayalım, birlikte çalacağımız insanları nasıl davet edip, kaydı nasıl gerçekleştirebiliriz?” gibi, ilk albümden deneyim kazandığımız konular vardı. Orada yaptığımız hataları yapmamaya çalıştık. Parça sıralamasından tutun, genel olarak nasıl bir albüm bütünlüğü kuracağımıza kadar pek çok başlığa kafa yorduk. Ama şu da var, burada sunduğumuz parçalar bizim birinci albümden sonra ürettiğimiz parçalar değil sadece. Çok uzun zamandır çaldığımız parçalar da var bu albümde. Başka bir biçimde olan fakat süreç içinde yeniden biçimlendirdiğimiz parçalar... Yani bu, kazanda sürekli kaynayan bir malzemeydi, biz bunu bir albüm haline getirdik. Ve tabii ki bunu yaparken deneyimlerimizden faydalandık. Bir yandan da yeni müzisyenlerle hazırladık bu albümü. Karakter açısından da bu albümü biraz daha Türkiyeli bir albüm gibi hissediyorum. Udun kattığı, türkünün kattığı karakterler var. Bir de coğrafi bir karakter var. Elbette birinci albümde de ülkemizin ses dünyasından beslenen “İstanbul” gibi bir parçamız vardı. Bu albümde bir Kerkük türküsü, iki parçada udun sahneye çıkması ve parça isimlerinden de bir coğrafi yön kurma amacı var. “Güney” mesela bir coğrafi imge aslında, taşıdığı diğer anlamların yanında. “Milano” bir coğrafi imge. “Yaylalar” ve “Şellale”... bunlar da coğrafi imgeler. Elbette yaşanmışlıkların da içinde olduğu çeşitli anlamları var bu parçaların.

U.Ö.: Bu topraklara, bu coğrafyaya ait çalgılar, özellikle Avrupa ve ABD'de, daha çok Orta Doğu müziğine yaslanarak, daha açık söylersek Orta Doğu’daki halleriyle yer alıyorlar buradaki müzikal üretimlerde. Fakat sizin albümünüzde, udun kullanımı özellikle, böyle değil. Udu bir Orta Doğu çalgısı olarak duymadık burada. Bir başka örnek de “Yaylalar” parçası... Makamsallığın farklılığına yaslanan parçalar değil. Çok açık ki ayağını bastığı zemin bu topraklar fakat evrensele hiçbir zorlama olmaksızın ulaşmış bir müzikal yapısı var bu parçanın da. İlk dinlediğimde Ahmet Adnan Saygun'un “Demet Suiti”ndeki “Horon”u çağrıştırdı bana.

M.K.E.: Benim tarih ve coğrafyam iyi değildi, zayıf alırdım hep! (Gülüyor.) Görebildiğim kadarıyla şöyle: Tavır anlamında genel olarak coğrafyanın etkisinin artık azaldığını düşünüyorum. Artık dünyanın her tarafından çok şey dinleyebiliyorsun.

Ç.K.: Ama çok yakın dönemlere kadar müzikte, oryantalist, egzotik üslup çok kullanıldı gerçekten. Hani Nâzım Hikmet'in “Piyer Loti” şiiri vardır ya, orada kızar hani “sen Doğu derken mihraceler, şallar, tüller, cariyeler, haremde kadınlardan bahsediyorsun ama Şark böyle bir yer değil” diyor... Hollywood sinemasında da vardır böyle bir anlatım: Bağdat Hırsızı, Indiana Jones filan gibi şu “kült” adlandırması yapılan filmlerde, kemerli pencereler, kubbeler, sivri uçlu pabuçlar... Doğu böyle bir yer değil halbuki: Emperyalizmin, cehalete mahkum ettiği halkın kanını, iliğini emdiği bir yer Doğu. Bu “oryantalist ufkun ekmeğini” bir sürü müzisyen gerçekten çok yedi bir dönem, “world music” diye. Sizin öyle bir tutumunuz kesinlikle yok.

Y.Ö.: Yerelliğin bir krema olarak kullanıldığı kötü örnekler çok var. Hem hayatta hem müzikte, o bütünselliği çok önemsediğimiz için, yani caza da yerelliğe de az önce sözünü ettiğim türden bir “krema” olarak yaklaşmıyoruz. Aslında müziği bütün olarak görüyoruz. Ne klasik, ne caz, ne yerel... hatta ne edebiyat, ne tiyatro. Bunların ne kadar birleşir, bütün oluşturursa o kadar anlamlı olacağını düşünüyorum. Var olan tanımlardan hareket etmektense kendimiz tanımlamaya çalışıyoruz yaptığımız şeyi.

Ç.K.: Yine baştaki noktaya geliyoruz. Ana akım denilen şeye ters yüzmek var burada. Akışla zıtlaşmak. Bu zamanın ruhu, diğer alanlarda da öyle, feci bir uzmanlaşmaya, bir tek türün, bir tek biçimin, bir tek tarzın üreticisi veya takipçisi olmaya doğru sıkıştırıyor insanı. Hani “marka olmak” denir ya... Aslında dayatılan ve talep edilen şey, pazara belirli kalıplara uygun bir meta sunmak ve bunu yaparken de piyasa içinde belirli bir özellikle kendini diğer metalardan ayrıştırmak... Siz bunun tersine bütünleştirici bir yol izliyorsunuz.

Y.Ö.: Bunu ne kadar yapabiliyoruz bilemiyorum ama en azından niyetimiz bu.

Ç.K.: Beslendiğiniz kanallar da birbirinden çok ayrı değil, hepsiyle bir bütünlük oluşturmayı gözetiyorsunuz. Söylediklerinden böyle bir şey anladım. Bunu şuraya bağlayalım o zaman: Mesela şunu da konuşmuştuk Ulaş’la, röportaja çalışırken: şiirle ilişkiniz, şiire yaklaşımınız mesela. Pek sık rastlanmayacak niteliğe sahip, bize göre.

U.Ö.: Şiirin müzikal kullanımı daha çok…

Ç.K.: Katılır mısınız bilmiyorum ama şöyle bir örnek geldi aklıma… Genco Erkal sizinle de Nâzım şiiri okuyor, örneğin Fazıl Say’la da Nâzım şiiri okuyor. Bende şöyle bir intiba oluşmuş durumda: Fazıl Say'ın Nâzım Oratoryosu'nda, müzik ve şiir birbirinden ayrı ögelermiş gibi geliyor bana.  Sizde ise Genco Erkal da, şiir de birer enstrüman gibi genel bir atmosferi birlikte inşa ediyor. Bu çok enteresan ve özgün bir yaklaşım şiire... “Biri daha iyi, diğeri daha kötü” gibi bir karşılaştırma yapmak istemiyorum tabii; bizde, yaklaşımlarda bir fark olduğu düşüncesi oluştu, sadece onu vurgulamak ve anlamak için soruyorum…

U.Ö.: Şöyle bir şey de var: Bence Genco Erkal’ı, Nâzım Oratoryosu’ndan çıkarttığımız zaman ciddi bir boşluk kalıyor. Genco Erkal’dan Nâzım’ı dinlemenin özel bir yeri var elbette. Yine de ama mesela “Bugün Pazar”ı Genco Erkal’sız da sizden keyifle dinleyebiliyorum. Ya da “Sıcaktı” eminim ki Genco Erkal’sız da başlı başına bir parça. İkisi birlikte başka bir şey olmuş. Şiir şiirlikten çıkmış, müzik de şiirle başka bir şey olmuş. Bu ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?

M.K.E.: Çok küçük bir şey söyleyeyim. Orda bir icra meselesi var bence, bu bir. İkincisi bestecilik ve şiir düzlemlerinin örtüştürülebilme başarısı diyebilirim ki o da Yiğit ‘le alakalı.

U.Ö.: Örneğin ezgisel bir yapı kurmamayı tercih ediyorsunuz. Olduğu gibi kullanıyorsunuz şiiri mesela “Sıcaktı” ve “Bugün Pazar”da.

Y.Ö.: Şiir, müzik ve ritimle çok alakalı. Ve ritim bence Yürüyen Merdiven’in karakterinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü ikimiz de vurmalı enstrümanlar çalıyoruz aslında. Şiiri müziklendirmek ya da herhangi bir metni müziklendirmek o metnin ritmini algılamayı, o ritimle beraber yürümeyi, o akışı anlayabilmeyi gerektiriyor. Yani o müziği bozmadan ancak biz bir şeyler ekleyebiliriz diye düşünüyoruz. O frekansı, o dalgaları yakalamak gerekiyor. Tabii ki bu, sürekli o metinle yaşamak, onu kafada bir yerde tutup sürekli bir adım öne taşımak da çok uzun bir süreçte gerçekleşiyor. Bir anda oluşan besteler değil bunlar açıkçası. Ve tabi ki o formlar. Çünkü ben her ne kadar bestecisi olsam da düzenlemeleri beraber yapıyoruz. Bu metin müzik içerisinde nasıl iyi duyulur, bunu beraber düşünüyoruz. O akışı nasıl sağlarız ve bir forma dökebiliriz… Düzenleme de besteye inanılmaz katkı sağlayan bir şey olduğu için bu birlikte işleyen bir süreç...

M.K.E.: ...desek de işin çoğunu Yiğit yapıp getiriyor, yüzde doksanı filan bitmiş bir şekilde geliyor yani.

Y.Ö.: Ben öyle düşünmüyorum. Yani şöyle, biz türleri nasıl krema olarak düşünmüyorsak, bence davul da bu işin kreması değil kesinlikle, bu işin yapısında, strüktüründe var olan bir şey. Yani oradaki her dokunuş şiirdeki her sözün ritmiyle beraber aynı düzlemde ilerliyor... Bu “aynı düzlem” meselesi bizim için önemli. Bu, metin-müzik için de düşünülebilir, davul-piyano için de düşünülebilir, türler için de düşünülebilir, yani Genco Erkal’ın sesi ile “Sıcaktı” arasında da düşünülebilir. Biz düzlemleri farklılaştırmadan ya da bu diğerinden üstte diye düşünmeden yaklaşıyoruz…

M.K.E.: Zor olan şey, herkesin müziğin bütününü düşünüyor olması; yani ben mesela davulu davulcu gibi çalmamaya çalışıyorum. Davulcu gibi çalmışım dediğim şeyler hep kötüydü benim için. Çünkü davul müzikte eridiği zaman belli bir güzellik ortaya çıkıyor. Yani piyanoyla, sözle iç içe geçtiği zaman... O zaman da davul, davul olmaktan çıkıyor zaten. Bu piyano için de geçerli. Hep birlikte bir şey yapmaya dönüyor... “Vaay piyaniste bak” ya da “vaay davulcuya” bak gibi şeylerin olmaması gerekiyor.

Ç.K.: Biraz daha açar mısın ne kastettiğini? Önemli şeyler bunlar...

M.K.E.: Ne kastettiğimi çözebilsek zaten herhalde hep beraber usta olacağız… (Gülüyor.)

Ç.K.: Müziği tamamen analitik hale getirmeyelim tabii ki ve her ayrıntıyı tanımlamaya çalışmayalım elbette ama yine de ne kastettiğini biraz daha açıklar mısın?

M.K.E.: Ben şunu anladım kendimce: Müzik yapmak aslında müzik yapmaktan bir yandan da bağımsız bir şey. Hayatı doğru yaşamak lazım, hayatı nasıl yaşadığınla da alakalı bir durum.

Y.Ö.: Benim aklıma Hanns Eisler’in bir sözü geldi şimdi, “Sadece müzikten anlayan müziği de anlayamaz.” Bu senin demek istediğin şey sanki.

M.K.E.: Evet, evet. O kadar geniş bir olgu ki, sadece müzik için de değil, başlı başına herhangi bir şeyi yapmak için de geçerli... Sizin istemediğiniz yerlere getireceğim konuyu ama… Çok içsel konular bunlar. İnsanın kendisini çözmesi, problemleriyle yüzleşmesi vs. Ben mesela bir kayda giriyorum, bir sürü yanlış görüyorum ve başlıyorum kendimi eleştirmeye. Hoşuma gitmiyor belki, hiçbirimizin hoşuna gitmez, ama bunu yapınca ilerlemeye başlıyorsun. Müzik biraz müzik olmaktan çıkıyor başka bir şeye hizmet etmeye başlıyor, seni oluşturmaya başlıyor. Müzikle kendini oluşturuyorsun aslında. O yüzden de demiyor muyuz insanlar sanatla uğraşırsa daha iyi iletişim kurarız, daha kolay mutlu oluruz. Biraz böyle bir tarafı var işin.

Y.Ö.: İlk albümdeki son parçamız “Direndikçe” idi ve onun üzerinden konuştuğumuz bir şey vardı. Bu direniş sadece insanın toplumsallığı içinde değil, birey olarak kendi iç direnişini de içeren bir direniş. Yani bunu yapmayan bir insan toplumsal anlamda da zaten yararlı olamaz, o direnişi tam hak ettiği bir yere kavuşturamaz. Yani bu bireyle toplum arasındaki diyalektiktir.

Ç.K.: “Sizin istemediğiniz yerler” diyorsun ama (gülüyoruz hep birlikte) sonuçta tabi ki şöyle bir mesele var: İnsan “ben oldum artık” deyip kendiyle yetinmeye başladığı andan itibaren, aslında ölmeye başlıyor. O anlamda kendine de meydan okumalı insan sürekli, dış dünyaya da. O ikisi birbirinden zaten ayrılamıyor.

M.K.E.: Bence tamamen onunla alakalı. Öyle bir yanı değil de, en başta ona hizmet ediyor. gibi, en başta yani. Sonrasında diğer bütün şeyler oluşuyor. Müzik yapabiliyorsun, bir şeyler yapabiliyorsun ve müzik yapabilecek hale geldiğin için zaten böyle bir şey oluyor, müzik oluyor. Sadece müzik değil, insanlarla da daha düzgün iletişim kurabilecek bir kişiye dönüşüyorsun. Mesela bazı arkadaşlarım var, abi diyorum bence sen çok iyi enstrüman çalarsın, klarnete başlamak istiyor mesela. Niye abi diyor, çünkü enstrüman çalmayla bunun seni getireceği yere sen zaten kafa olarak gelmişsin, kafan açık, kendinle ilgili, çelişkilerinle ilgili, iç dünyanda bir dengen var ve çok hızlı bir biçimde o enstrümana hakim olup bir şeyler çıkartabilecek bir güce sahipsin, diyorum. Mevzuya biraz böyle bakıyorum.

Y.Ö.: Ben o bütünlükten hareketle, bütünlüklü yaklaşıyorsak hayata o iç ve dış direnişi birbirinden ayırmıyorum. Yani şöyle bir durum var, sizin de tanımlarınızdan hareketle, eğer içine kapanık bir müzik hissetmiyorsak Yürüyen Merdiven’de, bunun aslında en büyük katkısı da bizim seçtiğimiz metinlerden, o metinlerin içinde yaşadığımız dünyaya dair, dış dünyaya dair söylediklerinden geliyor. Çünkü biz bu albümü kaydettiğimiz stüdyodan dışarıya adım attığımız zaman örneğin, bu günümüz dünyasının o, nasıl diyelim, saldırısıyla karşı karşıya kalıyoruz ve buna karşı söylediğimiz sözler karakterimizi de koruyor diye düşünüyorum. Yani işin bu tarafı azımsanmayacak ölçüde.

U.Ö.: Her albümün düşünsel bir omurgası olur ya, bu albümde var mı böyle bir şey?

Y.Ö.: Özellikle şunu söyleyeceğiz diye konuşmadık.

M.K.E.: Biraz sürece bıraktık aslında. “Bakalım ne çıkacak” dedik.

M.K.E.: Bu çok kaotik bir süreç ya, “üretmek” bile doğru kelime değil belki. Bir şey çıkıyor ortaya o senin bir miktar kontrolün dahilinde. Bir araştırma meselesi albüm aslında. İletişimini geliştirme, kendini, müziğini bulma gibi şeyler…

U.Ö.: Bir anlamda rastlantısal bir şeyden mi bahsediyorsun?

M.K.E.: Rastlantısal değil tabi ki ama rastlantıların da hafifsenemeyecek bir payı var. Çünkü her şarkıyı aynı şekilde çalamıyoruz, çalamaz kimse. Çalarsa müzik olmaz. İşin içinde bir, düzensizleştiren, rastgele hale getiren bir şey var. Zaten kontrol etmeye çalışıyoruz bir sürü şeyi de… Biraz araştırmak istemekle alakalı bu. Yürüyen bir merdiven yani.

Y.Ö.: Yani yolda olmak, ilerliyor olmak bizim için önemli. Hani Aruoba’nın “yolunu yer kılmak” diye bir tanımı vardır ya. Biz de yolda olmayı önemsiyoruz ve bunu eğer ileriye taşıyabiliyorsak ve bu süreçte daha önce söylediklerimizi tekrar etmiyorsak (şu da var, tekrar etmenin içine yüklediğimiz anlam aynı şekilde söylemek olmayabilir çünkü tekrarın tekrarsızlığı diye bir tanım var, Nâzım’ın da söylediği… Yani aynı içeriği farklı biçimlerde de sunabilirsin. Ve bu çok değerlidir bence) Biz bunu da yapabiliyorsak, bu da önemli bir şey. Ya da tam tersi, yani bir biçimi farklı içeriklerde sunmak da mümkün olabilir. Bizi tutan bizimle ortaklık taşıyan birçok küme vardı ilk albümle ikinci albüm arasında. Ama bir yandan da zenginliği artıran, denemediğimiz alanları da bize açan, Kemal’in dediği gibi, düzensizlikler ile düzenlilik arasında bir diyalektik kuran bir yapı bu aslında. Özellikle “biz şunu anlatacağız” diye çıkmadık yola. Yani o başlıktan çok altındaki bizi ilgilendiriyor.

Ç.K.: Diyorsunuz ki yakın ilişkimiz var, birbirimizi tanıyoruz, paylaşım düzeyi hem yoğun hem sıkı, anladığım kadarıyla. Dolayısıyla o rastlantısallık, sınırlı bir alan içindeki bir rastlantısallık.

Y.Ö.: Kesinlikle. Oradaki sınır önemli.

Ç.K.: Kiminle çalacağınız, kimin size o albümde eşlik edeceği, kimin sizin sesinize katılmasını istediğiniz, açıkça bir seçim. Elbette kayıt günü ya da provalar sırasında daha önce düşünmediğiniz bir şey orda cereyan eder ve “Aa! buradan yürüyelim,” demiş olabilirsiniz, bu anlamda matematiksel bir kesinlik değil tabi ki kastettiğim. Yine de sınırlarını köşeli çizmediğiniz ama sınırları belirli bir yol var ortada ve mesela Angelika’ya diyorsunuz ki, “biz yolun şurasında seninle yürümek istiyoruz, gelir misin?” Orada yürüyorsunuz beraber ve artık ne olacaksa olacak. Ama Angelika ile beraber yürüyorsunuz. Yani başka biriyle yürüyormuşsunuz gibi şeyler yaşayamazsınız orda. O kadar rastlantısal değil o.

M.K.E.: Benim kastettiğim müziğin kendi doğasındaki rastlantısallık. İrrasyonel bir sayının kendi içindeki rastlantısallığının bir düzen haline gelmesi gibi. Yani orada bir irrasyonel sayının bir sonraki basamağını hiçbir zaman tahmin edemiyorsun ya. Pi sayısının bilmem kaçıncı basamağı ileri düzeydeki bilgisayarlarda devamlı bulunuyor, niye, çünkü düzenli bir patern yok orda, rastgeleliğin kendisi bir düzen. Müzik de öyle yani, bir saniye sonra şunu yapayım diyemiyorsun. Dediğin zaman, dinle işte o kaydı, baştan çalayım diyorsun.

Ç.K.: “Biraz sonra şunu yapayım,” diye düşündüğünü anlıyorsun.

M.K.E.: Tabi tabi orda bir “enayilik” oluyor, bir samimiyetsizlik. Orada işte o bilinmeyenle alakalı bir şey var. Bir saniye sonrasında şu olacak ya da şu olmalı diye bir endişen olmaması gerekiyor.

Y.Ö.: Burada şunu da eklemek istiyorum: Bu düzen-düzensizlik dengesi sanatta yeterlikte yazdığım tezle ilgili. Çünkü Eco’nun “Açık Yapıt”ı üzerinden bir şey yazıyorum. Eco kitabın bir yerinde şöyle bir şey söylüyor ki onu ben bizim müziğimizle de bağdaştırıyorum: “Hayat rastlantısaldır ama onu bizim hayatımız haline getiren denetim, kontrol ve seçimdir.” Tam olarak senin söylediğinle uyuşuyor sanırım bu tanım. Biz bir olanaklar alanı belirliyoruz ve belirsizlikler olsa dahi, bizim elimizde olan biz seçtiğimizde anlam kazanabilir. Buradaki irade bence önemli, ne seçtiğimiz, nasıl bir olanaklar alanı belirlediğimiz, nelerden bahsetmediğimiz, ne olmadığıyla da ilgili bir tanım var ortada. Yani evet “bu, şudur” diye bahsetmek bir tanım olabilir ama “bu, şu değildir” demek de bir tanım. Sanırım bunu önemsiyoruz.

Ç.K.: Ekip konusunu biraz daha konuşalım mı?

Y.Ö.: Tabi ki.

Ç.K.: Herkesi saymak mümkün değil şu anda ve herkesin değerli katkıları var mutlaka ama örneğin neden Kristian Lind (kontrbas), Angelika Niescier (saksofon) ya da Ülkü Aybala Sunat (vokal) sizden davet aldı? Neden onları seçtiniz? Siz ikiniz aranızdaki ilişki gereği rahat olabiliyorsunuz, birbirinize güveniyorsunuz, kimse kendi şovunu yapmayacak orada, bunu biliyorsunuz. Birlikte yürüyeceğiniz insanları seçerken de böyle şeyleri mi gözetiyorsunuz? Belirli bir niteliği zaten gözetiyorsunuzdur, onun ötesine geçerken neye göre seçim yapıyorsunuz?

Y.Ö.: Sanırım bizim için samimiyet önemli. Tabii ki alanını en iyi şekilde icra edebilen, ortaya koyabilen insanlar olması da önemli ama o samimiyet, o frekans ortaklığı ve uyum yani armoni meselesi biraz da. Hakikaten birlikte çalınan insanı, aynı birlikte tınlayan sesler gibi düşünmek lazım. Bir akorun oluşabilmesi için seslerin belli bir düzen içinde bir araya gelmesi ve konuşmaları gerekiyor. Bu albümde bize katkı sunan insanlar açısından çok şanslıyız bence. Elbette bu şununla da ilgili: Elimizde bir malzeme var, diyelim ki “Şellale” var. Bu parça nasıl kendini daha iyi gerçekleştirebilir, buna ne lazım…

M.K.E.: Kimi arıyor bu şarkı, neyi arıyor…

Y.Ö.: Evet. Yani bunun neye ihtiyacı var, bunu düşünerek yol aldık bu süreçte. Bunun uda mı ihtiyacı var peki udun kime ihtiyacı var gibi…

M.K.E.: Yiğit’le hedeflerimizin ortaklığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben daha şık giyinmeyi seven ve burnu havada bir insan olsaydım o zaman belki hedeflerimiz şaşardı.

Y.Ö.: Hayat ortaklığı...

M.K.E.: Tabi, tabi. O zaman ben derdim ki ben şöyle bir ses istiyorum şöyle bir ud istiyorum, biraz daha havalı bir ud istiyorum belki, o daha mütevazi bir şey isteyecekti muhtemelen.

Y.Ö.: Şu da var. Her iki albümümüzdeki bu insan kümesi hep kendi tanıştıklarımızın, içinde olduğumuz başka projelerin veya tamamen arkadaşlıklarımızın yani beraber duygusal ve üretim bazlı bir alışverişte bulunduğumuz insanların potası... Yani bir de öyle bir şansımız var. Dışarıdan birini ithal etmiyoruz aslında. Zaten bu bütünlüğü de bozar. Bu insanla bir ortaklık kuramamışsak daha öncesinde zaten genellikle o insan dahil olamıyor.

Ç.K.: Şiir mevzusuna geri dönmek istiyorum. Nâzım bestelediğiniz için Nâzım’ı epeyce okuduğunuzu tahmin ediyorum ikinizin de. O yüzden söyleyeceğim şeyi hemen anlayacağınızı da tahmin ediyorum. Çok sinematografik bir şiiri vardır ya Nâzım’ın. Okurken neredeyse film izliyor gibi olur insan. Yoğun bir atmosfer eşlik eder... Özellikle Nâzım bestelerinizin bir atmosferi de var mesela. Sıcaktı’da, Masalların Masalı’nda, Bugün Pazar’da… Ben sanki Bugün Pazar’ın sözlerini duymasam bile güneşli bir pazar günü olduğu izlenimine neredeyse kapılırım. En azından duygu olarak. Bu benim abartarak yakıştırdığım bir şey mi yoksa size de öyle geliyor mu? O şiirlerin bestelenişi esnasında atmosfer oluşturmayı da gözetiyor musunuz? Yani “nasıl beste yapıyorsunuz?” gibi saçma bir soru sormak istemiyorum ama bir taraftan da sormuş olayım (Gülüyor).

M.K.E.: Sende güneşli bir şeyler uyandırıyor, bende de böyle korkunç acılı bir şeyler uyandırıyor. Ama sonuç itibariyle herkeste bir şey uyandıracak bir potansiyeli var. İyi bir eserin ortak etkisi bence o. Kişiyi kendinden alması…

U.Ö.: Başarının kıstası da aslında biraz böyle. Örneğin Chopin’in 12 numaralı “İhtilâl” etüdünü dinlediğimde, bu müziğin ismini bilmeden bile bestecinin beni götürmek istediği yerde buluyorum kendimi.

Ç.K.: Mazhar Alanson’un söylediği gibi değil pek o zaman: Hani “siz onu bir kadına yazdım zannediyorsunuz ama ben aslında onu Kabe için yazdım,” demişti; “o da nerden çıktı,” diyesi geliyor insanın. Benim güneşli bir sabah hissiyatıma karşılık Kemal, sen derin acılar çağrıştırdığını söyledin ya; Nâzım’ın pozisyonu o aslında bu şiiri yazarken: Bir taraftan güneşli bir pazar gününden bahsediyor ama bundan bahseden kişi bir mahkum ve hapishanenin avlusunda duyumsuyor ve anlatıyor bunu. Dolayısıyla acı tarafı da ve o duruma rağmen orada ona mutluluk verecek bir şeyi yakalaması, aynı mevzunun farklı yüzleri. Kadın ve Kabe gibi kel alaka şeyler değil aslında.

Y.Ö.: Mesela hemen aklıma şu geldi senin bu anlatımından. Ellerinize ve Yalana Dair’de de şöyle bir tanım geçer: “bu ölümlü bu yaşanası dünyada…” Yani dünyayı hem ölümlü hem de yaşanası olarak tanımlaması bende çok derin bir etki yaratır.

Ç.K.: Sabah gazetesi röportajları meselesine geçelim mi, ne dersiniz? Aynı gemide miyiz, değil miyiz şimdi? Netleştirelim.

M.K.E.: Biz buzkıran gemisinde olmaya çalışıyoruz abi, sen dedin ya!.. (Kahkahalar)

Ç.K.: Bu yeterince açıklayıcı oldu aslında! (Hep beraber gülüyoruz)

(...)

Not: Bu söyleşi neredeyse bu kadar daha devam etti. Yaratım süreçlerinin ideolojik karakteri, bireysel ve toplumsal boyutları, müzik ve sanat üzerine epeyce söyleştik. Ancak soL Portal okuyucularının sabrını daha fazla zorlamamak için burada kesiyoruz. Yürüyen Merdiven’in başka neler anlattığını merak edenleri, bu ikiliyle buluşmanın en güzel mecrası olarak konsere (NHKM Kadıköy’de 22 Şubat’ta gerçekleşecek), bu konsere gelemeyecekleri ise ikilinin “Çınar, Güneş ve Bir Deli” ve “Yok mu, Var” albümlerini dinlemeye davet ediyoruz.

(*) Başlıkta, Yürüyen Merdiven’in son albümünde yer alan “Bilmece” ve “Yok mu, Var” parçalarından esinlenilmiştir.