Spor, her yere çekilebilen ve her konuya değen özellikleriyle öne çıkan bir kavram. Ancak bu bir tanım değil ve bunun sınırını çizmek de öyle kolay olmuyor.
Rusya-Ukrayna krizinde açılan “yaptırımlar” başlığında, olay siyasi/ekonomik yaptırımlardan ziyade sportif yaptırımlara kadar genişledi ve krizin bir kategorisinde artık Rusofobiye varan sportif tecrit uygulamaları var.
Spor diplomasisi ve sportif yaptırım...
Daha önce de doping iddiasıyla Rus olimpiyat sporcularına cezai yaptırım uygulayan ve sporcuları ROC (Rusya Olimpiyat Komitesi) adı ile yarıştırıp isim, bayrak ve marş yasağına sıkıştıran küresel kuruluşlar, Ukrayna krizi ile birlikte cezayı tecrite dönüştürdüler.
Çelişkiye bakın ki sporun hem bir diplomasi aracı olduğu söylenir hem de siyasetten bağımsız bir alan olduğu öne sürülür.
Peki ya, diplomasi bir uluslararası ilişkiler ve siyaset kavramı değil midir? Devletler arasında bir dostluk kurma, “ilişkilenme” vesilesi olarak spora ne olmuştur?
Üzerinde tartışma olsa da bir diplomasi unsuru olarak spor, emperyalizmin elinde tecrit ve boykotun araçlarından biri hâline dönüşmüşse, yaşanılanlar, sporun siyasetten bağımsız olduğunu öne süren, ona bir tekillik ve rafinelik addedenlerin hüsranıdır.
Spor savaşı şekillendirebilir mi?
Sıcak bir çatışma hâlinin ya da doğrudan bir savaş durumunun olmadığı yeni bir “Soğuk Savaş “döneminin açıldığına yönelik bir çok tezin ortaya çıktığı bir dönemde, sportif ve kültürel misyonlar da NATO ülkeleri tarafından hedef alınmaktadır.
Sporda tecrit ve boykot yeni değildir. Soğuk Savaş döneminde gerçekleşen olimpiyat boykotları, protestolar, yasaklar her zaman var olmuştur ve spor kimi zaman siyasetin sopası görünümü almıştır.
Spor, içerisinde yaşanan düzenin sınıfsal özelliklerine göre kimileri için toplumsal bir araç ve insanların kaynaşmasıyken, bazı ülkeler içinse bir yumuşak güç unsuru, “terbiye etme” ve meşruiyet kazanma yolu olmuştur.
Mesela, sosyalist ülkelere, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ciddi bir kara propaganda ve sportif baskı uygulanırken, Soğuk Savaş döneminde Batı Alman sporculara devletin bilgisi ve teşviki dahilinde yapılan doping bilinçli olarak ıskalanmıştır.
1952 yılında ise batılı ülkelerin denetiminde bulunan 3 bölgenin birleştirilmesiyle oluşan Federal Almanya Cumhuriyeti olimpiyat oyunlarına dahil edilirken, Sovyet denetimindeki bölgede kurulan Alman Demokratik Cumhuriyeti ise Milli Olimpiyat Komitesi tanınmadığı için oyun dışı bırakılmıştır.
Bu örnekler ayrı ayrı tartışılmalıdır. Ama en güncel ve taze örneklerden birisi de 4 Şubat 2022 tarihinde başlayan Pekin Kış Olimpiyatları’dır. Burada bu kez, ABD’nin başını çektiği bir grup ülke “diplomatik boykot” çağrısı yapmış, Çin ile yaşanan siyasi gerilim kendisini yine spor alanında yeniden üretmiştir.
Özellikle Çin ile ABD arasında yaşanan siyasi ve ekonomik gerilim olimpiyatlar üzerinden Çin’e karşı bir baskı aracına dönüştürülmüş, ABD ise bunu bir meşruiyet kazanma ve kutuplaştırma kaygısıyla yedeğindeki ülkeler grubuna dikte etmiştir.
Ancak bu konuda başarısız olunduğu pekala söylenebilir. Hatırlanacaktır, koronavirüsün ilk olarak Çin’in Wuhan bölgesinden yayılması sonrasında yine ABD’nin başını çektiği bir Çin karşıtlığı yaygınlaştırılmış, kimileri de bunu Çin’e, Çinlilere ve Çin ürünlerine karşı bir nefret ile ayrımcılığı anlattığı iddia edilen “sinofobi” sözcüğüyle tarif etmeye girişmiştir.
Bu yaklaşım, NATO ülkelerinin ve medyasının bir kuralına dönüşmüştür.
Bir ‘detente’ örneği: Nagoya’da masa tenisi...
Spor ile diplomasinin tarihi de bir ve aynı olduğundan, örnekler de çoktur.
Japonya’da düzenlenen 1971 tarihli Nagoya Dünya Masa Tenisi Şampiyonası’nda Amerikan milli takımının kaptanı Glenn Cowan ile Çinli sporcu Zhuang Zedong arasında bir dostluk kurulmuş ve bunun sonucunda ABD takımı Çin’e davet edilmiştir.
1949’dan bu yana Çin’i ziyaret eden ilk Amerikalılar olarak tarihe geçen sporcular diplomatik kimi temasların ABD Masa Tenisi takımının Çin'e davet edilmesiyle başladığı için "ping-pong diplomasisi" olarak da anılan bir süreci başlatmışlardır.
Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki gerilimden de istifade etmeye çalışan Nixon hükümeti harekete geçmiş, dönemin Çin başbakanı Chou En-Lai ise Time dergisine yaşananları “Spor, uluslararası diplomaside şimdiye kadar hiç bu derecede etkin bir araç olarak kullanılmadı” diyerek yorumlamıştır.
O dönemden bu zamana çok geçti. Ping pong diplomasisi bir geçici bir yumuşama (detente) havası yarattı. Vize ve ambargo konularında gelişmeler yaşandı ancak kimi başlıklarda düşen gerilim daha sonra başka başlıklarda birikti.
Bir toplumsal olgu olarak spor, her şeyi çözemedi. Hatta kimi zaman başlatan oldu.
Spor bir ‘tabula rasa’ mıdır?
Spor, hala toplumsal bir güç ve bu gücü, sportif kurumlar ve küresel sporun köşebaşlarında yer tutan emperyalizm yanlısı patron örgütleri yönlendiriyor.
Sportif boykot ve yaptırımlar ise yeni olmayan bir uluslararası diplomasi silahı olarak gücünü koruyor.
Spor da güç ve güçlüden, sınıfsal mücadelelerden, çıkar çatışmalarından fazlasıyla etkileniyor, besleniyor.
Kimi örneklerde gerilimler yer yer azalsa da temel çelişkiler kalıcılığını koruyor.
Emek egemen olmayınca, emperyalizm didişecek yeni alanlar bulmakta hiç de zorluk çekmiyor. Tam da bu sebeple yeni bir ping pong diplomasisi pek olası görünmüyor.
Kapitalizm savaşsız duramazken, sporun da nötr kalacağı ve çözüm getirebileceği fikri hiç gerçekçi değil.
Hele ki spor, Rusya-Ukrayna başlığında marjinal bir şekilde gerilimin bir parçası, katalizörü hâline dönüştürülmüşken...
Sonuç olarak ise, siyasi zıtlaşma sürerken, sporun kapsayıcılığının sınırlarının, egemen sınıfsal ilişkilere bağımlılığı görülüyor, siyaset ve sporun kadim ve tarihsel ilişkisi yeniden deşifre oluyor.