Akif Kurtuluş'la söyleşi: Ben hep Ekim Devrimi’nin idealleriyle yaşadım ve yaşayacağım

Akif Kurtuluş'la Politika ve Sanat kitabı üzerine...

soL Kültür – Kaya Tokmakçıoğlu

Kitabınız ilk olarak yayımlanalı 25 yıl olmuş. 1992 yılı, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün hemen sonrasına denk gelen bir tarih. Ancak kitabın hazırlanış süreci muhakkak daha öncesine gidiyordur. Kitabın altyapısının oluşturulması, materyallerin toplanması, Manchester ve Londra’daki kütüphanelerde çalışma döneminiz gibi bir ön çalışmayı da düşünecek ve bunu yaklaşık Perestroika dönemiyle bir tutacak olursak, bu kitabı yazmaya iten saiklerin, motivasyon kaynağının ne olduğundan başlayalım, isterseniz.

Aslında şöyle: 80’li yılların başında biz Yarın dergisini çıkartırken toplumcu gerçekçilik tartışmaları halen sürmekteydi. Bildiğiniz gibi daha öncesine gider aslında bu tartışma ama. Şiirde İkinci Yeni’ye ateş edilirken  kullanılan silahlardan biri de buydu. Attilâ İlhan’ın toplumsal gerçekçiliği, öte yandan toplumcu gerçekçilik, ya da sosyalist gerçekçilik. Ben edebiyatın meseleleriyle uğraşan birisi olarak bunun ne olduğunu anlamak istiyordum. Bir de şu var tabii: Ben Ekim Devrimi’nin idealleriyle siyasi terbiyemi oluşturmuş birisiyim. Dolayısıyla devrimden sonra benzer meselelerin o toplumda nasıl tartışıldığını, pratikte nasıl uygulandıklarını anlamaya çalışıyordum. Bir ezberim yoktu, doğrusunu isterseniz. Bir komünist olarak “Ben sosyalist gerçekçiliğe laf ettirmem, kardeşim,” diye ortaya atılan birisi değildim. Önce oradaki mesele nedir, onu anlamaya çalışıyordum. Çünkü şöyle bir ortam vardı: sosyalist gerçekçiliğe ya küfür ediliyordu, ya da sosyalist gerçekçilik kutsal ilan ediliyordu. Devrimcilerin hemen hemen tamamı için sosyalist gerçekçilik bir kutsaldı. Şimdi bu başlık, daha sonra Edebiyat Dostları dergisini çıkarırken de daha yakın bir meselem haline gelmeye başladı. Kitabı yazmaya başladığımda da Perestroika dönemi, daha sonra Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi bir süreç gerçekleşti ama bu süreç beni hiç etkilemedi. Yani bu kitabın kendisinde var olan Ekim Devrimi ideallerinin bir devletin siyasi süreçlerini aşan bir tarafı olduğunu düşünüyordum, hâlâ da öyle düşünüyorum. Bu, insanlığın yakıcı, can alıcı sorunlarından bir tanesidir; o noktada bir devlet çözüldü, başka bir devlet kuruldu ama ben bunu sosyalizmin yenilgisi olarak tarif etmedim, edemezdim.

Kitabın alt başlığı Ekim Devrimi 1917-1932. Belli bir tarihsel döneme odaklanıyorsunuz. Bunun gerekçelerine sonra geleceğiz. İçindekilere baktığımız zaman Proletkült, RAPP’tan Sosyalist Gerçekçiliğe ve Maksim Gorki başlıklı üç bölüm görüyoruz. İktidarın alınışından sosyalist gerçekçiliğin resmî bir kültür-sanat politikası olarak kendini dayattığı sürece baktığımızda, Proletkült’ün sizin bu alana dair tezinizde önemli bir yere oturduğunu düşünüyorum. Buradan devam edelim mi?

Bu kitabı yazdıktan sonra edindiğim bilgilerin, bugün de bu kitabı yazsam bana gene aynı şeyleri yazdıracağını düşünüyorum. Proletkült, sosyalist iktidarın ilk olarak kurulduğu ülkedeki çok özgün bir deneyimdir, kültürel anlamda tabii. Zaten Proletkült ile beraber siyaset alanındaki diğer inisiyatiflere baktığınız zaman Proletkült’ün çok istisnai, çok ayrıksı olmadığını görürsünüz. Örneğin bir tarafta İşçi Konseyleri var, bu tarafta da Proletkült var. Bazı özgün işlerin acemilikle yapılabileceğini düşünüyorum. İşçilerin, köylülerin ilk defa bir sosyalist devrimle karşılaştıklarını hayal edin. Bu noktada Proletkült çok özgün bir örnek oluşturur, çünkü inisiyatif kendisindedir. Devletin müdahil olmadığı bir özerkliğe sahiptir. Bu nedenle de önemlidir.

Aslında bu bahsettiğimiz zaman dilimindeki devletin bir tür geçiş sürecinde olduğundan bahsedebiliriz, sanırım. Proletarya diktatörlüğünün nüvelerini de içinde barındıran bir zaman dilimi. Kültürel ya da herhangi başka bir alana müdahil olmamasının çelişkileri ya da ne dereceye kadar müdahil olması gerektiğine dair tartışmaların da bu bağlamda ele alınması gerektiğini düşünüyorum doğrusunu isterseniz.

Aslında 1930’lara kadar Sovyetler’de proletarya diktatörlüğünden bahsetmemizin zor olduğunu düşünüyorum. Proletarya diktatörlüğü tam da tek ülkede sosyalizmin kendini dayattığı noktada ortaya çıkıyor, diyebiliriz.

NEP döneminin bitişi, Stalin’in kolektivizasyon hamlesi ile birlikte başlayan süreci işaret ediyorsunuz, zannedersem.

Tam olarak öyle. Dolayısıyla Proletkült, proletarya diktatörlüğünün bir projesi olarak okunamaz.

Peki, tek ülkede sosyalizmin kendisini meşru bir biçimde dayatması ortaya çıktıktan sonra, Proletkült’ün de bunun doğal bir sonucu olarak yok olacağını söyleyebilir miyiz sizce? Bir anlamda proletarya diktatörlüğünün herhangi bir özerk örgütlenmeye izin vermeyeceği aşikâr değil mi?

Olabilirdi, ama onun koşulları devrimden sonra yoktu. O zaman bakar ve görürdük aslında. Zaten şöyle bir durum var: Proletkült tasfiye edildikten sonra Na Postu’cular var, RAPP var. RAPP da tasfiye ediliyor. Tek ülkede sosyalizmde her şeyin tekleştiğinden bahsedebiliriz. Yazar örgütleri de tekleşiyor. Sovyet Yazarlar Birliği örgütlenmesinin dışında başka bir örgütlenmeye de izin verilmiyor. Dolayısıyla, aslında Proletkült’ü tasfiye edenler de tasfiye ediliyor. Sadece bu da değil, sosyalist gerçekçiliğin mimarı sayılabilecek pek çok kişi de ileriki yıllarda tasfiye ediliyor.

Bu biraz bana şunu da hatırlatıyor: Burada bana kalırsa bir süreklilik ve kopuş diyalektiği söz konusu. Devrim öncesi döneme bakacak olursak, Vpered (İleri) grubunun, ya da Bogdanov ile Lenin arasında ta 1909’da şekillenen tartışmaların olduğu dönemde de  Bolşevikler kendi iktidarlarının meşruiyetini ararken kadro yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin Lunaçarski, Gorki devrimci sürecin ve dolayısıyla Bolşeviklerin tarafında saf tutuyorlar. Büyük olasılıkla Proletkült’ten bu kadroların devşirilemeyeceğini görüyorlar, diye düşünüyorum. Bir anlamda Proletkült’ün tasfiyesinin bir tür Bolşevikleşememe durumundan kaynaklandığına katılır mısınız? Bu soru aynı zamanda –sanıyorum Troçki’nin bir kavramsallaştırmasıydı– Bolşevik devriminin “yol arkadaşlarını” nereye kadar tolere edeceğine dair bir soru olarak da düşünülebilir bana kalırsa.

Proletkült’ün tasfiyesinde Troçki’nin de çok önemli bir rolü var. Bu sorunun cevabı değil gerçi ama... Soruna “Bolşevikleştiremiyoruz,” diye baksınlar, bu önemli değil. Neden “Bolşevikleştiremiyoruz,” diye baksınlar ki ayrıca. Tek ülkede sosyalizmin meşruiyetinin şüphesiz başka dinamikleri var. Ama kültür alanında kanımca şöyle bir şey yapılamaz: Örneğin, Lenin ödülü koyuluyor, bir edebiyat ödülü. Olmaz, bu iyi bir proje değil. Bundan iyi bir şey çıkmaz. Bu sosyalizmin, ya da daha sonra sınıfsız toplumun projesi olamaz. Kültleştirmemen gerekir. Öğrencilere Lenin’i okutursun, anlatırsın ama  edebiyatçılara Lenin ödülü koyamazsın. Bu, o alanın kendi içerisinde toparlanır. Edebiyatçılar içerisinde devrime sempatiyle bakmayan, devrimin iyi bir proje olmadığını düşünenler de olabilir. Edebiyatta yasakçı olamazsın. Bu yasak, ilerleyen yıllarda sana başka türlü geri döner. Faturası ağır olur. Bu her zaman böyle olmuştur. Bugün Ekim Devrimi için konuştuğumuz meseleyi, örneğin Türkiye Cumhuriyet için de konuşsak da benzer bir durumla karşı karşıya kalırız. Edebiyatı, tedipten gelerek toplumu terbiye etmenin bir aracı olarak kullanamazsınız. Bunu bu şekilde kullanan her proje yasakçı olmak zorundadır. Yasakçı olunursa da, övmek ve bazı eserleri öne çıkarmak zorunda kalırsınız. Örneğin Demyan Bedny’e Lenin ödülü veriliyor. Rusçasını okumadım, Rusça sesini bilmiyorum tabii ama bugün hiçbir biçimde şiirleri herhangi bir yayında şiir olarak yayımlanamaz.

Şahsen yasakçılık meselesini şöyle tarif edebiliriz, diye düşünüyorum. Yeni bir iktidar kurulurken eski toplumdan alınan olumsuz alışkanlıkların bertaraf edilmesi, yeni insanın yaratılması vb. bağlamında kimi hamlelerin yapılması kaçınılmaz. Bu hamlelerin kendisi öncü, ön açan olmadığı müddetçe yasaklama olarak kodlanabiliyor ve bir anlamda öncü olması gereken parti, denetleyici konumda kalabiliyor. Sorun biraz da burada değil mi?

Edebiyat neyin öncülüğünü yapacak ki? Edebiyat bir şeyin öncülüğünü yapmaz ki aslında. Türkiye’den örnek vereyim. 70’li yıllarda çok okunan Kızıl Kayalar, Ve Çeliğe Su Verildi vd. İnsanlar bunları okuyarak sosyalist olmadı. Başka bir şekilde sosyalist oldular, sonra bunları okudular. Şimdi örneğin bir romanı müstehcen diye yasaklıyorsunuz. Ya Allah aşkına, bir roman bir toplumun ahlakını nasıl değiştirebilir! Böyle bir şey olmaz, edebiyatın böyle bir gücü ve işlevi yok. Bu işlev edebiyata dışarıdan yükleniyor.

Bu işlevselliğin bir benzerini ben sosyalist gerçekçilik teriminde de görüyorum. Bu her daim bir estetik kategori olarak tartışılıyor ama düpedüz politik bir kategori aslında. Bu aynı zamanda kültür emperyalizmi üzerinden bize geldiği için de tartışmayı başka bir bağlamda yapmak, sürdürmek gerektiği kanısındayım. Bir edebiyat yapıtının sadece anlattıklarını, iyiyi/kötüyü verişini, özü/biçimi vb. tartışıp bunlar sosyalist gerçekçiliği belirliyor dersek, çok da doğru bir değerlendirmede bulunmuyoruz kanımca. Halbuki NEP’in sona erip 1928 ile birlikte başlayan kolektivizasyon ve merkezileşme çabalarının politik bağlamı sosyalist gerçekçiliği belirliyor dememiz kanımca daha doğru olur. Buna katılıyorsunuz anladığım kadarıyla. Peki, Almanya’dan gelecek devrimin gelmemesi sonucu, Sovyet iktidarının yalnız kalması ve dünya devriminin kalesini koruma çabaları, bunlar kaçınılmaz mıydı sizce?

Bu tahkimat kaçınılmazdı. Açıkçası çok da normaldir. Bu, birbirini karşılıklı çok etkileyen bir süreç oldu. Almanya’daki devrimin başarısızlığı, Sovyet iktidarının tahkim edilmesi, hele 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği gerilim ve sonrasında devrimin bir türlü ihraç edilememesi süreci. Sosyalist gerçekçilik teriminin bir küfür malzemesi olması, Sovyet devletine karşı yürütülen propagandanın bir parçasıydı aslında. Avrupa ve ABD’de Sovyetoloji kürsülerinin kurulması, bu alanda yapılan çalışmalar, bunların finansmanı, bir bakıma istihbarat örgütlerinin çalışma alanına giriyordu. Şimdi söyleyeceğim bir itiraf değil, kaynakçam var. Sosyalist gerçekçilik üzerine İngilizce yazılan kaynakların zenginliğini görünce çok şaşırdım. Türkiye’de bunları bilmiyorduk. Bir taraftan sosyalist gerçekçiliğe ateş edenler, öte taraftan da sosyalist gerçekçiliği daha da sahiplenen bir Sovyet devleti. Mekanizma bu kadar basit aslında. Benim tartışmam bu değil. Benim amacım, 1917-1932 yılları arasında kültür-sanat alanındaki ilişkilerin kurulmuş olduğu şekliyle kurulmayabileceğini göstermekti.

Kitabınızdan öğrendiğim ilginç bir şey var; bir bölümünü biliyordum aslında ama gene de burada bahsetmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Komünist gerçekçilik, proleter gerçekçilik, taraflı gerçekçilik, anıtsal gerçekçilik gibi başlıklar sosyalist gerçekçilik kavramının resmî hale gelmesinden önce yazarlar kongresinde tartışılmış.

Komünist gerçekçilik reddediliyor, “henüz biz sosyalizmdeyiz,” diye. Diğerlerinde ise mevzuu tam olarak yansıtan bir içerik yok, belki proleter gerçekçilik ama sosyalist inşa aşamasında olunduğu için sosyalist gerçekçilik terimi seçiliyor. Bununla birlikte gene ifade etmeme izin verin, Proletkült’ün tasfiyesi sosyalist gerçekçiliğin ana rahmine düşüşünü simgeler. Bunu savunuyorum. Ve sadece bu kültür alanında olmuyor. Politik dönüşümlerin hiçbiri birden gerçekleşmiyor Sovyetler’de. Örneğin bir sabah uyanıyorsunuz ve bir bakıyorsunuz NEP tasfiye edilmiş; hayır, böyle olmuyor. Bunlar, çok ustaca planlanarak hazırlanan süreçler. Satır aralarını okursanız, kongre süreçlerini iyi takip ederseniz vb. bunları rahatlıkla sezer ve görebilirsiniz aslında. Benzer şekilde sosyalist gerçekçilik politikası için de aynı şey söylenebilir. İyi kurgulanmış bir sürecin parçasıdır ve Proletkült’ün 1925’teki tasfiyesiyle kendisini hissettirmiştir. Diğer taraftan işçi konseylerinin tasfiyesi de aşağı yukarı aynı tarihe denk düşer.    

Şu noktadan devam edelim isterim: Bugün Avrupa’da koleksiyonu zengin bir müzeyi gezdiğinizde avangard Rus sanatına, konstrüktivizme, fütürizme vb. özel sergiler açıldığını görürsünüz. Proletkült’teki avangardizme karşı sosyalist gerçekçiliğin yoğun bir biçimde müzelerde malzeme edildiğini siz de biliyorsunuzdur.

Haklısınız, Proletkült’te bir çoğulculuk var. Tabii, Proletkült hareketi şu şekilde abartmalara da gitmiştir: “İşçilerin yaptığı her şey güzeldir.” Bu bir abartı. Bu bir acemilik. Proletkült’ün içinde her şey var; avangard olan var, klasik olan var, modern olan var, fütürist olan var. Mayakovski’nin fütürist dönemini düşünelim. Sembolistler var. Resim sanatını düşünelim.

Maleviç, Tatlin vd. Ben burada bir ölçüde rengini çalan şeyin “yıkmanın diyalektiği” olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte Sovyetler’de bir noktadan sonra bu diyalektiğin “kurmanın diyalektiği”ne dönüştürülmesi gerektiğini de düşünüyorum. Avangardın sınırlarının olması kaçınılmazdı gibi geliyor bu yüzden. Bu dönemin de NEP’e tekabül etmesinin tesadüf olmadığı kanısındayım. Atılım yapıp sıçrayabilmeniz için kemerleri gevşettiğiniz, sermayeye kimi özerklik alanları tarif ettiğiniz bir dönemde bu kültürel yapılanmalara onay veriliyor. Bu yüzden inşa sürecinde bu bahsettiğim “yıkmanın diyalektiği”nin Sovyet toplumuna lüks geleceğini düşünüyorum. Buna katılır mısınız?

Bu hâlâ tartıştığım bir şey. Yanıtını veremediğim sorulardan biri de bu. O dönemin içinde yaşayan, çalışan biri olsaydım bu dönemi nasıl anlamlandıracağım da tartışmalı bana kalırsa. Bu kitapta yazdığım gibi olmayacaktı büyük olasılıkla. Tarih biraz da böyledir ya. “Yıkmanın diyalektiği” ilerleyen yıllarda Sovyet toplumuna yük olur muydu? Yük olmaması gerekirdi, diye düşünüyorum.

Hemfikirim. Aslında orada sıkıştıran mesele, tek ülkede sosyalizm meselesi bir taraftan da. Şimdi şuna gelmek istiyorum. Lenin’in 1905 yılında kaleme aldığı Parti Örgütü ve Parti Literatürü broşürü. Özellikle literatürü, diyorsunuz sanırım. Edebiyatı ya da yazını dememeyi tercih ediyorsunuz. Bu metnin devrim öncesi uykuda olan bir metin olduğundan bahsedebilir miyiz? Özellikle sosyalist gerçekçiliğin gündeme girmesiyle yeniden “keşfedilen” bir tarafı olduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii ki. Çok güzel bir noktaya parmak bastınız. Ben bu çalışmayı yaparken, bu metnin yazılışıyla bu metnin dolaşıma tekrar sokuluş tarihini görünce bir yanıyla çok şaşırdım. Bu işin özeti şu: Bu metin, sosyalist gerçekçiliğin kuruluşunun bir argümanı olarak kullanılıyor. Fakat metnin kast ettiği bu değil; hâlâ bu kanıdayım ben. Bununla birlikte Lenin yaşamış olsaydı, 30’lu yıllarda bu metinle gene aynı şeyi yapardı, diye de düşünüyorum. Burada da böyle bir spekülasyonda bulunmuş olayım. 

Kitapta Maksim Gorki’ye çok özel bir yer ayrılmış. Bunun sebebi neydi? Gorki’nin yerine ikame edilebilecek başka bir figür yok muydu?

Bu biraz şununla ilgili: Dönem, sosyalist gerçekçiliğin konsolide edilmesi dönemi. Gorki’nin burada çok büyük önemi var. Bir kere Sovyet toplumu dışında, Batı’da çok tanınan, çok dostu olan birisi. Halkla ilişkiler diliyle söyleyecek olursak, Sovyetler’in Batı’ya açılan yüzü. Gorki’nin yerine başka birisi olabilir miydi? Düşünmedim doğrusu. Demyan Bedny olmazdı; diğerlerinin pek çoğu devrime çok sıkı yapışan kişiler değillerdi, diye düşünüyorum. Mayakovski erken öldü, intihar etti;  Mandelstam olmazdı. Maleviç pek uygun değildi. Tam manasıyla Gorki’dir uygun olan aslına bakacak olursak. Lenin’le olan ahbaplıklarında, yazışmalarında da var. Yer yer hırçın çocuk muamelesi de görüyor. “Otur sen, yaz; bulaşma bu işlere,” gibi de yaklaşılıyor kendisine. Bunun dışında, Sovyet edebiyatında, aslına bakılacak olursa, politik dergiler hep edebiyatla da iç içe. Biz aslında o geleneği Ekim Devrimi’nden devralmışız. Bizdeki politik dergilerin edebiyata alan açmaları, yayınlarında bir şiir, öykü vb. yayımlamaları da bu geleneğin ürünüdür. Mesela bizim Türkiye İşçi Partisi geleneğinde de öyledir. Daha sonra Sosyalist İktidar, orada hep edebiyata dair bir tartışma vardır. İyidir bu. Sovyetler’de de Ekim Devrimi’nden önce edebiyatçılar çok yoğun bir politik atmosferde yetiştiler. Politik meseleler kendi meseleleri oldu.

Ben şimdi söyleyeceğimi kitabınızdan öğrendim aslında. Karl Radek, 1932’de Sovyet Yazarlar Birliği’nin kongresinde yapmış olduğu konuşmada uluslararası delegeleri ve konukları selamlıyor. İçlerinde Yakup Kadri var örneğin. Malraux, Aragon, Romain Rolland, Henri Barbusse var. Bir ölçüde Sovyetler’in kendi meşruiyetini kültür-sanat alanında da yaratmaya çalıştığını görüyoruz bir yandan. 

Meşru bir talep bu. İyi de yapılmış doğrusu, böyle yapılmalıydı.

Kitabınızda “Ekim Devrimi’nin Özgün Sorunları, Proletkült’ün Özgül Ağırlığı” diye bir alt başlık var. Burada, “Proletkült yüzleşilen bir sorun olamamış, tasfiye edilerek sorun çözülmeye çalışılmıştır. Sorunun üzerinden sadece atlanmıştır. Proletkült’ten RAPP’a ve böylelikle sosyalist gerçekçiliğe giden yolun kısaldığına kuşku yoktur,” diye bir önermede bulunuyorsunuz. Kapatılan örgütlenmeler, ya da kültür-sanat bağlamında ön açan siyaset doğrudan bu alanda üreten, yazan vb. insanlar tarafından belirlenseydi ben mekanizmanın da daha farklı işleyeceğini düşünüyorum.

İçindeler aslında. Gorki’yi, Bogdanov’u, Yerbakov’u düşünün. Bunlar edebiyat alanıyla siyaset alanı arasında gidip gelen kişiler aynı zamanda. Troçki’yi düşünün. Sovyet siyasetinin tepesindeki bir aktör olarak bu meselelere en fazla kafa yoran kişilerden biridir. Sorun basit: Biz bu toplumu dönüştüreceğiz. Peki nasıl? Sanatı, edebiyatı biçimlendirerek olmamalı. Kendi yolunu bulur, diye düşünüyorum kültür-sanat. Politik bir kararla bu alanı değiştirip dönüştüremezsiniz, sınırlarsınız ama bu sınır delinir. Yeraltı edebiyatının o dönem boyunca bu kadar yaygın olması başka nasıl açıklanabilir ki!

Akif Bey, sohbetimiz bildiğiniz gibi aynı zamanda Ekim Devrimi’nin 100. yılına denk düşüyor. Hâlâ kültür-sanat alanında devrimden çıkaracağımız çok ders olduğunu düşünüyorum. Oldukça zengin bir deneyimden bahsediyoruz. Bunun doğru bir zeminde ve bağlamda tartışılmasının da son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Son olarak başka eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? Açıkta bir şey bırakmamış olalım.

Bu kitap yayımlandığında benim siyaseten de çok yakın olduğum bir arkadaşım esprili bir biçimde “Ya Akif gitti, o kadar seneler çalışıp durdu, sonunda bu kitabı yayımladı. Duvar çökmüş. Sovyet devrimi ortadan kalkmış. Şimdi bu kitabı kim okuyacak?” diye soruyordu. Doğrusunu isterseniz, ben bu kitabın yeniden baskı yapacağını pek düşünmüyordum. Beni bu çalışmaya yönelten duygum ile bunun bu toplumdaki karşılığını göremiyordum. Ama ben hep Ekim Devrimi’nin idealleriyle yaşadım ve yaşayacağım. Görüp görememek ayrı bir mesele. Tarihsel bir süreçten bahsediyoruz bu noktada tabii ki. Dönüp tekrar baktığımda bu kitabım için verdiğim emek, heyecan hâlâ çok hoşuma gidiyor. Son olarak ben bir soru sorayım. Bu kitap sizde nasıl bir karşılık yarattı?

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, sizle sohbeti gerçekleştirdiğimiz için de. Ben Sovyetler’e dair “içerden” yapılan her tartışmanın çok ilerletici, öğretici ve besleyici olduğuna inanıyorum. Kitabınızda bahsettiğiniz heyecanı, Ekim Devrimi’ne olan inancı ve umudu gördüğümüz için biz de soL kültür ekibi olarak çok heyecanlandık. 1917-1932 yılları arasındaki siyasal dönüşümün heyecanını kültürel-sanatsal alanda da hisseden bir devrimden öğrenilecek hâlâ çok şey olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’de bu alana dair çok fazla akıl yürütülmediği için de kitabınız bir kat daha önem kazanıyor bize göre. Umarım, kitabınız aynı alanda başka şeyler üretme şevki de uyandırır sizde. Sohbet için çok teşekkür ediyorum. Tekrar görüşmek dileğiyle.

Ben de sizlere teşekkür ederim.