Tek kişilik şirketler, spiritüel liderler ve sahte başarı öyküleri

Bu insanların birçoğu aptal değildir, çaresizdir. Rahat ve iyi bir yaşam istiyorlar, mevcut hallerinden memnun değiller. Ama yalnızlar. Kimseye de güvenmiyorlar...

Eren Korkmaz

Geniş kitlelerin, bilhassa da gençlerin işçi olmak istememesi, işçiliği geçici, kurtulunması gereken bir olgu olarak görmesi ve bundan bireysel yollarla kurtulacağını düşünmesi yalnızca günümüze ait olan ve sosyal medya gibi araçlarla köpürtülen bir olgu değildir. Altta kalanın canının çıktığı, her koyunun kendi bacağından asıldığı gibi söylemlerin eşlik ettiği, tek başına yaşayan bireylerin temel güvenlik ve ihtiyaçlar çerçevesinde bir sözleşmeyle toplum halinde yaşadığına dair liberal tarih tezinin ve güçsüz olanın ezildiği, elendiği sosyal darwinist teorilerin köklerinin olduğu, kapitalizme eşlik eden görüşlerin güncel bir yansımasıdır. Bugünü belki özgün kılan, bu yaklaşımın rakipsiz görünmesi, karşısında güçlü bir toplumcu, kolektivist, dayanışmacı, emeği öne çıkaran akımın zayıflığıdır.

Solopreneur’lar

Bu bireysel kurtuluş nasıl olacaktır? Bunun en temel yollarından biri ve günümüzde övülen konu girişimciliktir. Yerel ve merkezi yönetimlerle üniversiteler girişimcilik ekosistemini geliştirmeyi hedefler, kamu ve STK'lar bunun için fonlar ayırır, kurslar ve sertifika programları, hızlandırma programları, kuluçka merkezleri, etki merkezleri kurulur, şirket kurmak için fikri olanlar parası olan yatırımcı konumundaki “dragon”ların karşısına çıkar ve zenginliğe sıçrar. Bu günümüzde üniversite ve lise öğrencilerinden akademisyenlere ve oradan mühendislik, tıp, sanat gibi alanlar başta olmak üzere hemen her sektöre yayılan bir yaklaşımdır.

Ancak bununla sınırlı değildir. Şayet girişimcilik (entrepreneurship) bir şirket - enterprise kurmak ise ve dolayısıyla işçiye ihtiyaç duyuyorsa, buna ulaşamayanlar içinse “solopreneurship” denilen tek kişilik şirketler önerilmektedir. Envai çeşit danışmanlar, coach'lar, eğitmenler bir yerde çalışmak, patronun derdini çekmek, iş arkadaşları ile rekabete girmek yerine, “kendi işinin sahibi” olmayı ister, evinden çalışmayı tercih eder. Çoğunun hayalinde bir tatil beldesinde keyifli bir yaşam sürüp, günde birkaç saat bilgisayar başında danışmanlık yapmak ve zengin olmak vardır. Bunun bir diğer versiyonu esnaflıktır. Küçük bir dükkan açıp ticaret yapmak bir işte çalışmaktan daha iyi görünmektedir. Dolayısıyla bir yanda çok sayıda fitness, yoga hocası varken diğer yanda aynı sokakta 3 manav, 5 kasap sabah 9’dan gece 10'a kadar müşteri beklemektedir. Bu yaklaşımı, yani işçi olma yerine, şirket sahibi olma yanılsamasını pekiştiren bir diğer alan ise platform ekonomisi denilen, Uber, Deliveroo, Yemeksepeti gibi şirketlerin uyguladığı sistemdir. Burada çalışanlar şirketin çalışanı olmuyor, hepsi kağıt üstünde şirket sahibi oluyor ve örneğin motorsikleti ile kuryelik yapıyor. Burada istediği zaman işe çıkmak, bir iş disiplinine bağlı olmamak, kimseden emir almamak, özgür olmak, rahat bir yaşama kavuşmak gibi vaatler çekici geliyor.

Ancak nasıl ki girişimci olarak yola çıkanların büyük çoğunluğu başarısız oluyorsa, tek kişilik şirketler veya platform çalışanları bir süre sonra asgari ücret, iş sağlığı ve güvenliği ve çalışma saatleri için mücadele etmeye başlıyor. Çalışma saati artıyor, iş sağlığı ve güvenliğinden sigortaya her şey kişinin sorumluluğuna kalıyor, haftasonu ve yıllık izin kavramları zaten yok. Buna benzer patron olma hayalinin bir başka karşılığı da sanayide tedarik zincirine girmek için, genelde ustabaşlarının yanlarına birkaç işçi alıp firmalar ve markalar için ürettikleri merdivenaltı üretim birimleridir. Dolayısıyla işyerleri küçülünce ve bireyler hukuki olarak işçilikten çıkıp şirket sahibi olarak konumlanınca hem yasal ve tarihsel haklarını yitiriyor hem de büyük şirketler karşısında güvencesiz ve korumasız kalıyor.

Ancak mesele sadece bu işlere girişip işçilikten kurtulma ile sınırlı değil. Bireysel kurtuluş meselesi aynı zamanda geçici bir bedeli ve “kendisi için” aşırı çalışmayı, bir nevi bir çile dönemini şart koşuyor. Podcastler, YouTube videoları 6 ay boyunca aralıksız çalışan, sandalyesinde uyuyan ama sonunda milyoner olan kişilerin başarı hikayeleriyle dolu. Dolayısıyla bir noktada şansın gülmesi, sıyrılması ve sıçraması mümkün olmalıdır. O herkes gibi değildir. O izlediği, takip ettiği kişiler gibidir.

Spiritüel uyuklama

Bu noktada çalışma yaşamının ticaret, işçi-işveren ve şirket-müşteri gibi para odaklı sıradan gündemlerinin içine spiritüel, dini yönler girer. Bilinmezlik bir üst güce güven isteğini pekiştirir. Bu nedenle burç yorumları önem kazanır. “Bu dönem zordur, çünkü Satürn kariyer evini zorlamaktadır ama 1,5 sene sonra çıkacaktır, para gelmiyordur çünkü Mars para evinde gerilemektedir, ilişkileri bozulmaktadır çünkü Uranüs sürpriz yapmaktadır.” Burada bilimsel olarak bu gezegenlerin etkisine dair bir söz söylemenin anlamı yoktur. Bunlar evrenin, tanrının, enerjinin, kaderin kendisini gösterme biçimidir.

Diğer tarafta şamanizm, yoga, enerji ustaları devreye girer. Sosyal medya sayesinde yerel şeyhlerle yetinmek zorunda da değilsiniz. Hindistan’daki bir hindu gurusunu veya Tayland’daki Budist rahibi, Amazon'daki Şamanı da izleyip “ruhen uyanabilirsiniz”. Öbür yanda ise yerel, ulusal ve uluslararası alanda dini liderler, tarikatlar, sohbetler, şeyhler devreye girer.

Burada şayet doğru şekilde isterse, manifest ederse, talep ederse herkesin istediğini alacağı ama bunun düzeyini ve dengesini bilmesi gerektiği anlatılır. Demek ki, kapitalizmi, sistemi sorgulamaya gerek yok, bu yaşadıklarımız bizim bireysel kararımızdır, sınavımızdır, bununla yüzleşmeli ve kabul etmeliyiz. Bu bazen öyle bir noktaya gider ki kadının taciz edilmesinin sebebinin de kadının kendisi olduğu, kendi enerji düzeyi düşük olduğu için bunu çektiği öne sürülür. Diğer yandan yoğun bir kadercilik buna eşlik eder. Bunların ortak yanı ise emeğin değersizleşmesidir. Çalışarak olmaz, önceki nesillerin yaptığı gibi olmaz. Kuantum sıçraması yapıp, 10 kat, 100 kat çıkmak gerekir, onu hedeflemek gerekir ve bu bir anda olur, siz tohum atarsınız, istersiniz, beklersiniz ve tesadüfler ve şanslar seni arayıp bulur, bir bakmışsın herşey değişmiş.

Gösterişçilik

Ancak hayatın gerçekliği karşısında bu söylemlerin de bir sınırı vardır. İnsanlar kanıt istemektedir, gözüyle görmek istemektedir. Kapitalizmin maddiyatçılığı ve rasyonalitesi burada kendisini gösterir. Bu insanların birçoğu aptal değildir, çaresizdir. Rahat ve iyi bir yaşam istiyorlar, mevcut hallerinden memnun değiller. Ama yalnızlar. Kimseye de güvenmiyorlar. Güvenmemeleri için de bin türlü sebep gösterebilirler. Her gün kaba saba davranışlarla, ahlaksızlıkla, yalancılıkla karşılaşıyorlar, herkes birbirini kazıklamaya çalışıyor, fırsatını bulan diğerini eziyor, mobbing yapıyor. Toplum olma özelliği, sosyal bir varlık olma durumu ortadan kalkıyor. Bunlar 70'lerde, belki 90'larda vardı ama artık o günler geçti.

Dolayısıyla tek kişilik şirket kurup okyanusta kendi gemisinin kaptanı olmak zorlu bir süreç, buna dayanak sağlayan ve herkesin meşrebine göre seçtiği burçlar, spiritüel, enerjisel, dini söylemlerin sunacağı dayanma gücü de sınırlı. Ama bunu pekiştiren ve güncelleyen olgu somut gözlemlerdir. İnsanlar televizyonlarda, sosyal medyada, özellikle Instagram ve Youtube’da yüzlerce insanın yaşamını takip ediyor ve onlarla kendilerini özdeşleştiriyor. Sonuçta başarı örneklerine ihtiyaç var.

Bunların bir kısmı en zengin ailelerin üyeleri, genellikle de genç nesilleri. Bilhassa İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde önceki nesillerden zenginlerin zenginliklerini saklamayı tercih etmelerini ve bunu bir kibarlık ve ahlaki değer olarak göstermelerini sağlayan giyotin travmasının genç nesillerde etkisini yitirdiğini fark etmek mümkün. Hatta kamuoyunda pek tanınmayan, adı sanı pek bilinmeyen zengin ailelerin isimlerini, yaşadıkları sarayları, kullandıkları arabaları influencer olan çocuklarından ve torunlarından görmek mümkün oluyor.

Ancak bunlarla da sınırlı değil. “Sıradan, yoksul, vasıfsız, cahil” insanların da buna ulaştığını göstermek gerekir. Bu da ülkemizde son yıllarda çoğalan, görgüsüzce para harcayan ama hiçbir özelliği, yeteneği, bilgisi, güzelliği olmayan şahısların ve çiftlerin ünlü olmaları ve “bakın boğazda yalı aldım, yazlığımda havuzumda yüzüyorum, eşime doğum gününde lüks araba aldım, nereden nereye geldim” gibi “paylaşımlarını” öne çıkarmalarıdır. Bunların artık toplumsal bir tepki almamasında ve görgüsüz olarak yerilmemesinde birçok insanın aslında kendisi gibi olan, hatta kendisinden daha “alt düzeyde” olan bu kişilerin bile doğru şekilde istediklerinde, doğru şahısları rehber edindiklerinde, doğru enerji düzeyine geldiklerinde evrenden, tanrıdan karşılık gördüklerini kanıtladığını düşünmeleridir ve onları eleştirmek dahi “bolluğu ve bereketi itmek” demektir.

Bu gösterişçiliğin tepki çekmek yerine işe yaradığının anlaşılması, mesela “AKP çocukları” olarak bilinen, özellikle taşra kentlerinde para savuran, lüks yaşam süren gençlerin rahatça paylaşım yapmalarını teşvik ediyor. Geçmişte mafya liderlerinin bile kendilerini toplumun gözünün önünden sakındıkları bir ortamdan günümüze geldik ve taşra şehrinde AKP'li bir müteahhitin oğlunun lüks arabalarla, para saçarak şehir içinde konvoy yapması, racon kesmesi ve yaşamını teşhir etmesi artık normal karşılanabiliyor, bunların ailelerinin izni ve bilgisi dahilinde olduğu, çocukların bir görevli gibi paylaşım yaptığı ve bunun “business”a, otoriteye iyi geleceği düşünülüyor.

Bunun bir diğer karşılığı ise holdingleşen tarikatlar. Tarikatlar eleştirilirken çoğu kişi “bunların dinle, öbür dünyayla ilgisi yok, hepsi şirket, hepsi zenginlik içinde yüzüyor, müritleri yoksul ama şeyh lüks aracından inip onları kutsuyor” diyor. Bu da günümüzün kapitalizminde, bahsettiğim girişimcilik, bireysel kurtuluş ve zenginlik hayallerine dair trendle bağlantılı. Bir tarikat şeyhi para peşinde koştuğu için, sosyal medyada garip videolar paylaştığı için eleştirilmiyor, hatta bu o şeyhin kerametinin ürünü olarak görülebiliyor. “Tanrının sevdiği kulu ki tanrı onu seçmiş ve parayla ödüllendirmiş.”

Günümüzde şeyhlerin keramet olarak suda yürümelerine, uçmalarına, yağmur yağdırmalarına gerek yok, bindiği araba, harcadığı para, lüks yaşam ve kurduğu holding yapısını iyi bir CEO olarak yönetmesi yeterli bir kanıt. Oralara giden farklı sınıflardan insanlar da zaten orada gözünün önünde gördüğü “yağan bereket”ten kendisine de bir pay düşer mi, o holdingin bir şirketinin temsilcisi olur mu, o sayede bir kamu kaynağını kendisine alabilir mi, bir yerde iş bulabilir mi, saygı görür mü beklentisine giriyor. Bu nedenle, ne kadar dini bilgisi derinlikli olursa olsun, bu holdingi yönetemeyen, kendisini, çevresini ve takipçilerini maddi anlamda doyuramayan veya bir nedenle iktidarın tepkisini çeken ve gücünü yitiren tarikatlar da, bir şirket gibi kapanıyor. Kimse dini bilgisi veya öbür dünya için inancında ısrar etmiyor.

Burada sosyalizmin gücünü yitirmesiyle birlikte ve sosyal devletin tasfiyesi ile, 1945 sonrasının dünyasında, daha önceki nesillerin iyi bir eğitim ve kamu hizmetleri sayesinde yaşadığı sosyal hareketliliğin ve dönüşümün etkisini yitirmesini görmek gerekir. Bu dönemlerde yoksul bir köylü çocuğu sosyal devlet sayesinde okuyup kentli bir öğretmen, avukat ve doktor olabilir ve ailesinden çok daha iyi şartlarda bir yaşama kavuşabilirdi. Ama bu durum onlarda bunu sağlayan toplumsal mücadelelere, sosyal devlete bağlılığı, toplumculuğu, dayanışmayı da güçlendirir. Yaşam kalitesindeki artışın sebebi toplumsal örgütlenmelerde verilen mücadelenin bir sonucudur, insanlar bu mücadelenin içindedir veya gözlemlemektedir, hakları deneyimlemektedir ve her nesil öncekinden daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Ancak son 35-40 yıllık dönemde sosyal devlet olgusu ve toplumsal örgütlenmeler zayıfladığı için artık üniversiteden mezun olan bir doktorun, avukatın, mühendisin ve öğretmenin asgari ücret şartlarında çalışması, ailesine bağımlılığını sürdürmesi, halinden ve geleceğinden memnun olmaması, kolektif bir mücadele yerine yukarıda bahsedilen türde kişilerin ve onların yaşamlarıyla “kanıtladıkları” hayata yönelik isteği pekiştiriyor. 

Bu durum ülkemize özgü bir durum değil. Dünyanın her yerinde bu trendi görüyoruz. En azından 60’lardan günümüze gelen, istikrarlı, köklü ve mücadeleci bir sol, sosyalist geleneğin varlığı, belirli toplumsal gündemlerde yüz binlerin, milyonların meydanlara çıkmasının normal olduğu, belirli politik başlıklarda sert mücadelelerin yaşandığı, toplumcu bir sanatsal damarın köklendiği ülkemizde, son yıllarda bunların kesintiye uğradığını ve zayıfladığını görmek kaygılandırıyor. Bu ideolojik bombardımanın düşünceleri etkileme gücünü göz ardı etmemek gerekir. Ancak sunulan tüm kanıtlara rağmen, tarihsel birikimi ve geleneği yeniden gündeme getirmekten başka çare de yok.