Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) bu yıl pek çok kez dünya kamuoyunun gündemine geldi. Geçtiğimiz Mart ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çocuk Hakları Komiseri Maria Lvova-Belova hakkında yakalama kararı çıkaran UCM, kararın gerekçesini bu ikilinin etkin rol oynadığı bir şekilde “çocukların hukuksuzca Ukrayna’dan sınır dışı edilmesi” ve “işgale uğrayan Ukrayna’daki insanların Rusya’ya yasadışı şekilde yerleştirilmesi” olarak göstermişti. Savaş suçu işlendiği yönünde makul şüpheler bulunduğunu ifade eden UCM, Putin ve Lvova-Belova’nın yargılanması gerektiğini ileri sürmüştü. Birkaç gün önce Rusya İçişleri Bakanlığı tarafından, bu kararı veren UCM hâkimi Sergio Godinez için yakalama kararı çıkarıldı. Nitekim, daha önce UCM’de görev yapan çeşitli hâkim ve savcılar Bakanlığın arama listesine alınmıştı.
İsrail’e dönük tepkiler
Mahkemenin gündeme gelişi Rusya-Ukrayna Savaşı ile sınırlı değil. İsrail’in Filistin’e dönük saldırılarının başladığı 7 Ekim tarihinden bu yana İsrail’in katliamlarına ve diğer suçlarına pek çok devlet tepki gösterdi.
Bazı ülkeler, aynı zamanda UCM’nin Netanyahu başta olmak üzere İsrailli üst düzey yetkililerce işlenen suçlara karşı yakalama kararı çıkarmasını ve suçluları yargılamasını talep ediyor. Örneğin Güney Afrika Dışişleri Bakanı Naledi Pandor, Netanyahu’nun uluslararası hukuka göre sorumluluk taşıdığını, UCM tarafından yargılanması gerektiğini söyledi. Keza AB başta olmak üzere Batı’nın ikiyüzlü davrandığını söyleyen Erdoğan’ın yaptığı açıklamaya göre Türkiye, İsrail’in işlediği suçları belgeleyerek UCM’ye başvuruda bulunacak. Tepki gösteren bir diğer ülke ise İspanya oldu. Dışişleri Bakanı Ione Belarra, İsrail’e karşı ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulanmasını istediklerini söylerken sorumluların UCM’de yargılanması gerektiğini sözlerine ekledi.
Diğer yandan, Cenevre’deki Birleşmiş Milletler merkezinde olduğu gibi Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan UCM’nin önünde de düzenli olarak protestolar ve mitingler düzenleniyor. Tümünün ortak noktası, UCM’nin suçlulara karşı hukuki bir pozisyon alması ve yargılamaların başlamasına yönelik talep.
UCM nedir ve ne işe yarar?
2. Dünya Savaşı'nın akabinde savaş suçlularını yargılamak için Nürnberg Mahkemeleri kurulmuştu. Nürnberg’den önce uluslararası hukuk sadece devletler arası ilişkileri düzenliyordu. Ancak bu dönüm noktası ile sorumluların kendi ülkelerinde işledikleri suçlardan dolayı uluslararası hukuka göre sorumlu olabilecekleri kabul edildi. Ayrıca, suçu işleyenin devlet başkanı olmasının veya “yalnızca iç hukukun uygulanmakta olduğuna” yönelik savunmanın sorumluluktan kurtulmayı sağlamayacağı ilkesi yerleşti.
Akabinde 1990’lı yıllara dek uluslararası bir ceza mahkemesi mevcut değildi. 1993’te Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi kuruldu. Ertesi yıl Ruanda için, 2000’lerin başında ise Sierra Leone ve Kamboçya için aynı şekilde ad hoc mahkemeler tesis edildi.
Bu sürece paralel olarak kabul edilen Roma Statüsü neticesinde 2002 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi kalıcı olarak kurulmuş oldu. İlk etapta UCM’nin yargı yetkisine giren suçların sadece şu üçü olduğu kararlaştırıldı: Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım. Daha sonra saldırı suçları (crimes of aggression) da eklendi.
UCM’ye taraf olmak için ülkelerin Roma Statüsünü hem imzalaması hem iç hukuk mekanizmaları ile onaylaması gerekiyor. Halihazırda bu süreci tamamlamış ve Mahkemeye taraf konumda bulunan 123 ülke var, Türkiye de bunlardan biri. Buna karşın hiç imzalamamış ya da imzalamış fakat onaylamamış ülkeler de var. Örneğin ABD, Rusya ve Çin anılan son grupta yer alıyor. Politik olarak böyle bir taraflaşmanın içine girmeme gücü olduğunu ve/veya taraf olduğu takdirde zor durumda kalacağını düşünen devletler, bu yolu seçiyor.
Hatta ABD daha da ileri giderek Bush döneminde bir anlamda UCM’ye savaş açmıştı. Kabul edilen bir yasaya göre Mahkemeye taraf olan, yani Statüyü imzalayıp onaylayan her ülke ABD’nin mali desteğini yitirecekti. Yani “dünyanın jandarması” ABD, etki alanına dahil olan tüm devletleri tehdit ediyordu. Ne var ki taraf ülkelerin sayısındaki artışı önleyemediler.
İsrail, Filistin ve UCM
İsrail, Statüye taraf olan ülkelerden biri değil. Uluslararası hukuki sorumluluk ne zaman gündeme gelse sorumlu olmadıklarına dair öne sürdükleri temel gerekçe bu oluyor. Ne var ki Roma Statüsüne göre Mahkemenin yargı yetkisine dahil olan üç farklı durum mevcut. Taraf devletlerden birinin sınırları içerisinde veya taraf devletlerden birinin vatandaşı tarafından suç işlenmişse UCM yetkili oluyor. Üçüncü durum ise bu ikisinin gerçekleşmediği ihtimalde BM Güvenlik Konseyi'nce UCM’nin yetkilendirilmesi.
2018 yılında Filistinlilerin Gazze Şeridi’nde düzenlediği “Büyük Dönüş Yürüyüşü” eyleminde İsrail Güvenlik Güçleri (IDF) yüzden fazla kişiyi katletmiş, yaklaşık 20 bin kişiyi de yaralamıştı. Bu yürüyüş sırasında Filistinlilere karşı işlenen suçlar için UCM’ye yapılan başvuru, tartışmaların fitilini ateşledi. Netanyahu, Filistin'in Roma Statüsüne katılmak için devlet olma kriterlerini karşılamadığını öne sürerek İsrail'e yönelik savaş suçları iddialarının soruşturulmasına karşı çıkmıştı ancak UCM bunu kabul etmedi. Daha sonra 2021’deki karar uyarınca Mahkeme; Filistin’in Roma Statüsüne taraf devletlerden biri olduğunu, sınırları içerisinde Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’nin de bulunduğunu, dolayısıyla bu topraklarda işlenen ve UCM’nin yargı yetkisi kapsamında kalan suçlar için görev yapabileceğini belirtmişti. Filistin UCM’nin yargı yetkisini 2014’te kabul etti. Savcı Fatou Bensouda’nın ifadesine göre UCM bu tarihten sonra Filistin’de işlenmiş olası uluslararası suçlara karşı soruşturmalara başladı.
UCM’nin yakalama kararlarını yerine getirecek ulusal veya uluslararası çapta bir kolluk kuvveti yok. Bu durumda iş hukuki boyutu büyük oranda aşarak ülkelerin siyasi nüfuzuna ve o anki çıkarlarına göre tercih edecekleri hamlelere bağlı ilerliyor. Örneğin Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Darfur’daki soykırımdan sorumlu tutularak hakkında yakalama kararı çıkarılmıştı. Beşir, Roma Statüsüne taraf olan Ürdün’de bulunmuş fakat Statünün 27. maddesi gereği devlet başkanlığı bir bağışıklık sağlamamasına karşın bu gerekçe ileri sürülerek ilgili ülke tarafından yakalanmamıştı.
Meselenin bugünü
BM İnsan Hakları Konseyi tarafından görevlendirilen soruşturma komisyonu, 7 Ekim'den bu yana İsrail ve Filistin’de tüm tarafların işlediği potansiyel savaş suçlarına ilişkin kanıt topluyor. Bu süreçte Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı'nın (UNRWA) yaptığı açıklamaya göre İsrail tarafından yapılan saldırılarda kurumun 29 personeli yaşamını yitirdi. İlaveten, 18 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde yapılan oylamada -yalnızca- Hamas’ı kınayan ve tarafları insancıl hukuka uymaya davet eden karar taslağı reddedilmişti. 15 ülkeden 12’si lehte oy kullanırken, daimî üyelerden olan Rusya ve İngiltere çekimser kalmış, ABD ise veto eden taraf olmuştu.
Netanyahu, Hamas’ın konuşlandığı her yeri açık hedef olarak görüp buna göre hareket edeceklerini söylemişti. İsrail bu yaklaşımla okul, hastane, mülteci kampı, ibadethane gibi pek çok yeri bombalayarak insancıl hukuka ve Roma Statüsüne göre savaş suçu işlemeyi sürdürüyor. Savaş suçları, zamanaşımı kapsamında değerlendirilmiyor ve aradan ne kadar vakit geçerse geçsin suçluların yargılanması mümkün. Bu nedenle UCM’deki hukukçular, Putin teslim olarak veya yakalanarak Mahkeme tarafından yargılanmadığı ve esastan ret kararı verilmediği takdirde yakalama kararının hukuken güncel olduğunu söylemişti.
Dolayısıyla Netanyahu ve İsrailli yetkililer tarafından işlenen suçlar için zamanaşımı işlemiyor. Üstelik yalnızca son bir ay değil, hukuken 2014’te Filistin’in Statüye taraf oluşundan beri işlenen suçlar UCM’nin yetki alanına dahil durumda. Mahkemenin soruşturma başlatarak sorumluları yargılaması mümkün.
UCM Başsavcısı Karim Khan, Putin hakkında konuşurken “Kimse soykırım, insanlığa karşı suç veya savaş suçları işleyip de cezası kalacağını düşünmemeli” şeklinde konuşmuştu. Putin’in gerçekten bir savaş suçlusu olup olmadığını bir kenara bırakalım. Hatta tartışmalarda adı hiç geçmeyen ancak sivil yerleşimleri bombaladığı açık olan, insancıl hukuka göre meşru hedef kabul edilemeyecek temel yaşam kaynaklarını hedef aldığı için Amnesty International’ın bile bir noktaya kadar suskun kalabildiği Ukrayna hükümetini ve Devlet Başkanı Zelenskiy’i de şu an için düşünmeyelim! Ancak bu koşullar altında, İsrail’in bir ayı aşkın süredir işlediği yüzlerce suça karşı UCM ve uluslararası hukukun üç maymunu oynamayı sürdürmesi dünyanın her yerinden büyük tepkilere yol açıyor.
Sözgelimi; Savcı Bensouda, 2018 yılında İsrail’in Batı Şeria’daki bir köyden Filistinlileri tahliye etme girişimi hakkında uyarıda bulunmuştu. Tahliyenin, işgal altındaki bölgedeki nüfusun tamamının veya bir kısmının sınır dışı edilmesini veya transferini yasaklayan Roma Statüsünün 8. maddesinde tanımlandığı gibi bir savaş suçu oluşturabileceğini söylemişti ve İsrail’in uyarı öncesindeki kadar cüretkâr davranamaması amaçlanmıştı. Şimdiye kadar İsrail’e karşı böyle bir uyarının dahi yapılmadığı görülüyor.
UCM’den beklentimiz olmalı mı?
UCM ve türevi uluslararası mahkemeler, hiçbir zaman iddia edildiği gibi bağımsız çalışan, özerk kurumlar olmadı. Örneğin 1999’daki Sırbistan bombalaması BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmamasına rağmen NATO yine de gerçekleştirdi. Bir noktadan sonra hedefi de gitgide yayılmaya başladı. Çin Büyükelçiliğini, sivil kitleleri, köprüleri, tarihi yapıları vurdu. Bunların her biri (o dönem henüz UCM yürürlükte değilse de) 1949 tarihli Harp Zamanı Sivillerin Korunmasına İlişkin ve 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Cenevre Sözleşmelerine aykırıydı.
Yugoslayva UCM’nin başkanı olan Louise Arbour, NATO bombalamaları için devlet liderlerinin sorumluluk taşıdığını söyledi. Ancak daha sonra “vazgeçirilerek” Miloseviç’in Kosova’da olanlar için sorumluluğuna gidildi ve yalnızca Miloseviç yargılandı. Buna mukabil, ABD başta olmak üzere NATO ülkeleri ve liderleri açıkça uluslararası hukuka aykırı olan bu bombalamalar nedeniyle herhangi bir hukuki yaptırımla karşılaşmadı. Uluslararası Adalet Divanı ise Yugoslavya’nın yaptığı başvuruya yanıt olarak NATO bombalamasının bir “insani müdahale” olduğunu söylüyordu.
Yine de dünya kamuoyunun ve vicdan sahibi herkesin UCM’yi harekete geçmeye çağırması elbette kabul edilebilir bir tepki. Bu sayede suçluların zaten son derece zayıf olan meşruiyetinin iyice zedelenmesi sağlanabilir. Ayrıca işlenen suçlar soruşturma süreci sayesinde çok daha net olarak ortaya konabilir. Nihayet, böyle bir yaptırımla karşı karşıya kalma ihtimali, ateşkese yanaşmalarını ya da en azından okul, hastane vb. temel yapıları hedef almamalarını sağlayabilir. Tüm bunlar doğru. Fakat UCM’nin hiçbir ciddi girişimde bulunmaması şaşırtıcı değil. İsrail tarafından işlenen sayısız suçu görmemeleri imkânsız. Her şeye rağmen sessiz kalmaları kuşkusuz ki siyasi bir tercih.
Hukuken UCM’nin Filistin topraklarında işlenen suçlara dair yargı yetkisini edindiği yaklaşık on yıllık periyotta İsrail, dünyanın gözü önünde katliamlar yapmayı, yüz binlerce insanı yurdundan uzaklaştırmayı ve tecrit etmeyi sürdürüyor. Yıllardır işlenen suçlara dair pek çoğu aleni olan kanıtlar mevcut. Mesela son olarak New York merkezli Human Rights Watch adlı kuruluş, İsrail’in 7 Ekim sonrası insancıl hukuka göre yasak olan beyaz fosfor silahını kullandığına dair deliller ele geçirdi. Önceki müdahalelerden de bu gibi kanıtlar bolca var. Gelgelelim, UCM tarafından İsrail’in eylemlerine karşı hiçbir gerçekçi müdahale gelmiyor.
Neticede UCM’nin veya uluslararası hukuka içkin diğer kurumların, dünya emperyalizminin nüfuz alanına çok büyük oranda dahil olduğunu belirtelim. Yargıç ve savcıların atanma süreci üzerinde BM’nin “ağır toplarının” etkisi yüksek olduğu gibi, hukukçular da kariyer basamaklarının bu devletleri pek kızdırmamaktan geçtiğinin farkında. Yukarıda açıklandığı gibi UCM’yi harekete geçmesi için zorlamak tabii ki bir mücadele alt başlığı olabilir. Ne var ki emperyalizmle doğrudan ya da dolaylı olarak var olan bağlarını ve özellikle uluslararası hukuk gibi yaptırım mekanizmalarının gelişkin olmadığı bir alanda hukuki normların nasıl araçsallaştırılabildiğini unutmamak, sonuç itibariyle bu kurumlara ciddi anlamda bel bağlamamak gerekir.