Araştırmacı yazar Yıldırım Koç kendisine ait web sitesinde bir süredir “eski TKP”, Sovyetler Birliği ve Türkiye’de Milli Mücadele bağlamında bir yazı dizisi yayınlıyor. Yıldırım Hoca’nın TKP tarihine ilgisi son zamanlarda okuduğu belge derlemeleri nedeniyle canlanmış görünüyor. Yayınlanmış belgelerden ve dönemin tanıklıklarından “özenle” seçilmiş alıntılardan hareketle kaleme alınan bu yazılar tarihi TKP’ye ve Sovyet Rusya’ya yönelik ağır ithamlardan oluşuyor. Öyle ki insanda TKP tarihine bir nedenle savaş açılmış izlenimi uyandırıyor. Bu ağır ithamlar özetle TKP’nin o dönem Sovyetlerin Anadolu’daki aparatı olduğu, dönemin komünistlerinin ülkeyle hiçbir gerçek bağlarının olmadığı, Türkiye’de Milli Mücadele liderliğini devirip Sovyet Rusya’nın egemenliğini tesis etmek üzere çalıştıkları yönünde. “Domuzdan post, Sovyet Rusya’dan dost olmaz” diyen Koç, Sovyet yardımlarının Bolşeviklerin Anadolu’ya yönelik hiç de dostane olmayan planlarının bir parçası olduğunu düşünüyor. Sovyet Rusya’nın Çerkez Ethem’i Milli Mücadele liderliğine karşı yönlendirdiği ve hatta Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya geçişinin Ethem’in isyan tarihiyle çakıştırıldığı, bunlarda muvaffak olamayınca Sovyet Rusya’nın Yunanistan hükümetine Anadolu’da işgal ettikleri yerlerde kalmaları için yardım teklifi götürdüğü iddiası var.
Aslına bakılırsa bu iddiaların hiçbir orijinalliği bulunmuyor. Tarihe bakıldığında bir kısmının köklerini doğrudan Milli Mücadele yıllarına ve Cumhuriyetin ilk dönemine götürmek mümkün. 1920 yılının sonunda Ankara’da başlayan komünistleri tasfiye sürecinde Ankara merkezli Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası üyelerine yöneltilen ya da dönemin Sovyet düşmanlığı ile öne çıkan Ali Fuat (Cebesoy) gibi figürlerinin hatıratında bulunabilecek suçlama ve argümanlar. Daha sonra Türk-Sovyet ilişkilerinin karaya oturduğu II. Dünya Savaşı yıllarından itibaren gelişen resmi tarihin ve nihayet anti-komünist propagandanın merkezi unsurları: Sovyetlerin Türkiye’yi istila planları ve komünistlerin kökü dışarıda oluşu üzerine çeşitlemeler.
1920’lerden itibaren komünistlerin cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı fiziki saldırılara, onların meşruiyetini yok etmek amacıyla yürütülen yalan ve iftira kampanyalarının eşlik ettiği bilinen bir gerçektir.
Bu tarihsel arka plan ortadayken Yıldırım Hoca’nın hangi motivasyonla bu yazıları kaleme aldığı daha fazla merak konusu haline geliyor. Sonuçta dostça kabul edilemeyecek bu “eleştirilerin” yazarı yıllarını işçi sınıfının hak mücadelesine vermiş “bizim safta” bir aydın...
Bu noktada ilk akla gelen açıklama şu: Yıldırım Koç’un konumlanışını da karakterize eden “millici" siyasi akıl yürütme burjuva milliyetçiliğinden bağımsız bir işçi sınıfı siyasetini hayal edememektedir. 1920 Anadolusu’nda Mustafa Kemal’in öncülüğünde örgütlenen bağımsızlık hareketinin Türkiye’yi ileri taşıdığı tartışmasız bir gerçektir. Ancak son tahlilde mülk sahibi sınıfların iktidarı ile sonuçlanan bir devrimci süreçte komünistlerin kendi programlarıyla siyaset yapmasını gayri meşru görmek başka bir şeydir. Bu yaklaşımın sonucu komünistlerin milli mücadeleyi baltalamak istediği, bozgunculuk yaptığı ve bir dış gücün ülkede egemen olması için çalıştığı yönündeki tezlerin, bunların tarihsel gerçekliğe tekabül edip etmediği konusunda çok da titizlenmeden, alıcısı haline gelmek oluyor.
“Millici” konumlanışın bir diğer sonucu uluslararası siyaseti “devlet çıkarlarının çarpışma" alanından ibaret görmek. Buna göre devletler “ulusal çıkar” olarak tanımlanan ve tüm toplumun çıkarlarını yansıttığı iddia edilen hedefler doğrultusunda hareket ederler. Bu doğru olmakla birlikte milliciler şu soruyu sormaz: Kimin devleti? Ulusal çıkar tanımı nasıl şekilleniyor? Yıldırım Koç da bu soruyu sormadığı için örneğin savaş sonrası tekelci emperyalist dünyanın egemen ülkesi pozisyonunu koruyan İngiltere ile çiçeği burnunda işçi devletini Anadolu’ya eşit derecede tehdit olarak değerlendiriyor. Buradan bakınca Koç tarihsel bağlama ve olgulara fazla yaslanmak zorunda hissetmeden Sovyet Rusya’yı istilacı bir güç olarak gösteren tezlerin alıcısı haline geliveriyor.
Burada komünistlerin ve onların tarihinin eleştirilemez olduğundan söz etmiyoruz. TKP’nin ilk kurulduğu dönemdeki örgütsel dağınıklığı, siyasi birikim eksikliği ve ideolojik bulanıklığı, Sovyet Rusya ve Komintern’le zorlayıcı ilişkileri ve tüm bu koşullarda etkili bir siyaset yürütme konusunda yetersiz kaldığı ortadadır. Bu anlamda tüm dünyanın ve bölgemizin alt üst olduğu son derecede karmaşık bir dönemde TKP’nin sancılı kuruluş öyküsünü anlamaya dönük samimi bir çaba ilerletici olabilirdi. Ancak yüz yıldır tekrarlanan anti-komünist tezlerin bir kez daha piyasaya sürülmesi ilerletici olmak bir yana amaçları konusunda ciddi soru işaretleri yaratmaktadır.
Bu noktada Yıldırım Koç’un yazı dizisine sinmiş ön kabullere ilişkin bazı hususları açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.
Anadolu’da komünizm
1920’li yılların başında Anadolu’da komünizmin dikkate değer bir örgütsel gücü yoktur, ancak Ekim Devrimi’nden kaynaklanan gerçek bir meşruiyeti vardır. Bolşevikler cihan harbinden çıkmaları ve çıkarken çarlığın tüm iddialarından vazgeçtikleri gibi kirli anlaşmaları ifşa etmiş olmalarıyla sempati yaratmışlardır. Bu gerçeğin kanıtlarına çok sayıda belgede, hatıratta ve meclis tutanaklarında rastlamak mümkündür. Bu bağlamda komünistlere Anadolu’ya uzaydan düşmüş muamelesi yapmak saçmadır. 1920’lerin başında, eşitlik ve özgürlük adına yayılan fikirlerin etkisi altına giren, bu fikirlerin ülkenin içine düştüğü korkunç durumdan bir çıkış kapısı gibi gören ve elbette bu fikirleri kendince yorumlayan çok sayıda işçi ve aydın komünizm yoluna girdi. Bir kısmı komünist öbekler içinde örgütlendi ve samimi bir mücadele verdi. Bu insanları Anadolu toprağına yabancı birer Sovyet ajanı olarak görmek tarihsel gerçeklerle örtüşmemektedir.
Sovyetlerin Türkiye politikası ve Milli Mücadele’ye Sovyet desteği
Dünyada ilk kez dünya kapitalizmini esastan tehdit eden bir güç iktidara taşınmıştır. Bu kapitalizmin güçlü merkezlerine karşı bağımsızlık savaşı veren tüm halklar açısından hem siyasi denklemi olumlu yönde değiştirmiş hem de büyük bir moral destek sağlamıştır. Bu bağlamda Sovyet Rusya’nın Milli Mücadeleye desteğini, çok önemli olmakla birlikte maddi yardımlara indirgemek tarihsel gerçeğin bilinçli bir çarpıtmasından başka bir şey değil. Büyük Millet Meclisi iktidarının askeri zaferlerin yanı sıra Sovyetlerin siyasi desteği sayesinde İngiltere ve müttefikleri karşısında pazarlık gücünü arttırdığı nasıl inkar edilebilir?
Yıldırım Koç Sovyet yardımlarının gizli bir gayesi olduğunu ima ediyor. Herhalde bundan kasıt Anadolu’nun bolşevikleştirilmesidir. Bu iddia tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde örtüşmüyor. Sovyetlerin Anadolu’yu bolşevikleştirme planına ilişkin tek bir belgeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü böyle bir plan yoktur. Sovyet belgelerine baktığınızda şu çok açıkça görülür: Hala emperyalistlerin desteklediği Beyaz ordulara karşı mücadele etmekte olan Bolşevikler için emperyalistlerin Anadolu’da durdurulması hayati önem taşımaktadır. İlle Sovyet Rusya’nın çıkarından söz edeceksek bu çıkar 1920 yılında öncelikle Sovyet iktidarının savunulmasıdır. Kızıl Ordu’nun Anadolu’ya uzanması gibi bir gündem yoktur.
Anadolu’da ortaya çıkan Milli Mücadele liderliğini desteklemek ise 1920 yılı içinde netleşen kesin bir stratejik karardır. Bolşevik liderler Türkiye’nin o günkü vaziyetinde hiçbir şekilde bir sosyalist devrim potansiyeli görmezler. Kapitalizm gelişmemiştir, işçi sınıfı zayıftır. Türkiye için en gerçekçi proje Mustafa Kemal liderliğinde Sovyet dostu radikal burjuva bir devrimdir. Bolşeviklerin Türk komünistlere telkini Milli Mücadele liderliğini tanımaları, Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeleri, bunu yaparken bağımsız varlıklarını korumaları ve örgütlenmeleridir. Belirleyici olan bu politik yönelimin dışında elbette Bolşevik parti ve Komintern içinde farklı görüşler olabilir. Ancak bunların hiçbiri Sovyetlerin Milli Mücadele liderliğinin alternatifi olarak komünistleri hazırladığı gibi saçma bir iddianın ispatı olarak öne sürülemez.
Bolşeviklerin Anadolu’daki hareketi ilk tanımaya başladıkları evrede İttihatçı liderlerle temas ettikleri, 1919-20 evresinde Enver Paşa’yla dirsek temasını sürdürdükleri bilinmektedir. Bu Milli Mücadeleyi kimin omuzlayacağıyla ilgili yaşanan doğal bir karışıklığın sonucuydu. İttihatçıların Anadolu’da devam eden örgütsel gücü ve İttihatçı liderlerin etkisi hesaba katıldığında bu anlaşılır hale gelir. Sovyetlerin kararı Anadolu’yu emperyalistlere karşı en iyi ve en kararlı kim savunacaksa onu desteklemek yönündedir.
Öte yandan Bolşeviklerin planlarının Çerkez Ethem’e kadar uzandığını söylemek bir komplo teorisinin ötesine gidememektedir. O günkü Sovyet politikası açısından bu iddianın ayakları tamamen havadadır. Bunu ispat edecek ciddi bir tarihi kayıt da yoktur. Sovyet Rusya Ankara’daki Meclis hükümetinin altını oymaya değil, Ankara’daki direnişin bir an önce başarılı olmasına konsantre olmuştur. Kaldı ki Sovyetlerin o dönemde Anadolu’nun iç siyasal dengelerine müdahale edebilmesinin ciddi sınırları vardır. Ankara merkezli iktidar denkleminde Sovyetlerin birilerini iktidara taşıma, ya da başkasını iktidardan düşürme gibi bir tasarrufu olabileceği görüşü hayal mahsulüdür, Türkiye’de anti-komünist tarihçiliğin en tanıdık ve en fantastik tezidir.
Sovyetlerin komünistlerin Anadolu’da güçlenmesini istemesi, bunu desteklemesi ise az önce işaret edildiği gibi güncel bir iktidar alternatifini hazırlama anlamı hiçbir şekilde taşımamaktadır. Bilindiği üzere Sovyet Rusya elçilik kanalıyla ve elçilikteki Komintern temsilcileri aracılığıyla Ankara’da 1920 yılında kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı desteklemektedir. Kurulduktan sonra hükümetin baskılarına uğrayan ve örgütsel hayatı çok kısa süren Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın üyeleri Çerkez Ethem’le işbirliği yaptıkları gerekçesiyle tutuklanmışlardı. O dönem kararlı biçimde süren komünist avı için kullanışlı bir argümandır bu. Ancak bunun doğru olduğunu ispat edecek herhangi bir veriye sahip değiliz. THİF’in Çerkez Ethem’e tavır aldığı yayınlarında ve toplantı tutanaklarında açıkça görülmektedir. THİF Çerkez Ethem’i resmi TKP’nin sorunu olarak görmekte ve isyanının da İttihatçıların işi olduğunu düşünmektedir. Mustafa Suphi’lerin dönüşünün Ethem’in isyanıyla çakıştırıldığı iddiası da diğerleri gibi dönemin gerçeklerini yansıtmaktan uzaktır ve bu türden bir iddiayı saniyesinde çürütecek onlarca belge bulunmaktadır. Stalin dahil olmak üzere Bolşevik yöneticilerin Suphi ve yoldaşlarının Türkiye’ye geçiş planına ne kadar rezervli oldukları bilinmektedir. Bırakın Ethem’le eşgüdüm sağlamayı, TKP’lerin dönüş planı bununla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dizi nedenle ertelenmiş ve dönüşüme uğramıştır. Bunların hepsini belgelerde görmek mümkündür. Ancak asıl anlaşılması gereken husus böyle bir komployu – Suphilerin dönüşü ile Ethem’in isyanını çakıştırmak- Sovyetlerin o günkü Türkiye politikası içinde anlamlandırmak mümkün değildir.
Sovyetlerin Anadolu’da savaş sürerken Yunanistan hükümetine Ankara hükümetine karşı işbirliği teklifi götürmüş olması iddiası çok tuhaftır. Sovyetler Ankara’daki hükümete yüzde yüz sadakat göstermek zorunda değildir elbette, ancak sınırlarında bütün gücüyle İngiltere’ye karşı bir bariyer oluşturmaya çalışan Sovyet Rusya’nın İngiliz destekli Yunan hükümetine Milli Mücadeleyi yok etmek üzere yardım teklif etmesi için Bolşeviklerin iktidardan düşürülmüş olması gerekirdi. Böylesine bir iddianın gerçekliğine az da olsa bir inanç besleniyorsa, bunun bilimsel olarak o günkü Sovyet politikasına hangi anlamda hizmet ettiğini ikna edici bir biçimde ortaya koymak ve söylentilere değil doğrudan arşiv belgelerine dayanmak gerekir.
Sovyetler Milli Mücadele sırasında o kadar Ankara yanlısıdır ki, yeni kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ni Anadolu’daki işgale karşı koyması için cesaretlendirmiş, bütün Komünist Enternasyonal toplantılarında Kurtuluş Savaşı’na destek çizgisi savunulmuş, daha da ileri gidilerek işgal sırasında Yunan birliklerinin işlediği suçlar uluslararası kamuoyuna sistematik bir biçimde taşınmıştır.
TKP ve Sovyet Rusya
Son olarak Yıldırım Koç’un özellikle üzerinde durduğu TKP, Sovyetler ve Komintern ilişkileri hakkında da bazı hususları hatırlatmak gerekmektedir. Şuradan başlayabiliriz: Komünistler “milletlerin” değil, ezilenlerin kurtuluşu için çalışırlar. Bu anlamıyla “millicilerin” ısrarla siyasi komplo, güç ve çıkar ilişkileri çerçevesinde görmek istedikleri enternasyonal dayanışma ilkesini benimsemişlerdir. Ancak TKP’nin de üyesi olduğu Komintern geleneğinde her partinin öncelikle kendi ülkesindeki devrimci dönüşümleri gerçekleştirme sorumluluğu vardır. Bunun o ülkenin toplumsal dinamikleriyle gerçek bir buluşma yaşamadan gerçekleştirebileceğini düşünen tek bir komünist bile bulamazsınız. TKP’nin kurucu unsurları da bu açıdan istisna değildi. Ne Bakü’de TKF kuruluş kongresini gerçekleştirenler, ne İstanbul grubu ne de Ankara merkezli olarak komünist hareketi örgütleme işine girişenler ülke gerçeklerine yabancı, ayakları bu topraklara basmayan dışsal unsurlardı. Bağımsızlık mücadelesinin canı gönülden destekçisi oldular, ona kan taşımak için de ellerinden geleni yaptılar.
Kendi programları doğrultusunda siyaset yapmak istemeleri, örgütlenmeleri, Milli Mücadele liderliğinden siyasi ve örgütsel olarak bağımsız kalmak istemeleri suç muydu? Ne münasebet... O günkü koşullar ve iktidar mücadelesi içinde komünistlerin saf dışı edilmiş olmaları onların eylemlerini tarihsel olarak gayrimeşru kılmamaktadır. TKP’lilerin vatanı Moskova değil Türkiye’dir. Anti-emperyalist savaşa destek vermeyi o günün öncelikli görevi olarak görmeyen tek bir komünist bulamazsınız. Ancak komünistler aynı zamanda bağımsızlık kazanıldığında gerçek bir toplumsal kurtuluşun temellerini atmak için yollar aramaktadır. Yıldırım Koç’un cımbızladığı Moskova’nın vatan olduğu yönünde en fazla metaforik anlamı olan ifadeler kadar komünistlerin kendi ülkelerine yönelik sevgisini, bilgisini ve bağlılığını gösteren ifadeler arşiv içinden çıkacaktır. Komünistleri vatansız ilan etmenin tek gerekçesi ülkelerinin mülk sahibi sınıflarıyla uzlaşmaya, sınıf işbirliğine yanaşmamaları olabilir. Neticede Rus ve Türk komünistleri, Milli Mücadeleye önderlik eden burjuva sınıfının iktidarında, emperyalistlerle belli bir vadede uzlaşma aranacağını öngörmüşlerdir. Bu öngörü ilerleyen yıllarda doğrulanmakla kalmamış, "milli çıkar" adına Amerikancılık yapabilen anti-komünist çizgiyle mücadeleyi derinleştirmiş, tutarlı bir yurtseverliğin komünistler tarafından üstlenildiği bugünlere taşımıştır.
Moskova’ya tabiiyet ve komünistlerin vatanı
“Tabiiyet” ve “vatan” meselesini biraz daha açmak iyi olabilir. 1920’nin dünyasında Moskova’nın tüm dünya komünistleri için bir ağırlık merkezi olduğu açıktır. Ortada kazanılmış bir devrim, ciddi bir siyasi birikim vardır. Bunun da ötesinde devrim sonrası zorlayıcı iç savaş ve ekonomik kriz koşullarında dahi hayata geçmeye başlayan toplumsal dönüşümler sadece başka ülkelerin komünistleri için değil değişim isteği ve umudunu taşıyan herkes için esin kaynağı olmuştur. Örneğin 1920 Ankara'sında Meclise uzanan halkçılık cereyanını Ekim Devriminin etkisinden bağımsız düşünebilir miyiz?
Türkiye’de 1920-23 aralığında gerçekleşen devrimin sınıfsal bileşiminin tüm geri çeken yanlarına rağmen radikal bir siyasal kopuşa imza atabilmiş olmasında Sovyetlerin hiç mi izi yoktur? Durum buyken TKP’lilerin insanlığı ileri taşıyacak büyük bir hamleye imza atmış olan Bolşeviklerle kompleksiz bir ilişki içinde olmalarında şaşırtıcı bir durum yoktur. Oradan gelen görüş, öneri, siyasi ve maddi yardımı da gizleme gereği duymamışlardır. Tüm bu söylenenler Moskova’yla ilişkilerin zorlayıcı bir karakter taşımadığı, zaman zaman TKP’ye ayak bağı olmadığı anlamına gelmemektedir. Eğer tüm bir anti-komünist külliyatın bizleri inandırmak istediği gibi basit bir tabiiyet ilişkisi olsaydı ortada gerilimsiz bir ilişki olurdu.
Oysa durum bu değildir. Taraflardan biri, Bolşevikler, Türkiye’de devrimle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarın Sovyetlere dost kalmasını Sovyet iktidarının korunması açısından hayati önemde görmektedir. Diğeri, TKP, burjuva devriminin henüz sönümlenmediği ve emperyalistlerle ülke içindeki gerici güçlerden korunması gereken bir ülkede, daha ileri devrimci atılımlar için arayışlarını sürdürmek zorundadır. Ancak bunun için yeterli siyasi birikim ve örgütsel güçten yoksundur ve üstelik sürekli devlet baskısı altındadır. Öte yandan her iki tarafın pozisyonu da kendi içinde tutarlı ve meşrudur. Buradan tabiiyet değil, bir yandan dayanışma, diğer yandan gerilimin karakterize ettiği karmaşık bir ilişki çıkmaktadır.
Neticede TKP’nin kurucularının “başarısızlığı” ile ilgili olarak faturayı TKP-Moskova ilişkilerine kesmek konuyla ilgili kavrayışımızın gelişmesine herhangi bir katkı sunmamaktadır. Ancak verili tarihsel koşulların kısıtlayıcılığı içinde, en genel anlamda eşitsiz gelişmenin sınıflar mücadelesi açısından büyük bir çeşitlilik ve aynı zamanda bir karmaşa yarattığı, öte yandan devrimci krizin geri çekilmiş bulunduğu bir anda, nelerin mümkün olup nelerin olamadığını analiz etmek ilerletici olabilir. Söz konusu objektif koşulları tanıyıp bunların yarattığı kısıtlar içinde daha başka ne yapılabilirdi sorusunu sormak elbette meşrudur ve bu çerçevede yapıcı bir eleştirinin de önünü açar.