‘Direniş tüm toplumu Hababam Sınıfı yaptı’

“Taksim’i ilk kez Ertem Eğilmez kazdırdı ‘Köyden İndim Şehire’de. Onlar hazine bulmaya çalışıyorlardı. Bu gençler Gezi Parkı’nın yıkımını engelleyerek buldu hazineyi orada."

Görüşme: Çağrı Kınıkoğlu - soL

Türkiye sinemasının özellikle 1950’lerin sonları ve 1970’lerin sonları arasında kendini ortaya koymuş olan ve Yeşilçam olarak adlandırılan dönemi, üzerinde durulmaya ve incelenmeye değer bir sinema ve dönem. İlgiyi hak etmesinin nedeni, sanatsal anlamda yetkin ürünler ortaya konmuş olması değil. Hatta belirli açılardan (sinema kavrayışının geriliği, toplumsal yaşamı analiz edememesi, aydın kimliğine ve toplumsal eleştiriye uzaklığı, teknik yetersizlikler, vb.) yoğun ve sistemli bir eleştiriyi gerektiren bu dönem ve sinema, bir yandan da sosyolojik açıdan ilginç ve anlamlı veriler sunuyor. Öncelikle şunu vurgulamalı: Homojen bir Yeşilçam yok koşullara, kişilere, gişe hesaplarına fazlasıyla mahkum bir sinema bu. Örneğin 1950’lerin erken Yeşilçam’ı ile 1970’lerin Yeşilçam’ı bu anlamda farklı. Bu nedenle konu üzerinde konuşurken “sevgide şiddet, ilgide tenkit” ilkesini unutmamakta fayda var. Bunlardan hareketle devam edelim: Yeşilçam söz konusu olduğunda da 1970’ler, özel bir dönem. Dönemi özel kılan unsurlardan biri, bugün bile hâlâ televizyonlarda bıkıp usanmadan izlenilen, karakterleri sohbetlerde hatırlanan, insani sıcaklık, neşe denince hemen akla gelen, sosyal medyada sahneleri paylaşılan filmlere alan açmış olması.

‘Saf insan’ın siyasallaşması

Bu döneme tartışmasız bir şekilde damga vuran isimlerden biri ise Ertem Eğilmez. Kendi adıyla anılan bir ekolün yaratıcısı, bu filmleri nasıl üretebildi? Yaratıcılığı nerelerden beslendi? Ölüm yıldönümünde, bu konuları ve daha pek çok konuyu masaya yatırdığımız bir görüşme yaptık, sinema yazarı ve çevirmen Veysel Atayman ile. Ertem Eğilmez, 1929 doğumlu, cumhuriyetin ilk kuşaklarından. İktisat okumuş. İstanbul’a geldikten sonra ticaretle uğraşıyor, hatta bakkal dükkanı açıyor ama esas ticareti yayıncılık. Bir yayınevi kuruyor. Mickey Spillane’in o popüler polisiye Mike Hammer romanlarından yola çıkıp, Mayk Hammer romanlarını yazdırıyor Kemal Tahir’e! Daha sonra sinema şirketini kuruyor, 1964’den itibaren sinemaya geçiyor. 1974’e kadar yaptığı filmler ise esas olarak melodramlar. Veysel Atayman, “Sinemamızın Komediyle İmtihanı” adlı kitabında, hem dünya sinemasında komedi türüne, hem Türkiye’de komedi sinemasının tarihine eğiliyor güncelliğe de belirli bir yaklaşım üretiyor. Söyleşimiz sırasında pek çok başlık açıldı, dallandı budaklandı konu. Sınırlı yerimiz nedeniyle, odağında Hababam Sınıfı’nın olduğu kısmı aktarabiliyoruz maalesef yalnızca. Atayman’ın şu iki tezini mutlaka aktarmamız lazım, söyleşinin omurgasında bunlar var çünkü: Öncelikle, Türkiye’de sinemanın laik, aydınlanmacı bir çizgide seyrettiğini ifade ediyor Atayman. Her ne kadar insanlar birden kör olsalar, hastalansalar ya da tam tersine birden iyileşip, görmeye başlasalar bile, bunların tanrısal müdahaleler olmaktan ziyade, sinema açısından teknik çözümler zemininde şekillendiğini ifade etti filmsel dünyada bozulan dengenin yeniden sağlanıp düzene kavuşmasının gayet dünyevi bir zeminde gerçekleştiğini vurguladı. İkinci önemli tezi ise şu: Bu sinemanın merkezde olanın soyut bir “saf insan” kavrayışı bulunuyor. Kirlenmemiş, temiz, neredeyse Rousseau‘nun betimlediği gibi, “medeniyetin henüz bozmadığı” bir insan… 1970’lerde bu “soyut/saf insan”ın yoğun bir siyasal mücadele içine girdiğini, kendi sorunlarıyla memleketin sorunları arasında giderek politikleşen bir bağ kurmaya başladığını biliyoruz...

‘FİLM BİR ADAM’DA SOSYAL GERÇEKÇİLİK

Benim en çok merak ettiğim konulardan biri şu: 1970’lerin hemen başlarından itibaren Eğilmez’in yaptığı filmlerde, sosyal gerçekliğe dönük ilginç bir yakınlık var, anlatma gayreti var. Ertem Eğilmez, kendisi hakkında şurada burada söylenenlerden yola çıkarsak, değil politik olmak, politikadan nefret eden, sinema camiasından insanların lümpen olduğunu söyledikleri, küfürbaz, “film bir adam”. Böyle bir figürün sinemasında böyle bir sosyal gerçeklik nasıl yer bulabildi?

Hababam Sınıfı’na buradan yaklaşmayı, dönemi buradan konuşmayı anlamlı buluyorum. 1975’te gösterime girdi ilk film. Rıfat Ilgaz’ın romanı ile bağları nispeten zayıftır filmin. Bir edebiyat uyarlaması olarak sorunludur. Rıfat Ilgaz’ın, bu uyarlama sürecinde çokça mağdur edildiğini de biliyoruz. Hababam Sınıfı’nın uyarlanmasında öyle problemler var. Şunu da ekleyelim: Batı sinemasından da biliyoruz, dünya sinemasından da: Hiçbir yönetmen sinemaya aldığı edebiyata sadık kalma konusunda bir söz veremez çünkü tutamaz o sözünü. Öyle bir şey -sinemanın bugünkü düzeyini hesaba katarsak- mümkün değil. Filme gelince... Hababam Sınıfı, bence bugün en güncel filmlerden biri. Dışarının güvensizliğine karşılık güvenli bir adadır Hababam Sınıfı: Habire duvarlardan kaçılarak geri dönülen bir ada... Kel Mahmut’un otoritesi tam da Cumhuriyet’i simgeler. Bütün o otoriteye, yaptırımlara rağmen müthiş sevilen de bir karakterdir. Hatta çocuklar o otoritenin kendileriyle ilgilenmesi için sürekli girişimlerde bulunurlar adeta. Sürekli olarak bir sınamaya tabi tutulan, sınırlarına kadar zorlanılan bir otorite. Ama zorlamak derken, ne yaparlar, kopya çekerler, kimi hocalarla dalga geçer, alaya alırlar. Aslında ilginç bir nokta da şu: Bildiğimiz anlamda bir devlet okulu değildir orası. Bir kolejdir. Çocukların çoğu parayla okur orada. Hatta bir sermayedarlık sorunu vardır, kârlılık sorunu nedeniyle okulun kapanması gündeme gelir zaman zaman. Böyle baktığımız vakit eleştirel ve çok girdili bir yapı çıkıyor karşımıza. Dışarısı denen ve ürkütücü olabilen bir yaşama karşılık kendi içine kapalı, güvenli bir ortamdır o sınıf, okul. Elitler okulu değildir bununla birlikte: Toplumun çeşitli kesimlerinden ama aşağı yukarı birbiriyle eşit gibi duran bir topluluk vardır orada. John Ford’un Stagecoach filmi gibi... Orada da posta arabasında bir araya gelen toplumun çeşitli kesimlerin, bir kalden bir kaleye, dışarıyla minimum temasta yaptıkları yolculukları üzerinden anlatılır mesele. Hababam Sınıfı’nda da öyle. Bir araya gelmiş o insanlar, aslında ilerici, bilime müthiş bir saygı gösteren, kendilerine gerçekten bir şey öğretebileni gerçek hoca olarak kabul eden bir topluluk. O filmlerin en çok sevdiğim bir yanı da ne kadar büyürsek büyüyelim, hepimizin içindeki ölmeyen çocuğu göstermesidir. O çocuklar dışarının sertliklerine çarptığı zaman ise deliler gibi üzülürüz. Gezi sürecinde olduğu gibi...

MAHALLE DAYANIŞMASI STÜDYOYA GEÇERKEN...

Ben hep şununla karşı karşıya kaldım kendi adıma: O güzel çocuklar nelere maruz bırakılıyor ve ben bu yaşımda, dışarıda o ölürken kendi adıma ne kadar yaşamaya hakkım olduğunu sorguluyorum, inanılmaz şeyler yaşatıyor bu insana. Sadece hıncı aşan bir şey bu, bir çocukluk ruhu aynı zamanda. Temel gereksinimleri karşılamak ve oyun oynamak öyle büyük kahramanlıklar yapalım, savaşlar çıkaralım, böyle hırslar filan yoktur. Hababam Sınıfı ve o okul böyle. Görece güvenli, içine kapalı ve belirli değerleri kendi bünyesinde yaşatan bir mekandır. Dışarıda o değerlerin ne durumda olduğuna dair bir en ufak bir şey yoktur. O öğrencilerden birini takip etse film, dışarıda neler yaşadığını da gösterse, bir tanesini ailesiyle neler yaşadığını gösterecek şekilde anlatsa, film çöker. Sanki adeta cumhuriyetin başına neler geleceğini önceden görmüş gibi, belli değerleri yaşatmak için oraya kapamıştır. Okulda doğum yapan kıza bile sevgi gösteren, kolektif, dayanışmacı bir yapı ve ilişkiler var orada. Bu dayanışmacılık çok önemli: Zeki-Metin filmlerinin kimilerinde de vardır bu, bu defa mahalle dayanışması olarak. Ertem Eğilmez’in filmleridir onlar da yine. Orada da mahalleler kendi içine kapalı toplumsallıklardır, mahallenin dışına ancak çalışmak için vb. gidilir. Uçurumlar yoktur mahallenin içinde. Kendi içinde hayata ayak uydurmaya çalışan insanların dayanışması işlenir. Bu çok önemlidir. Nitekim sonradan televizyona yapılan kimi mahalleli diziler de ilk başta tutmuştur ama sonradan anlamsızlaşmıştır, ilginç bir duygu vardır onlarda, biraz stüdyo mahallelerdir onlar, çünkü mahalle denen mekanda artık o dayanışmadan eser kalmamıştır.

REFLEKS OLARAK POLİTİK BAKIŞ

Haziran Direnişi’nin kendisi de böyle bir şey yaratmadı mı: Dayanışmayı, yan yana durmayı, satmamayı, birlikteliği, sevgiyi ördü bir anlamda.

Tam da o. Taksim’i ilk kez Ertem Eğilmez kazdırdı Köyden İndim Şehire’de, onlar hazine bulmaya çalışıyorlardı bu gençler Gezi Parkı’nın yıkımını engelleyerek buldu hazineyi orada. Ertem’in filminde saflıkla kazıyorlardı, burada ise haince, saflıkla ilgisi olmayan, kıyım anlamında bir şeye engel olundu. Ağaçlara, parklara, insanlara kıymak anlamında. Buna engel olundu. Sanatın böyle bir özelliği de var işte: Birbiriyle alakasız görünen meseleleri birbirine bağlamaya olanak veriyor. Gezi’nin bu anlamda bir Hababam Sınıfı özelliği var kesinlikle. Dayanışmanın, birlikteliğin yanı sıra, bir haz boyutu var işin: O hocaların kandırılması, dalga geçmeler, o müthiş ironiyi ve ondan alınan müthiş hazzı da gördük Gezi’de. Ama bu defa çocukların o duvarların içine geri dönmemesi lazım. Kendini yeniden sınıfa kapamaması lazım. Bu değerler yaşarsa ve toplumsallaşırsa anlamlı. Yoksa, o yakın dönemde çekilen Hababam Sınıfı filmlerini gördük, berbat filmlerdi onlar, çünkü yaşamdan kaynaklanan bir değerler sistemine yaslanmıyorlardı. Ne bir değere, ne bir tarih kavrayışına rastlayamadık onlarda. Onlarda rezil sululuklardan başka bir şey yoktu. Ortada gezinen bir kalabalık ancak... Bu nedenle önem taşıyor 1970’lerdeki o filmler. İstediğimiz kadar bu gibi filmlerin yönetmenlerinin, mesela Ertem Eğilmez’in politik düşünmediğini bilelim, zihne yerleşmiş bir refleks var bunlarda adeta.

ARABULUCULUKTAN SIYRILAN KOMİK ÖĞE

Toplumsal mücadeleler ve o politizasyon sayesinde bir şekilde yaratıcının zihninde, sezgilerinde bu reflekse yer açılıyor demek ki. Peki, konunun diğer boyutuna gelsek: Klişeler, alışkanlıklar, hatta ilginin istismarı... Bunlar için ne söylenebilir? Bir tür popülizm var mı bunlarda?

Frank Capra’nın 1930’larda yaptığı filmler geliyor aklıma. Onlarda da müthiş bir idealizasyon, meleklerin filan sokaklarda dolaştığı betimlemeler vardı. Bunlar ilişkilendirilebilir elbette ama Ertem Eğilmez’de bence başka bir şey daha var: Bir gün bu duvarları aştığımızda, mahallede çıktığımızda, dışarıda da buradaki gibi bir yaşam sürme hayali... Bir tür beklemedir bu, bekleme dünyası gibidir dünyaları. “Küçük insan”ın dünyası bekleme dünyasıdır aynı zamanda. Bu küçük insanı simgeleyecek belirli tipler kurulmuştur ve o tipler üzerinden geçer her şey izleyiciye. Komedi sinemasında bu çok önemlidir. Şarlo, Lorel-Hardy, Şvayk, Şaban, Güdük Necmi, Ferit, Kel Mahmut, Hafize Ana vb. Ayşecik vb. filmlerdeki tiplere göre, başka türlü bir tip var burada.

Toplumsal anlamda sınıf kavramından kaçtığını söylediğimiz Yeşilçam’da özellikle 1970’lerde bu tipler aracılığıyla aksediyor toplumsal çatışmalar ve sorunlar...

Şöyle ilginç bir şey var: Komedi sinemasında tipler aslında hep arabulucudur. Patronla, ağayla geri kalanların arasını yapar. Komiklikleri üzerinden bağışlanabilirler. Ama 1970’lerde arabuluculuktan sıyrılma gibi bir durum var. Bir tür refleks gibi, o dönemin siyasallığı bir şekilde yansımıştır bu filmlere.

Bunlar hep şunu çağrıştırdı bana: Ertem Eğilmez ekolü diyelim, bir tür ütopyacı düşünce gibi sanki. Bilimden yana, iyimser, mizahı çok yoğun, adalet, dayanışma, sistemleştirilmiş bir ahlak... Hababam Sınıfı’nı bir adaya benzetmeniz de destekliyor bunu. Thomas More’un Ütopyası gibi, bir adadaki ideal yaşantı tasavvuru vardır ütopyacılarda. Biz şu anda nerede konuşuyoruz? Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde...

Bir adada yani, neredeyse bir ütopyada. Bu yapıyı, ilişkileri toplumsallaştırmak, içine kapanmadan, hayata açmak şimdi önümüzde bu var. Umut diyelim, arzu diyelim, ütopya diyelim, arada ne fark var ki? Arzularımızın bizi götürdüğü dünya, daha iyi bir dünya arzusu, istediği gibi yaşayabileceği, isterse içkisini içebileceği, kitaplıklarını kurup okuyabileceği, dans edebileceği bir dünya hayali… Kapitalizmin küstahlığı işte tam da buna engel oluyor.