Tarikatlar nasıl kapatıldı, nasıl yeniden palazlandı: Serpil Güvenç anlattı

Türkiye’de dinci gericiliğe indirilen büyük darbenin yıldönümünde, aydınlar dünü ve bugünü değerlendiriyor.

Haber Merkezi

30 Kasım 1925, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tekke, zaviye ve türbeleri kapattığı gün.

O yıl, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Cumhuriyet’e karşı gerici isyanlar sürüyordu. 30 Ağustos Zaferi’nin yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu’da yaptığı konuşmada "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir (lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır" diyerek, kararın sinyalini vermişti.

30 Kasım’da Meclis, 677 Sayılı Kanunu kabul etti ve tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı.

Aradan 98 yıl geçti, Türkiye’nin her yanını tekkeler, zaviyeler, türbeler, her türden gerici örgütlenmeler kapladı.

Yazar Serpil Güvenç, konuyu soL için değerlendirdi.

***

Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadro ve Mustafa Kemal'in sınıfsal konumuna dair bazı nitelemelere göz atmakta fayda var.

Kapitalizmin doğuşuyla birlikte ona eşlik eden ulusal burjuvazinin, emekçi sınıfların eşitlik ve özgürlük özlemlerini yedeğine alıp burjuva demokratik devrimine yöneldiğini söyler Server Tanilli. Bunun anlamı, feodal, aristokratik, monarşik ve dinsel yapıların karşısına dikilmek ve onları yıkmaktır. Bir başka deyişle, burjuva cumhuriyetini kurmaktır. 

Kurtuluş Savaşı öncesinde Jön Türklerin, İttihat Terakki'nin, 1908 hareketi ve benzer akımların da Aydınlanma hareketleri diyebileceğimiz konuların bazılarını gerçekleştirmeye çalıştıklarını ama koşulların uygun olmaması ya da güçlerinin yetmemesi nedeniyle başaramadıklarını biliyoruz. Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren ve kökleri Jön Türkler ile İttihat ve Terakki hareketlerine dayanan Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı’nın başarısından gelen güçle ve Mustafa Kemal'in askeri, siyasi dehası ve kararlılığı sayesinde Gordiyon'un düğümünü kesip attılar. 

Bu bağlamda, Lenin'in Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal ile ilgili değerlendirmesi çok önemlidir. Lenin, Aralov'un anılarında emperyalistlerin soyup soğana çevirdiği Türklerin Milli Kurtuluş savaşı verdiğini, Mustafa Kemal'in sosyalist olmadığını ama iyi bir örgütçü, ilerici, akıllı bir devlet adamı ve yetenekli bir lider olarak milli burjuva ihtilalini yönettiğini söyler. Tanör de bu kadronun belli bir "devlet ve toplum tasarısı"na sahip olduklarını, bir doktrinlerinin olmamasına karşın Aydınlanma Çağı’nın düşünceleriyle örülü bir dünya görüşünün sahipleri olduklarını belirtir. "Biz ilhamlarımızı gökten ya da gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz" diyen Mustafa Kemal liderliğindeki kadronun proleter ulusların kapitalizme karşı mücadelesinin bir müttefiki olmak istemediklerini yani sosyalist bir devrim hedeflemediklerini, amaçlarının bağımsız ve akılcı ve müspet bilimci yöntemler kullanarak çağdaş bir ulus yaratmak olduğunu vurgular. Gerçekten de devrimin özelliği bağımsızlık ve Aydınlanma değerleridir. Aydınlanmanın temelinde laikliğin yani Batı'da temelini kilisenin devletten, dinin siyasetten ayrılmasından alan laikliğin olduğunu biliyoruz. 

Laik devlet ulusal nitelik taşır. Yurttaş, din, dil, ırk, ayrımı gözetmeksizin içinde yaşadığı toplumun eşit bireyidir. Yurttaşı yurttaş yapan, kimliğini belirleyen, özgür bireylerin birbiriyle olan özgür ilişkileridir, onları birbirine bağlayan dinsel bağlar değil ama maddi koşullardır. Dinsel temele dayalı bir toplumda ise, birey inancına göre bağlı olduğu toplumun bir parçasıdır. Onun kimliği, bağlı olduğu dinin kimliğidir. Sorumlulukları topluma değil, Tanrıya karşıdır. İslamcı anlayışta ise toplum ümmet, insan ise ümmetin bir mensubudur. İslamcı devlette hiçbir yasa şeriata aykırı olamaz.  İşte bu nedenlerle, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının laiklik yolunda adım atmaları ümmetten ulusa geçirilmeye çalışılan bir toplumda zorunluydu. Yalnız devletin ve siyasetin değil, toplumun da laikleştirilmesi gerekmekteydi. 

Milli Mücadele sırasında Kemalist kadro ile birlikte hareket eden toprak sahiplerinin muhalefeti, Aydınlanmaya dair bu önemli ve yaşamsal üst yapı reformlarını kalıcı kılabilecek bir toprak reformu girişiminin TBMM'de her seferinde geri püskürtülmesiyle sonuçlandı. 50'lerden başlayan ve günümüzün büyük dinci geri dönüşünü temsil eden bu karşı devrimci akımın gücünü emperyalizmden aldığını da biliyoruz. 

Bu kısa giriş sonrasında nelerin başarıldığına bakalım.

1 Kasım 1922' de 308 nolu kararname ile saltanat kaldırıldı ama halifeliğin kaldırılması için Mart 1924'e kadar beklenmesi gerekti. Koşulların elverişli olduğunu düşünen devrim hükümeti, bu tarihte 431 sayılı yasayla halifeliği ilga etti ve “Hanedan-ı Osmani”nin T.C. sınırları dışına çıkarılmasına, 430 sayılı yasayla Eğitimin Birliği'nin sağlanmasına, 429 sayılı yasa ile Şer'iye ve Evkaf bakanlığı ile Erkan-ı Harbiye umumiye bakanlığını kaldırılmasına karar verdi. Medreseler kapatıldı, eğitimin laikleşme süreci başladı, eşit ve karma eğitim olanağı geldi.  

Ertesi yıl yani 1925'de üç kararname daha çıkarıldı. 2 eylül 1925'de kıyafet yasası ilan edildi. 25 Kasım 1925'de şapka kanunu çıkarıldı. 30 Kasım 1925'de tekke ve zaviyeler kapatıldı. 

 17 Şubat 1926'da Medeni Kanun'un çıkarılması ve ilkokullarda 1-2 sınıfta din dersinin kalkması ancak 1926'da gerçekleşebildi. 1927’deki program değişiklikleri sonrasında, Arapça, Farsça ile din dersleri ortaokul ve lise müfredatından çıkarıldı. Kadınlar belediye meclisine seçilme hakkını ancak 1930'da, TBMM'ye seçilme hakkını ise 1934'de alabildiler. Laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi için 1937'yi beklemek gerekti. 1940'da Köy Enstitüleri kuruldu. 

Bu ilerici atılımlarda hep uygun zamanın ve sınıf dengelerinin kollandığını ve girişimin bu iki unsurun örtüştüğü dönemlerde yapıldığını görüyoruz. Bu, asıl konumuz olan tekke ve zaviyelerin kaldırılması olayında da böyle olmuştur. Bu kurumların devre dışı bırakılma çabası, Aydınlanma atılımları içinde Cumhuriyet hükümetini, varlığının korunması açısından önemli reformlardan birisidir. Mustafa Kemal 30 Ağustos 1925'de yaptığı konuşmada "ilmin ve fennin, bütün şumulüyle uygarlığın göz kamaştırıcı ışığı karşısında filan ya da falan şeyhin irşadıyla maddi ve manevi saadeti arayacak kadar iptidai insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, meczuplar, müritler, memleketi olamaz. En doğru, en genel tarikat uygarlıktır" der. 

Tam da bu noktada bu şeyhler, dervişler, müritlerin nerelerde varlıklarını sürdürdüklerine ve neler yaptıklarına bakalım. Tekke ve zaviyeler, küçüğüne zaviye, büyüğüne tekke adı verilen mekânlar olup tarikat mensuplarının barındığı ve ibadet ettiği yerlerdi. Genelde din bilgisi yeterli olmayan köy imamları buralarda Kuran öğretirlerdi. Batıl inanç ve hurafe kaynağı olan bu yerlerde dini öğretinin dışında, örgütlenen müritlere bir bilgi ve anlayış aşılanmamaktaydı. Erdost'un ifadesiyle, bireyin özgürleşmesinin, ulusun uluslaşmasının önündeki başlıca engel olan, başka din ve inançtan olanları kâfirlikle özdeşleyen bu teokratik ve geleneksel kurumların kaldırılması gerekliydi.  Kısaca tarikatların yuvası olan ve toplumun her hücresine nüfuz etmiş olan bu ulus öncesi mahallerin sadece dini özellikleriyle değil muhalif siyasal özellikleriyle de yeni düzende varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildi. Karşı devrimci potansiyelleri yadsınamazdı. Bununla birlikte, önce 3 Mart 1924'te çıkarılan 429 sayılı yasayla tayin ve işten çıkarılmaları Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) bağlandı. Varlıklarını devlet şemsiyesi altında sürdürdüler.

Tekke ve zaviyeleri kapatma kararının alınabilmesi için, Şubat 1925'te başlayan Şeyh Sait ayaklanmasının Haziran 1925'te bastırılması ve 30 Kasım 1925'e varılması beklenecektir. Nakşi şeyhi Şeyh Said'in "Halifeliği kaldıran ve dinsizliği yaymaya çalışan bu idarecilerle cihat etmek farzdır" diyerek 1925 Şubatı'nda başlattığı, dinsel niteliği yanında ulusal özellikleri de olan ayaklanmanın Cumhuriyet hükümetinin işini kolaylaştırdığı söylenebilir. 3 Mart 1925'te çıkarılan ve hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükun yasasını izleyen günlerde Ankara ve Doğu illerinde kurulan iki İstiklal mahkemesi, isyanı tekke ve zaviyelerle ilişkilendirerek bölgede yer alan bu kurumların tümünü kapatma kararı aldı. Mahkeme savcılığa yolladığı yazıda isyanın ortaya koyduğu bu gibi tekke ve zaviyelerin "birer menba-ı şer (kötülük kaynağı) ve fesat yuvası" olduklarını ve mensuplarının kendilerine kutsal payeler vererek halkı kendilerine secde ettirdiklerinin anlaşıldığını, bu nedenle kendi il ve ilçelerindeki bu yerlerin kapatılması için tüm yöneticilere haber salınmasını istedi. Savcılık, hemen ertesi gün, bu yazıyı Siirt, Siverek, Mardin, Hakkâri, Hınıs, Dersim, Diyarbakır, Genç, Ergani Maden, Malatya ve Elazığ'a yolladı. Karar bazı yerlerde yavaş uygulandı ya da hiç uygulanmadı. Bu durum, tarikat yapılarının bürokrasi arasında da varlığını ve etkinliğini göstermesi açısından önemlidir. 

İsyanda etkili bulunduğu söylenen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatıldığını söyledikten sonra bir noktaya daha dikkat çekelim. 

Şeyh Said'in kendisini bazı gazetelerin kışkırttığını, Sebillürreşat yazarı Eşref Edip'ten etkilendiğini söylemesi üzerine Sebilürreşat, Vatan, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, Toksöz, İstiklal, Tanin, Orak Çekiç, Aydınlık, İleri kapatıldı. Bu gazeteler arasında sosyalist gazetelerin yani Celal Nuri ve Suphi Nuri İleri kardeşlerin çıkardığı İleri'nin, Aydınlık ve Orak Çekiç'in de bulunduğunu görüyoruz. Rejim, Takrir-i Sükun yasasıyla, Aydınlanma hareketine ilişkin girişimlerinde kendisine destek veren ve Milli Mücadeleyi baştan itibaren destekleyen sol muhalefeti de susturmaya çalıştı. Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) bu yasa çerçevesinde kapatıldı; isyanı "İrticanın başında Şeyh Said değil derebeylik duruyor, irticaya karşı mücadelede halk hükümetledir. Kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır" diyerek kınayan TİÇSF lideri Şefik Hüsnü Deymer 1927'de 89 arkadaşıyla tutuklandı ve 1,5 yıl cezaevinde yattı. Aydınlık ve Orak Çekiç mensupları ve Yoldaş gazetesini çıkaran 38 kişi tutuklanarak Ankara İstiklal mahkemesine verildi. Bir kısmı 7 ila 10'ar, bir kısmı da 15'er yıl kürek cezasına çarptırıldı. Bu uygulama, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlamak üzere, tüm dönemlerde siyasal iktidarların, sınıf çıkarları gereği, anti komünizm histerisiyle, solu, sosyalist ve komünistleri hedef tahtasına koymaları ve ezmeye çalışmalarının güzel bir kanıtıdır.

Cumhuriyet hükümeti kapatılan tekke ve zaviyelerin personelini mağdur etmedi; şeyhlerine eski mekânlarındaki uygun yerlerde ikamet edebilme hakkı tanındı. Türbedarların maaşları ödenmeye devam etti. Türbedarların bir bölümü cami ve mescitlerde görevlendirildi. Boşalan mekânlarda okullar yapılması; bu kullanıma uygun olmadıkları durumlarda satılıp elde edilen gelirle köy okullarından başlayarak okul yapılmasına karar verildi. Kıymetli türbelerin idare ve muhafazası DİB'e devredildi. 

Ne var ki, kapatılmaya rağmen tekke ve zaviyeler evlerde gizli olarak törenlerini yaptılar ve halktan para toplamaya devam ettiler. Taner Timur, hızlı bir sanayileşme olmadığı ve "hurafe"lerin sosyal temelleri çökmediği için tarikatların tüm canlılıklarını muhafaza ettiklerini ve teolojik bir dünya görüşü olma niteliklerini kaybetmediklerini söyler. 

Gerçekten de, bu noktada Engels'in "Burjuvazi egemen sınıf olmasından kısa bir süre sonra işçi sınıfına ve başta komünizm olmak üzere tüm ilerici hareketlere karşı siyasi ve ideolojik cephaneliğini dinle tahkim etmeye karar vermiştir" sözünü doğrulayan gelişmeler olur ülkede. Çok partili yaşama geçen ve dümeni hızla emperyalist Batı dünyasına kıran CHP, Köy Enstitüleri'ni kapatır; kendi bakanı Hasan Ali Yücel'i saldırılar karşısında yalnız bırakır; 10 aylık İmam Hatip kurslarını ve 1949'da Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesini açar.

Soğuk Savaş yıllarının başından bu yana, emperyalizmin SSCB'yi çevrelemek için ve yıkmak için kullandığı "Yeşil Kuşak" teorisi ve daha sonra ortaya atılan "ılımlı İslam" kavramlarının her ikisi de, devletin İslamlaştırılması ve emperyalist politikalar çerçevesinde etkinleştirilmesi esasına dayanırlar. Antikomünizmin emperyalist hedeflerle iç içe geçmesi, her durumda söz konusudur. Ülkemizde de, emperyalist güçlerle tarikatların antikomünizm amacında birleştikleri bilinen bir olgudur.

Bu dönemden başlayarak hızla siyasallaşan tarikatlar özellikle 1950 Demokrat Parti iktidarı döneminde iktidar partisini güçlü bir biçimde desteklemekle başladıkları yolculuklarını, iktidara önce ortak olmak ve daha sonra AKP'yle iktidarı ele geçirmek hattında sürdürürler.

O dönemlerde, laikliğin dinsizlik olduğunu savunan Said-i Nursi'nin kurduğu Nur tarikatı, bir parti toplantısında "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" diyen Demokrat Parti (DP) lideri Adnan Menderes'i desteklemiş, DP iktidarında cemaatten 4 kişi milletvekili seçilmiş, ezan Arapçaya çevrilmiş, Köy Enstitüleri’ne son nokta koyulmuş, Halkevleri kapatılıp mallarına el konmuştur. 

Daha sonra, iki milyona yakın oy potansiyeliyle DP'nin devamı olan Adalet Partisi’ni (AP) destekleyen ve parti başkanı Demirel için "İslamköy'den bir insan çıkacak, bu milletin başına geçecek" tanımını yaparak arka çıkan yine Said-i Nursi’dir. Fetullah Gülen cemaatinin de Nur kökenli olduğunu söyleyelim. 1951'de kurulan ve ilk başlarda İmam Hatip okullarının, kuran kurslarının yayılmasını amaçlayan, Rabıta ve ABD petrol şirketi Aramco'ya varan ilişkilere sahip ve kendi görüşlerini savunan DİB başkanının tayinini bile sağlayabilen İlim Yayma Cemiyeti başta olmak üzere birçok kuruluşla ve siyasi parti ilişkileriyle bu tarikatlar ve irili ufaklı diğerleri, artık toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamın göbeğindedirler. 

1960 sonrası aralarında Çalışma Bakanlığında bulunacak Ahmet Tevfik Paksu'nun da bulunduğu yaklaşık 15 Nur öğrencisinin 3'ü Adalet Partisinden, geri kalanı ise MSP'den seçilerek TBMM'ye girerler.  

12 Mart, İslamcı hareketin siyasal iktidarın vazgeçilmez ortağı durumuna gelişini işaret eder. İslamcı partilerin siyasi iktidarlara katılmaları 12 Mart’ta CHP-MSP koalisyonuyla başlar. Bu partiler o günden bu yana kurulan hükümetlerin yarısında iktidar sahibi ya da iktidar ortağı olmuşlardır. İslam sermayesi ya da cemaat/ tarikat sermayesi, modern egemen sınıfın yerine göz dikmiş, oradaki ranttan pay almak isteyen ve pazar ekonomisinin rekabet ortamında dini motif ve simgeleri kullanarak yükselmek isteyen bir kesim-tabaka ya da sınıftır artık. Tarikatlar şirketleşmişlerdir. Tanör, bu durumu "İslam'ın sermaye ve ekonomiyle izdivacı" olarak tanımlar. Ecevit ile 1973 yılı koalisyon hükümeti sonrasında iktidar ortaklığını sürdüren Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'nin Bir Nurcu/Nakşi koalisyonu olduğunu söylemeden geçmeyelim.

1980'lere geçmeden vurgulanması gereken bir başka olgu, 70'lerden itibaren köyden kente göçün oluşturduğu varoşlarda tarikatların yuvalanmalarıdır. Gerici siyasal iktidarlarla ve darbelerle bu alanlardan çıkarılan devrimci kuruluşların yerini tarikat örgütlenmeleri aldı. Henüz kentleşmemiş, kendi kırsal kültürünü kente taşımış, kent kültürüyle çatışan ve bu kültür karşısında dışlandığını düşünerek kimliğini korumaya çalışan kitleler, dini inançları nedeniyle, İslamcıların siyasal söylemine rahatlıkla uyum sağladılar. Tarikatların bu yöreleri mekân seçmeleri bu nedenle çok kolaylaştı; Kuran kursu, vakıf türü örgütlenmeler, küçük burjuvazinin alt tabakalarından oluşan esnaf, memur, hizmetli, imam, öğretmen, öğrenci ve henüz köylülükten kopmamış işçilerden oluşan geniş yığınları siyasal amaçları doğrultusunda yönlendirebildiler. 

12 Eylül bir sıçramadır. 

12 Eylül cuntasının başbakanı, Dünya Bankası çalışanı, MESS Başkanı, DPT müsteşarlığı yapmış, ANAP kurucusu Turgut Özal, Türkiye'nin hacı unvanlı ilk cumhurbaşkanıdır. Köşkte tarikat ve cemaat liderleri Özal'ın arkasında saf tutarak namaz kılacaklardır. "Allahın ipine sarılan" bu cumhurbaşkanı Nakşi kökenlidir, annesinin Nakşi şeyhi M. Z. Kotku'nun yanına gömülebilmesi için   Bakanlar kurulu kararı çıkartabilecek, bazı Nakşi şeyhlerinin affını Evren'den talep edebilecek kadar inançlıdır Erbil Tuşalp'in ifadesiyle. "Bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar" olan bir gençlik isteyen Özal döneminde ekonomideki etkinlik siyasal etkinlikle bütünleşmiştir. ANAP hükümeti 14 Aralık 1983'de göreve başladıktan sadece iki gün sonra yani 16 Aralık 1983 tarihli kararname ile "Suudi-Türk finans kurumları" na yasal olanak sağlanır. Dış kökenli ve İslami sermayeye dayanan ilk iki banka olan Faisal Finans ve Al Baraka Özel Türk bu tarihten sonra kurulur. Konumuz açısından önemli olan, tarikat ilişkileridir; Al Baraka Türk Nakşibendi, Faisal Finans Nurcu kaynakların işbirliği ile kurulmuştur. Bu dönemde, ABD destekli Arap-İslam sermayecilerin Türkiye'ye aktıkları görülür. Tarikat koalisyonunun MUSİAD'ı da kurduklarını, imam maaşlarının da Evren onayıyla Suudilerce ödendiğini söylemeden geçmeyelim.

Nakşi Özal'ın başkanlığındaki ANAP bir tarikatlar koalisyonudur; tabanda ise Gülen cemaati, Süleymancılar, Işıkçılar ve başka tarikatlar bulunmaktadır.  

Nakşi tarikatı Özal'la birlikte en az 2-3 bakanlıkla temsil edilmekle kalmamış; Özal'ın varlığıyla başbakanlığı, TBMM başkanlığını ve Cumhurbaşkanlığı döneminde de Çankaya'yı ele geçirmiştir. Nur tarikatı ise, 12 Eylül sonrasında, İçişleri Bakanlığı, TBMM başkanlığı, ANAP genel başkanlığı, Milli Eğitim bakanlığı, devlet bakanlığı, Kültür bakanlığı düzeyinde temsil olanağı bulmuştur.  Mebus sayıları 50'yi aşkındır.

Tekke ve zaviyelerde yuvalanan ve alt yapı reformlarının yapılamaması nedeniyle varlıkları toplumsal yaşamdan silinip atılamayan tarikatlar AKP iktidarını oluşturan temel kadrolardır. Burjuvazinin genel programı olarak neo liberalizmi kucaklayan bir sermaye iktidarı olan AKP, Korkut Hoca'nın tanımıyla "bir İslami faşizm ve kapkaççı kapitalizmin karanlık sentezi"nden başka bir şey değildir. Bu parti sayısız tarikat yapılarıyla birlikte, emperyalizmin desteğinde, 1. Cumhuriyete son noktayı koymuş olmakla anılacaktır. AKP iktidarında, Anayasa ve yasalar fiilen çalışmaz hale getirilmiş; okullar medrese, cami, kuran kursu ve İmam Hatipleştirilmiş, öğretmenlik kavramı hoca ve imam kavramıyla yer değiştirmiş; Medeni Yasa uygulamada yerini Şeriat yasalarına bırakmıştır. Bunun da ötesinde, ülke parsel parsel satışa sunulmuş, emekçi sınıflar tarihlerinde az görülen bir yoksulluğa itilmiş, mafya kapitalizmi tüm çirkinliği ve etkinliği ile gözler önüne serilmiştir. Ülke artık bir tarikatlar, onların yuvaları olan tekke ve zaviye türü yapılanmalar cennetidir.

Sevindirici olan, bu karşı devrime karşı duran, genel hatlarıyla örgütsüz, yüzde 50'lere varan bir kitlenin varlığıdır. Sosyalist/Komünist partilere düşen görev, bu kitleyi, bu kez sosyalizmi hedefleyen bir yeni cumhuriyet kurmak hedefiyle örgütlemektir.