Zeynep Uzunbay'la söyleşi

“Sistemin varlığını, hayat memat meselesi de olsa, emekçilerin üzerinden nasıl gerçekleştirdiğini çok çarpıcı bir biçimde gördük.” 

Söyleşi: Ezgi Yaman - Erkan Yıldız

Şiirleri ve öykülerinden tanıdığımız Zeynep Uzunbay, edebiyatımızın üretken isimleri arasında yer alıyor. Geçtiğimiz yıl yayımlanan “Çoğunluk Dersleri” isimli öykü kitabı bu üretkenliğin son halkası olarak okuyucusuyla buluştu. Kendisiyle öykülerindeki emekçi kadınlar, karantina günlerinde evde kalamayanlar ve yazını üzerine söyleştik.

Gerçekliğe gözlerinizi kapatmadan yazıyorsunuz. Gerçeğin yalanla çok fazla yer değiştirdiği bir zaman diliminde ve gerçekten vazgeçmek bu kadar kolaylaşmışken “gerçek” olanın hikâyesinde ısrar etmenizin sebebi ne?

Yazmak eylemi, neden yazdığını düşünmekle birlikte yürüyor. Bir aşk mektubu, bir veda mektubu yazarsınız, bunun nedeni nispeten ortada, gerçekliği ise bulanıktır. Cioran, “Ölüm mutlak bir son olarak kabul edildiğinden beri herkes yazıyor.” demiş. Bir okur kitlesi için yazdıklarımı, sırayla, şiirden başlayarak düşünecek olursam:

Arka bahçede bir fırtına kopuyor, yerimde durdurmuyordu. Ya da mesela elimdeki değnekle, çamurlu bir yolda iz bırakarak giderken görüyordum kendimi. Nedenini bilmiyordum, şimdi de tam bilemem. “Esin” denen şey galiba buydu. Belki de, başka seçenek olmadığı için, geçmişte bir yerlerde yazmaya doğru itilmiştim. Anlamak, var olmak, ben burada böyleyim, siz nasılsınız demek, onaylanmak isteğiydi belki de. Üslup gerçeği değiştiriyor, kurgu altını üstüne getiriyor gerçeğin. Ama yine de bir hedefi oluyor insanın. Kaşınan ya da sızlayan yer dururken, başka yere bakmak zor. O zoru da zorlamak gerekiyor gerçi. 

Yazının da bir yazgısı var. İçine doğduğunuz, çok da anlamlandıramadan yaşadığınız cinsiyetçiliği, ayrımcılığı, adaletsizliği, bugünün aklıyla yeniden görüyorsunuz. Evet gerçek, siz öyle hissettiğiniz için, onu siz uydurduğunuz için, uydurduğunuz şeyi hayattan topladığınız için…

Öykülerin gerçekliğine gelince, o kadınlar, çöpte çalışmanın, mühendis ya da hemşire olmanın dışında pek de öyküde durdukları gibi değiller. Yazmak için oturduğumda karşıma aldığım kadınlardan en sessiz olanı, öyküde en çok konuşanıydı. Öyküde ayağını yere vuran kadın, dayak yemeye devam ediyor. İman tahtasının altındaki böcekle yüzleşen bir dayıbaşıyla da hiç karşılaşmadım. Kadın tarihinden, kendi deneyimlerimden, gözlemlerimden parça parça toplayarak o kadınların imgesini güzelleştirmeye çalıştım. Zaman zaman, bire bir resmettiğimi düşünenler oluyor. Yazdıklarımı bir daha düşünüyorum o zaman. Belki onlar da kendi imgelemlerinden pay biçiyorlardır. Bazen, bu yazdıklarımı o karakterlerin hiçbir zaman okumayacağını düşündüğümde kafam çok karışıyor. Gerçek bu.  

Kamçılanma Mesafesi’ndeki öykülerde, İzmir Menemen’deki çöp fabrikasının etrafında yaşayan, göçle gelmiş emekçi kadınların yaşamlarına tanık oluyoruz. Öyküleri okudukça o kadınlarla tanış oluyoruz. Okurun, metinle bu denli mesafesiz ilişki kurmasının altında nasıl bir yazarlık emeği yatıyor?

Karantina günlerinde yaptığım işlerden biri de, neden yazdığımı yeniden düşünmek oldu. Yazamadım ve önceki yazamadığım zamanlarda olduğu gibi yine berbat hissettim kendimi. Ortalığı bok götürüyormuş da beni kurtaracak olan ilacımı hiçbir yerde bulamıyormuşum gibi bir duygu. Demek ki dedim, bir kurtarıcı olarak sarılıyorum yazmaya. 

Yazdığım zamanlarda, beni sabah dörtte alarmsız kaldıran, altı saat bilgisayarın başında tutan şey ne? Bir kitabı okurken sonraki sayfalarına, nereye gideceğine duyduğum merak gibi bir şey.  Yazmazsam, anlatacağım şeyi ancak okumadığım bir kitabın konusu kadar bilebilirim, dünyadan geçerken neler öğrendiğimi, nasıl anlatacağımı bilmek istiyorum demek ki, dedim. Dedim ama; aklıma gelenle de inatlaşıyorum.

Birileri yazdıklarımı sevdiğinde neden seviniyorum o zaman? Telif almak neden hoşuma gidiyor? Kendime olan inancım, başkalarına olan inancım kadar olsun istiyorum.   

Kamçılanma Mesafesi’ndeki kadınları da aynı merakla yazdım. Her birini, bir kitabın arka kapağı kadar tanıyordum. Kadın olmanın, göçer olmanın, emekçi olmanın bilebildiğim yollarından geçirdim onları. Yazıp hem kendimle hem onlarla tanıştım. 

Çoğunluk Dersleri’nde Kerteriz’i okuduktan sonra uzun süre etkisi devam ediyor. Öykülerin hikâyesini öğrenmek, ikinci bir okuma katmanı yaratıyor. “Kerteriz”in yazılmasının ve kitabı bu şekilde bitirmeyi tercih etmenizin hikâyesi nasıldır?

Dosyayı yayınevine gönderdiğim gecenin sabahında, iskemik atak geçirdim. Tedavim, Çoğunluk Dersleri’ni yazarken mekân olarak seçtiğim hastanede yapıldı. Hastanenin yirmi yıl öncesini az çok biliyordum. Tuhaf bir duyguydu. Yürümemin yanı sıra okumamın bozulduğunu da orada fark ettim. Hastaneden çıkar çıkmaz, yazıp yazamadığımı test etmek istedim. Epey zorlandım. Arkadaşıma anlatırken sorun yoktu. Ben de o zaman ses kayıt cihazına anlatır, deşifre ederim dedim. Böyle yazdım Kerteriz’i. Yazamasaydım, bilgisayarı kaldırıp dikiş makinesini koyacaktım masaya. O günlerde, çok da kötü gelmedi bu düşünce.

Gündelik hayatın emekçilere dayattığı koşullar oldukça zorlu. Bu zorluk kadınlar söz konusu olduğunda daha da artıyor. Kamçılanma Mesafesi’nde çok iyi resmettiğiniz bir tablo bu. Edebiyat dünyası da bu dünyanın bir parçası olsa gerek. Kadın yazarı bu dünyada bekleyen zorluklar neler? Tüm bu tablonun üstesinden gelecek ve yazacak enerjiyi nasıl buluyorsunuz?

Kendimce şiirler yazıyordum, ama kimseye göstermiyordum.  Hatta, annemle ekmek pişirirken yırtıp tandıra atıyordum. Bir gazete şiir yarışması düzenlemiş, babam yarışmaya abimin katılmasını istiyor, ama onun da şiiri yok. Kendi yazdığı bir şiiri, abimin adıyla yarışmaya gönderdi babam. Şiir dereceye giremedi, ama kitapta yayımlandı. Dengemin bozulduğunu hatırlıyorum.  Buna benzer daha pek çok ayrımcılığın içinden imkânsızı görmeye başladım. Görüyorsanız imkânsız olmaktan çıkıyor. Risk ve macera böyle başladı. Kaygılıydım, ama cesur da olmak istiyordum. Çoğu kadının, babam, abim, amcam, dayım ne der kaygısıyla yazamadığını biliyorum. Gelecek tepkinin farkında olmak korkutucu, ama bu korku, yazı için gereken enerjinin bir parçası neden olmasın? 

İkisi yayımlanmamış on altı kitap yazdım. Hepsi de asıl yazmak istediğim kitaba giderken açtığım yol gibi görünüyor gözüme. Tembellik ettiğimi, yeterince çalışmadığımı düşünüyor, sık sık suçluluk duygusuna kapılıyorum.  Yazma çabamı gülünç ya da acıklı bulduğum zamanlar da oluyor. 

“Hastalık” her iki öykü kitabınızda da çok sık karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan Çoğunluk Dersleri’nde “çoğunluk”u sınıfsal bir ayrım ifadesi olarak kullanmanıza tanık oluyoruz. “çoğunluk içkisi”, “çoğunluk doktoru” gibi ifadeler bu ayrımı belirgin hale getiriyor. Salgın günlerinde başka pek çok şeyin yanında “virüs zengin-yoksul ayrımı yapmıyor” cümlesini de sıkça duyduk. Oysa uygulamalara bakarak insanları tehdit eden Covid-19’un bir “çoğunluk virüsü” olduğu söylenebilir sanki…Ne dersiniz?

Kamçılanma Mesafesi’nde tek bir öyküde “hastalık” vardı. Yine de kitabın teması gibi hissedildi. Okuyanlar, öbür karakterlerin iman tahtasının altındaki böceği, hatta belki kendi böceklerini de gördüler, birleştirdiler sanırım. Virüse gelince, elinden gelse bir ayrım yapmazdı, ama kimilerinin ölçülü biçili, konforlu korunaklı, pahalı virüs geçirmez hayatlarına sızması zor. Daha ilk günlerde, virüsten ölenlere şehit unvanı verilmesi geldi birilerinin aklına. Feda edilecek çoğunluğa isim takmakta üstlerine yok. Sistemin varlığını, hayat memat meselesi de olsa, ki her zaman öyleydi, emekçilerin üzerinden nasıl gerçekleştirdiğini çok çarpıcı bir biçimde gördük. Emek yoksa yemek yok. Sağlık yoksa hiçbir şey yok. Şimdi düşününce, kitabın birinde emekçileri, birinde sağlığı seçmişim. 2010’da yayımlanan Acı Bir Kuş romanımda da, bilmeden Fetö’yü anlatmıştım. 

Öykü kitaplarınızın yanı sıra, çok sayıda şiir kitabınız mevcut. Farklı türlerde üretiyor olmak yazarın mesaisini sizce nasıl etkiliyor?

Ne yazarsam yazayım, kazıyı yapan hep şiir oldu. Roman ya da öykü yazarken gelen şiire git demedim. Şiir, kendime bakmayı, kendimi çiğneyip geçmeyi öğretti bana. Roman disiplini ve sabrı. Öyküler, kendime yaptığım küçük sürprizlerdi.  

Bir söyleşide, Don Kişot’la ilgili, yeniden okumanızda “Meğer ne güzel anlamamışım.” demişsiniz. Hem Don Kişot’un sizin için kıymeti, hem de bir metni yeniden okuma deneyimi hakkında neler söylersiniz? 

Roma’yı, Mardin’i sözüm ona gezdim. İnsan ya önünü ya da başını çevirdiği tarafı görebiliyor. Bir şeye bakarken başka bir şeye arkamızı önüyoruz haliyle. Bazen de bakıyoruz, ama o zamanki aklımız onu görmeye yetmiyor.  Bazı kitapları okumak da buna benziyor. Söylemeye biraz çekiniyorum, Don Kişot’u üç defa okudum.  Sonuncuyu, belki de daha fazla yaşlanmaya zamanım kalmamıştır diye geçen sene. Kitabı hediye eden valinin, “Gençken okumak yetmez, gençken okumayıp yaşlıyken okumaksa sayılmaz,” sözü, kan tuttuğu halde yapmak zorunda kaldığım hemşirelikten edebiyat okumaya geçeceğim o eşsiz zamana denk gelmeseydi, yine bu kadar etkili olur muydu bilmiyorum. Nedeni her ne olursa olsun, bana iyi geldi. Bazı kitaplar sizin kaynağınızdır, yolunuzu düşürür, başında oturur, suyundan içersiniz. 

Bazı kitapları da, bir daha okumayacaksam bile kitaplığımda tutuyorum. Çok sevmiş ayrılmışım da, yeniden buluşmayı yüreğim kaldıramaz gibi. Kitaplığı düzenlerken elime geçtiği oluyor. Onları ödünç bile vermiyorum. Biri Jimenez’in Platero ile Ben’i. Kesin çocukluğumun eşekleriyle ilgisi var; bir eşekle, annemle yürüdüğümden daha fazla yürümüş olabilirim.

Şair ve yazar Zeynep Uzunbay’a edebiyat yolculuğu sırasında eşlik eden, sesini kendi sesine yakın bulduğu, yol arkadaşı sayacağı şair ve yazarlar kimler?

Okumasaydım yazamazdım. Küfrede küfrede ya da tevekkülle tamamlardım hayatımı. Kimsenin konuşmadığı bir masada laf lafı açmaz. Ursula K. Le Guin diye başlasam, Margaret Atwood, O’Connor,  Yourcenar, Cahide Birgül, Gülten Akın… Saysam böyle nereye sığar? Okuyacak olana da ayıp olur. Söyleşilerde en korktuğum sorudur bu. Cevap vermeye çekinirim. Bence hiçbir şair ya da yazar bir başkasını kendine yakın bulmaz. Çünkü, sizin yazdığınız sizin hayal gücünüzden, onun yazdığı onun hayal gücünden çıkmıştır. Okuyup sevebilirsiniz, ortak temaları işleyebilirsiniz, ama onlar gibi yazamazsınız. Onlar da sizin gibi yazamaz. Yazı söz konusu olduğunda, arka bahçeler bildiğini okur.  

Okumanın da katmanları var. Önce, kitaptaki o başka insanlarla konuşuyorsunuz. Sonra o kitabı okuyan başkaları giriyor devreye. Sevdiğimiz bir kitabı başkalarına okutmaya çalışıyoruz. Neden? Sevdiğimiz kitabı başkası da sevince duyduğumuz sevincin altında yatan şeyin ne olduğuna, kendimce pek çok cevap buldum. Dünyamda yapayalnız yaşamak istemiyorum, hayal dünyalarını birleştirmiş bir topluluğun konforunu özlüyorum belki de. İçinde hiç de masum olmayan daha bir sürü şey var. Okuduğum, henüz okumadığım, okuduğumda beni yerimden uğratacak, okumadan gidip eksik kalacağım yazarlara sık sık teşekkür ediyorum.

Şu sıralar evde kalabilenler için kitap, film ve müzik listeleri yapmak oldukça popüler. Siz evde kalamayanlar için de üç kitap önerseniz bu kitaplar hangileri olurdu?

Stefan Zweig, Karmaşık Duygular

Flannery O’connor, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır

Andrey Platonov, Dönüş