SÖYLEŞİ | Anayasa Hukukçusu Alaz Sümer'le Alman Demokratik Cumhuriyeti Anayasası üzerine

Anayasa Hukukçusu Alaz Sümer, Sancı Yayınlarından çıkacak olan Alman Demokratik Cumhuriyeti Anayasası (1968) çevirisini ve çalışmanın arka planını soL'a değerlendirdi.

Çağdaş Gökbel

Anayasalar pek çoğumuzun bugüne dek dikkat etmediği ya da didaktik diliyle okumaktan kaçındığı metinlerdir. Oysa insanlar yaşadıkları ülkelerin anayasalarını okumalı ve bunlar üzerine fikir yürütmeli. Bugün, bu metinlere ilgi duyulmamasının bir yönü belki de bize bu anayasal düzende vaat edilen hakların gerçekte bir karşılığını göremiyor oluşumuz olabilir. Yine de sebep ne olursa olsun yaşadığımız ülkenin toplumsal sözleşmesini okumak ve bir adım daha öteye geçerek sosyalist ülkelerin anayasalarıyla karşılaştırmak gerçekten iyi bir fikir olabilir. Bu röportaj aracılığıyla okurlara esasında aynı zamanda esaslı bir fikir jimnastiği öneriyoruz. Gençlerin sürekli geri plana itildiği ve örselendiği bir toplumda bir adım öne çıkma cesareti gösteren değerli dostum Alaz Sümer’in yeni çevirisinin beni gerçekten heyecanlandırdığını itiraf etmeliyim. Salgın koşullarının getirdiği ekonomik, toplumsal ve psikolojik etkileri değerlendirirken bir sonraki buluşmamızı yüz yüze gerçekleştirmek için birbirimize söz veriyoruz. İşte Alman Demokratik Cumhuriyeti Anayasası’nın Türkçe’ye kazandırılışının hikayesi...

Şeytan’ın avukatlığını yaparak başlayayım. Propagandaya göre, Alman Demokratik Cumhuriyeti insanların kaçmak için canlarını hiçe saydıkları bir cehennemdi. Yine hâlâ pek çok insan ADC’yi insan hakları ve hukukun olmadığı bir ülke olarak görüyor. Bir hukukçu olarak sözde hukukun katledildiği bir ülkenin anayasasını çevirmeye nasıl karar verdin?

Marksist Hukuk Teorisine göre hukuk, mevcut toplumsal düzenin kendine özgü ve teknik bir dille yeniden ifadesidir. Bu noktada aslında bizim hukuk diye bahsettiğimiz şeyin asli değil türetilmiş bir kavram olduğunu ve var olan sistemden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla hukuk ve insan hakları kavramlarından bahsederken bu kavramların özü kadar bunlardan bahseden insanların ve devletlerin ideolojileri de önem taşır. Sosyalist olan bir devlet elbette bizim bildiğimiz hukukla, yani burjuva hukukuyla bağdaşmayacak uygulamalara sahiptir çünkü sosyalist devletlerin anayasalarında ve diğer normlarında korunan değerler farklıdır. Sosyalist devletlerin geçmişte tamamen kusursuz hukuk uygulamalarına sahip olduklarını söyleyemeyiz, bu uygulamalarda elbette hatalar ve dönem dönem yozlaşmışlıklar söz konusuydu ancak liberal bakış açısıyla getirilen eleştirilerin asıl sebebi bu hatalar değil, liberal sistemle korunan bazı anayasal değerlerin Alman Demokratik Cumhuriyeti ve diğer sosyalist devletlerce korunmamasıdır. Bu sebeple bu eleştirileri normal olarak karşılıyorum ve bunların hukuki kaygılarla değil liberal dünya görüşünün hassasiyetleriyle yapıldığını düşünüyorum.

Benim üzüldüğüm ADC'nin sosyalistlerce de tam anlamıyla bilinmemesi ve sahiplenilmemesi oldu.


Benim bu noktada üzüldüğüm durum, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sosyalistlerce de tam anlamıyla bilinmemesi ve sahiplenilmemesi oldu. Bunun sebeplerinden biri elbette özellikle Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Alman Demokratik Cumhuriyeti hakkında Türkçe kaynakların, özellikle de hukuk sistemleriyle alakalı olanların, sınırlı olmasıydı. Hukuk eğitimi aldığım için de küçük bir adım atarak elimi taşın altına koymak istedim. Almanya’da gelmiş geçmiş tüm sosyalist ülkelerin anayasalarından oluşan derlemeler ve şerhler basılırken Türkiye’de de bu konuda çalışmalar yapılmalıydı. İşte “hukukun katledildiği” bu ülkenin anayasasını çevirmeye bu şekilde karar verdim. Kore çevirisinden sonra gelen kötü niyetli eleştirilere bakılırsa, saçlarımı sosyalist anayasacılık çalışmaları için beyazlatacağım gibi duruyor ve bu benim için bir onurdur.

Anayasalar toplumsal sözleşmelerdir, bu yüzden her toplum için yaşamsal öneme sahiptir. Hukuk felsefesi perspektifinden baktığında, ki daha önce Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti Sosyalist Anayasası’nı çevirmiştin, burjuva devletler ile sosyalist devletlerin anayasaları arasında ne gibi farklılıklar var?

Daha önceki soruda bıraktığımız yerden devam edelim öyleyse. Sosyalist devletlerin anayasaları, sınıfın ideolojisiyle bağdaşacak şekilde, bir burjuva hukuku devletinin koruduğu değerlerden farklı değerleri korur. Korunan değerlerden bazıları hepimizin de bildiği gibi üretim araçlarının kolektif mülkiyetidir, vergi yasağıdır, parasız eğitimdir. Beni en çok etkileyen maddelerden bahsetmem gerekirse 8. Maddenin 2’nci fıkrasını örnek vermek isterim: “Alman Demokratik Cumhuriyeti hiçbir zaman bir fetih savaşı vermeyecek ve silahlı kuvvetlerini başka bir halkın özgürlüğüne karşı kullanmayacaktır.” Bunun sözünü de ancak sosyalist bir devlet verebilir. Burjuva hukukunu ve ezenlerin çıkarlarını değer olarak benimsemiş her ülke günün birinde bu kesimleri korumak için ekonomik veya diplomatik silahlarını başka halkların özgürlüklerine karşı kullanma potansiyeline sahiptir. Bu sebeple bu maddenin sosyalist anayasacılığın farkını ortaya koyabilecek bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.

Devlet, psikolojik savaşa ve insanın aşağılanmasına hizmet eden emperyalist kültürsüzlüğe karşı mücadele eder.

Madde 18’in 1’nci fıkrasında geçen bir ifade de çeviriyi yaparken çok hoşuma gitmiştir: “Devlet, psikolojik savaşa ve insanın aşağılanmasına hizmet eden “emperyalist kültürsüzlüğe” karşı mücadele eder.”. Emperyalizmin ve popüler kültürün gerçekten bir kültür değil kültürsüzlük olduğunun tespitinin yapılmasının ve insanların düşünce dünyalarındaki çeşitliliklerin vurgulanmasının etkileyici olduğunu düşünüyorum. Hele ki sosyalizmin “gri” rengiyle ve herkesin aynı olduğu iddiasıyla bağdaştırılmaya çalışıldığı bugünlerde. Kapitalist sistemde insanlar birbirlerinden farksız şekilde yaşıyorlarlar. İlkokuldan itibaren sömürü düzenine hizmet etmeye hazırlanıyor, bu sebeple kişisel gelişim saçmalıklarıyla besleniyor ve şirketler için saat başı özgeçmiş oluşturuyorlar. Dolayısıyla kapitalizmin aynı zamanda insanların üretkenliklerini yitirdikleri, tutkularını kaybettikleri bir sistem olduğunu vurgulamamız ve bunun çaresinin sistem değişikliği olduğunu söylememiz önemli.

Öğrenim hayatını Almanya’da sürdürdüğün için merak ediyorum. Alman Demokratik Cumhuriyeti Anayasası’nda okuduklarını, geçmişte pratik olarak sosyalist tarafta yaşayan insanların deneyimlerini karşılaştırdığında bugünkü Almanya’nın anayasal düzenini ve bunun toplumsal yansımasını nasıl değerlendiriyorsun?

Medyayı takip ettiğinizde hep Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sona ermesinden mutluluk duyan insanların sevinç çığlıklarıyla karşılaşırsınız. Bir de benim karşılaştıklarım var. Bu anayasanın çıkış sebebi, o insanların da seslerini duyurmaktı. Okurlar kendi değerlendirmelerini yapabilirler. Pandemi döneminde bir süre aşı merkezinde çalıştım. Bu yüzden özellikle yaşları büyük olan ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde uzun zaman geçirmiş insanlarla sohbet etme fırsatı buldum. Çoğunun söylediği şey, “Eğer böyle olacağını bilseydik, ülkenin yıkılmasına asla izin vermezdik.” oldu. Geçmişe yönelik eleştiriler yapmakla ve kırgınlıklara sahip olmakla birlikte şu anki Almanya’nın hemen hemen her açıdan “kendi Almanya”larından kötü olduğunu düşünüyorlar. Birleşme sürecinde kendilerine verilen sözlerin büyük ölçüde tutulmadığından yakınıyorlar.

Herkesin bir ev, bir araba hedefinin olduğu ve insani değerlerin, eğitimin ön planda olduğu hayatlarını özlüyorlar

Devletin sağladığı barınma hizmetlerini, iş imkanlarını ve daha da önemlisi hırstan ve rekabetten arındırılmış; herkesin bir ev ve bir araba hedefinin olduğu ve insani değerlerin, eğitimin daha ön planda olduğu hayatlarını özlüyorlar. Resmi istatistiklere göre Doğu Almanyalılar Batılılardan daha az kazanıyor, işsizlik oranı Doğu’da daha yüksek ve Doğulu biri işe alınırken ayrımcılıklara maruz bırakılıyor. Kendi ülkelerinde “mülteci” durumunda olduklarını söyleyen insanların sayıları da az değil. Atlası açıp baktığımızda tek ülke görüyoruz belki ama aralarında sınır olmayan, farklı gerçeklikleri olan iki ülke var aslında. Alman Demokratik Cumhuriyeti şimdiye kadar hep onu yaşamayanlara soruldu. Benim değerli bulduğum şeyse iki sistemde de yaşamış olan insanların görüşleri. İki sistemi de gördükleri için rahatça karşılaştırma yapabilir ve değerlendirmede bulunabilirler. Ben de okurların önyargılı olmadan bu insanların hikayelerini okumalarını istiyorum. Bu yüzden bu hukuk metni küçük bir başlangıç olacaktır ve insanların Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni araştırma isteklerini artıracaktır diye umuyorum.


Konu hukuk ve anayasa olunca Türkiye’yi konuşmamak olmaz. Yine de dünyadaki gelişmelere tam olarak Türkiye merkezli bakmamayı önereceğim. Çünkü bu bakış açısı insanların kapsamlı düşünmesini engelliyor. Şu an Türkiye’de 12 Eylül faşist cuntasının getirdiği burjuva anayasası dahi iktidar tarafından hiçe sayılıyor. Dünyada da benzer bir eğilim var. İnsanlar anayasal hakları olan grev yapma, protesto yürüyüşü düzenleme gibi temel haklarını kullanırken Avrupa’da da engellerle karşılaşıyor. Küresel salgında bu pratiği geliştirmiş gibi görünüyor; bir hukukçu olarak Türkiye ve paralel olarak dünyadaki bu eğilimi nasıl yorumluyorsun?

Aslında bizim anayasal kriz, mülteci krizi, pandemi krizi diye bahsettiğimiz şeyler; sistem krizinin alt dalları. Burjuva hukuku, barındırdığı minimum haklarla sistemin bir lütfu olarak görülürken şimdiye kadar onun devamlılığını sağladı. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada art arda gelen krizler sonucu sistem o kadar zayıfladı ve eski gücüyle devam edemez duruma geldi ki burjuva hukukunun insanlara tanıdığı haklar bile onun için birer pranga haline geldi. Çünkü toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanıldığı her miting, sistemin artık çökmeye mahkum olduğunun sinyallerini veriyor, ifade hürriyetinin kullanıldığı her köşe yazısı sistemin hatalarını kitlelere aktarıyor. Sistem de kendini koruma refleksiyle, elinde tuttuğu kamusal güç aygıtlarıyla bu haklara saldırıyor. Bu, Türkiye’de uzun zamandır alışılmış bir durum olsa da Avrupa demokrasilerinde söz konusu değildi. Avrupa ve ABD’de kolluk kuvvetlerinin son zamanlarda gerçekleştirdikleri sert müdahaleler aslında krizin kaynağının sistem olduğunu ve sistemin sanıldığı gibi kusursuz ve yıkılmaz olmadığını bize gösteriyor.

Türkiye’de gençler çok zor bir süreçten geçiyor. Genç meslektaşlarına nasıl bir mesaj iletmek istersin?

Son sözlere, ilk soruya verdiğim cevapla başlamak istiyorum: “Marksist Hukuk Teorisine göre hukuk, mevcut toplumsal düzenin kendine özgü ve teknik bir dille yeniden ifadesidir.” Bu sebeple yalnızca hukuktan yola çıkarak yapılan değerlendirmelerin, eksik kalmaya mahkum olduklarını düşünüyorum. İronik olabilir ama hukukçuların mesleklerini daha etkili şekilde icra edebilmelerinin, bu gerçeği kabul etmekten geçtiğini düşünüyorum. Hukuki değişme ve gelişmeler altyapısını toplumsal düzenden alır. Hukukun politik kimliğinin kabul edilmediği, toplumsal düzen tahlilinin doğru yapılamadığı bir ortamda yalnızca hukukçular değil hiçbir meslek grubu mesleğini layıkıyla yerine getiremez. Bununla birlikte Türkiye gibi sert siyasal koşulların mevcut olduğu ülkelerde sistem içi kazanımların da çoğu zaman hayati bir öneme sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Bu noktada meslektaşlarımın çok zor süreçlerden geçtikleri aşikar. Ancak ilkeli hukukçuların geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de meslek onurunu koruyacaklarına dair inancım tam. Onlara buradan dayanışmacı selamlarımı yollamak isterim, iyi ki varlar. Ayrıca röportaj ve güzel sorular için çok teşekkür ederim.