Kültür insana kanla değil, toprakla bulaşır: Gomidas’tan Udi Yervant’a Anadolu’nun ezgileri, acının ve umudun ortak sesine dönüşüyor.
Özkan Öztaş
Osmanlı'nın ayakta kalma hayalleri yayılmacı hevesleri ile birleşince Anadolu'da yaşayan birçok halkın defterine perişanlık yazıldı: Sürgünler, katliamlar, kıyımlar ve daha nicesi...
1915'ten çok önce, tarihler 22 Nisan 1898 tarihini gösterdiğinde Kahire'de çıkan tarihin ilk Kürtçe gazetesi olan Kürdistan, Abdülhamit'in baskıcı politikalarına karşı bir arayışı temsil ediyordu. Amacını "Kürt halkını aydınlatmak" olarak tarif eden bu gazete Diyarbakır'da, İstanbul'da ve özellikle Botan bölgesinde Kürt hamallar arasında elden ele dolaştırılıyor ve gizli gizli Osmanlı topraklarına sokuluyordu.
"Padişahın yetkileri sınırlanmalı" diyordu gazete. "Anayasa" diyordu ve hatta taa Japonya'dan örnek veriyordu anayasal uygulamalara dair. Gazete pek çok sayısında Ermenilere de hitap ediyordu.
Sultanın Ermeni-Kürt kışkırtmalarına pabuç bırakılmaması gerektiğini yazan gazete Osmanlı topraklarında yaşayan bu iki halkı köle olarak betimliyor ve Padişaha karşı birlikte mücadele etmeye çağırıyordu. Aynı dönemler Kürdistan gibi çıkan bir diğer gazete de Osmanlı'ydı. Osmanlı da yine padişahın ulaşamayacağı yerlerde çıkarılıyor ve yurda gizli gizli sokuluyordu.
İstibdata karşı hürriyet, perişanlığa karşı müsavat yazıyordu her iki gazetenin de sayfalarında.
İşte o günden bu yana konu eşitlik ve özgürlük arayışı olunca sınırlar nerede başlıyor, nerede bitiyor, karar vermek gittikçe daha zor bir hal aldı. Bu toprakların kültürüne bakanlar, çoğu zaman bir "mozaik" benzetmesi yaparlar. Ancak bu, hakikati tam olarak resmetmiyor. Bu topraklarda emekçilerin zorbalara karşı var olma mücadelesi ve onun yeşerttiği kültüre baktığınızda tuvaldeki renkleri birbirine karışan, yeşilin nerde bittiğine, mavinin nerde başladığına karar vermenin zor olduğu bir iç içe geçmişlik görürsünüz.
Çünkü zorbanın sebep olduğu acılar da öyledir. Nerede başlar, nerede biter, karar vermek zor. O yüzden türküler de ağıtlar da birbirine benzer.
Gomidas'tan Yervant'a Anadolu'da Ermeni müziği
Takvimler 1915'i gösterdiğinde Anadolu topraklarında Kütahyalı Gomidas sürgün edilenler arasındadır. Paris'te hayata veda eden Gomidas geride kayda geçirdiği yüzlerce ezgi ve bir de suskunluğunu bırakır. Kürtçe türkülerden Ermenice ağıtlara, ezandan ilahilere bir sürü ezgiyi kayda geçer. Bu toprakların notalardaki hafızasıdır Gomidas Vartabed.
Ama hayatın ve direncin cilvesi böylesi zamanlarda gösteriyor kendini. Yine bu topraklarda, Diyarbakır'da dünyaya gelen Yervant Bostancı, Diyarbakır'ın kaybolan Ermeni ezgilerini hafızaya işler Gomidas'ın bıraktığı yerden. Belki sadece kendi hafızasına işlese bir eli yağda bir eli balda yaşayacaktır. Ama o olması gerekeni yapar, sadece kendi hafızasına değil, toplumun ortak hafızasına işler bunları.

Her Diyarbakırlı gibi Yervant'ın da müziğe ilgisi ve hevesi vardı. Babası Puşici Kekê Yako'dan (Yakup Bostancı) aldığı meziyeti emeğiyle taçlandırır. Diyarbakır küçelerinde (sokaklarında) aldığı müzik terbiyesini ileriye taşır. 1970’li yılların başlarında Aşık Zülfi’den bağlama, Bedros Başak ile dökümcü Sıraç’tan cümbüş dersleri, Hüsnü İpek’ten ilk nota derslerini alır. Burada bırakmaz.
"İstanbul'a gitmem benim hayatımda büyük bir sıçrama yarattı" diye başlıyor söze Udi Yervant. Gözlerinde hala aynı heyecan ve telaş var. "Diyarbekir'de düğünlerde çalmaya başlamıştım. Kurulan rakı sofralarında okuduğum türküleri cesaretlendirdi komşular" diyor.
Ama esas mevzu 1976 yılında Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne girmesiyle başlamış. Burada sanat müziğinin duayenleri ile çalışma şansı bulan Udi Yervant kısa zamanda okuduğu Ermenice ve Türkçe şarkılarla adından bahsettirmiş ve İstanbul'un en gözde mekanlarında sahne almış. 1980'li yıllarda İstanbul'un tüm meyhanelerinde ve tavernalarında Alâattin Şensoy, Zeki Müren, Adnan Şenses gibi dönemin en ünlü müzisyen ve ses sanatçılarıyla kazandığı deneyimleri paylaşmış dinleyicilerle.
Ama zorbanın eli de boş durmuyor zaman içinde. Bir sahne sırasında uğradığı hakareti içine sığdıramamış. Terk etmiş buraları. Amerika'ya yerleşmiş. Artık Amerika'daki Ermeni toplumuna çalar söylerim diye düşünmüş.

Fotoğraf Amerika'daki Harput-Kesrigli Ermeniler'in piknik buluşmasından. Tarih 1912-1913 kaynak: Project SAVE.

Kaynak: Agos
'Annemin ninnisi Diyarbekir türküsü'
"Valla ilk zamanlar keyfim de yerindeydi yalan yok. Durumum iyiydi, rahattım. Ama huzursuzdum. İçimde tuhaf bir özlem vardı, bitmedi, azalmadı. Bu toprakları nasıl bırakır insan. Amerika'ya indim, bir elimde ud diğerinde valizim. Ağzımda annemin ninnisi, Diyarbekir türküsü" diye anlatıyor bu süreci.
Yervant da doğduğu toprakların özlemini içinde taşıyarak dolaşmış diyar diyar.
Amerika'da yaptığı çalışmalar sayesinde Diyarbakır'da dinleyenlerine bir vesile ulaşmaya devam etmiş. Bu ezgilerden birini dinleyen Şehmus Diken kendisine ulaşıp Diyarbakır'a gelmesini rica edince ayak sürümüş önce. "Ne işim var" demiş.
Bu süreci anlatırken "Biliyorum. Diyarbakır'a gidersem dönmem zor olurdu. Bırakamazdım oraları, zaten bırakamamıştım" diyor.
Hikayenin sonrası malum. Yervant Bostancı, namı diğer Udi Yervant bir etkinlik kapsamında Diyarbakır'a geliyor.
O kadar.
Öykünün devamında, Ankara'da Anadolu Müzik Kültürleri Derneği'nin bir etkinliğinde yolumuz kesişiyor. Ankara'daki dinleyicilere Ermenice ezgiler söylemek için geldi geçtiğimiz aylarda Yervant. Bir elinde kıymetle taşıdığı ud, diğerinde de birlikte sahne alacağı genç akademisyenin bağlaması.
Sohbet sırasında Anadolu Müzik Kültürleri Derneği'nin duvarındaki Gomidas tablosuna bakıyor. Yanı başında Ruhi Su var. Udi Yervant önünde duruyor. "Fotoğrafımı burada çek" diyor.

'Kültür insana kanla değil toprakla bulaşır'
Yervant, sonrasında şöyle anlatıyor:
"Ben Diyarbakır’da doğdum, 20 yaşıma kadar orada büyüdüm. Kültür insana kanla değil, toprakla bulaşır. Diyarbakır’ın kokusu, tadı, müziği beni yoğurdu. Annemin söylediği türküler, babamın inanılmaz güzel sesiyle ezberlediği şarkılar… Babam okuma yazma bilmezdi ama müziğe öyle bir kulağı vardı ki, bir şarkıyı iki kez dinlese ezberlerdi. Mesela, rahmetli annemle bir gün muhabbet ederken, babamın sesini duyanlar hayran kalırdı. Diyarbakır’da Celal Güzelses’in ve daha nicesinin 78’lik plaklarıyla büyüdüm. O ahenk, o ruh hâlâ içimde."
Başlarda Diyarbakır'ı hiç özlemediğini söylüyor. "20 yaşlarındaydım zaten çıktığımda daha oturmamıştı hiçbir şey" diyor.
Mekandan uzaklaşınca makama sığınmış Yervant:
"Ben klasik sanat müziği kökenliyim, Türk müziği eğitimi aldım. Uşşak makamını çok severim. Uşşak, Hüseyni, Bayati, Muhayyer Kürdi… Doğuya özgü, o derin, içli makamlar beni hep çeker. Türk müziğinde de, halk müziğinde de, Ermeni müziğinde de bu böyle. Uşşak kokan eserler güzeldir" diyor. Ve bu topraklardan uzaklaştıkça da o makamlarda devinmiş çok uzun bir süre.
Yervant Bostancı annesinin ninnisinden aldığı ezgileri Diyarbakır başta olmak üzere Anadolu'daki Ermeni kültürünün izlerini taşıyan birçok başlıkta yeniden üretiyor. Albümlerinde ve konserlerinde iç içe geçen o sınırları seslendiriyor.
Diyarbakır'a geldikten sonraki öyküsü geride bıraktığından daha uzun, daha güzel ya da daha konforlu değil belki. Ama daha kıymetli ve daha manalı ona göre. "Taş yerinde ağır" diyor gülerken. Telafuzunda kırık bir Diyarbekir ağzı...