Kıbrıs konusu özellikle Doğu Akdeniz'deki enerji mücadelelerinin de artmasıyla yeniden gündemde. Bir süredir ara verilen görüşmelerin yeniden başlatılabilme ihtimalini tartışmak üzere geçtiğimiz günlerde Cenevre'de bir araya gelen taraflardan yapılan açıklamalar henüz kayda değer bir ilerleme sağlanma ihtimalinin görünmediğine işaret etse de kimsenin masadan kalkmak istememesi önümüzdeki günlerde Kıbrıs'la ilgili yeni bir sürecin başlayacağını düşündürüyor.
Kıbrıslı aydın Ahmet An'dan adadaki gelişmeleri, yakın geçmişin ışığında değerlendirmesini istedik. An'a göre adanın iki toplumunun bir arada yaşayabilmesinin yolu, birleşik mücadeleden geçiyor:
"İki ana etnik toplum olan Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bir araya gelerek, emperyalist dış güçler ve onların yerli işbirlikçilerine karşı anti-faşist ve anti-emperyalist bir emekçi halk cephesini örmek zorundadırlar."
***
Kıbrıs konusu yeniden Türkiye'nin gündeminde. AKP iktidarının Kıbrıs planı nedir sizce? Böyle bir plan var mı daha doğrusu?
AKP iktidarı, AB ile olan üyelik görüşmelerinde Kıbrıs sorununu bir şantaj unsuru olarak kullanma çabası içinde görülüyor. 1999 yılında AB tarafından aday ülke statüsüne kabul edilmezden önce de Kıbrıs’ta “konfederal” bir çözüm konusunu gündeme getirmiş, ama daha sonra toplumlararası görüşmeler “federal” bir anayasa oluşturma yönünde sürdürülmüştü. 2004’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesi ardından, gerek Hristofyas-Mehmet Ali Talat, gerekse Anastasiadis-Akıncı görüşmeleri sonunda federal anayasanın birçok maddesinde yakınlaşma sağlanmıştı. 2017 yılında İsviçre’nin Crans Montana kentinde yapılan toplumlararası görüşmelere, üç garantör ülkenin dışişleri bakanları da katılmış, ama 1960 Garanti Antlaşmasının yerini alacak olan ve tek taraflı müdahale hakkının bulunmadığı yeni bir “güvenlik sistemi” üzerinde anlaşmaya varılamamıştı.
Basın haberlerine göre, Türkiye’nin talebi olan, Türk askerlerinin Kıbrıs’ta sürekli varlığını sağlayacak stratejik bir anlaşma üzerinde fikir birliği oluşmadı. Öte yandan BM Genel Sekreteri Guterres’in taraflara sunduğu çerçeve, garantilere ve müdahale haklarına son verilmesini, Türkiye’ye ait asker sayısının ilk günden büyük oranda azaltılmasını, çekilmenin kısa bir zaman zarfında- iki yıllık bir sürede- gerçekleştirilmesini öngörmekteydi. Oysa Kıbrıs Rum tarafı, adada kalacak Türk askerlerinin ne zaman ayrılacağının kesin olarak belirlenmesini isterken, Türkiye ise anlaşılacak süre sonunda, durumun yeniden değerlendirmesinden söz etmekteydi.
Kıbrıs Rum basınına sızan başka haberlere göre, Türkiye, adanın kuzeyinde, güneydeki “egemen İngiliz askeri üsleri” statüsüne benzer “egemen Türk askeri üssü”nün elde edilmesinde ısrarlıydı. Nitekim Türk basınında, Türk işgali altındaki bölgede inşa edilmiş, fakat daha sonra kullanılmamakta olan Geçitkale (Lefkonuk) Havaalanının “insansız hava araçları üssü” olarak kullanılmaya başlandığı ve Yeni İskele (Trikomo) sahilinde de bir deniz üssünün yapılacağına ilişkin haberler yayımlatılmıştı. 1974’den beri dikenli tellerle çevirili bulunan, Maraş kentine ait bir sahil şeridinin büyük bir kampanya ile “piknik amaçlı” olarak açılması da, yine Türkiye’nin istediğini elde etme planlarında bir tehdit unsuru olarak kullanıldı. AB ile önümüzdeki Haziran ayında yapılacak görüşmelere kadar, genelde dış politikasında sorunlar yaşamakta olan Türkiye’nin hangi tehdit ve şantaj unsurlarını kullanacağı, bunlarda başarılı olup olmayacağı zaman içinde görülecektir.
Siz yazılarınızda Türkiye'deki iktidarın Kıbrıs'ın demografik yapısına dönük müdahalelerine dikkat çekiyorsunuz. Buradaki amaç sizce ne? Kıbrıs'taki Türk nüfusunu artırmak mı, Kıbrıs'ın sosyo-kültürel dokusunu değiştirmek mi?
Türkiye, 1974’de adanın askeri olarak işgalinin hemen ardından önce Şubat 1975’de “Tarımsal İşgücü Protokolü”, daha sonra 2 Mayıs 1975’de “Kıbrıs’ın Türk Bölgesindeki İşgücü Açığının Türkiye’den Gönderilecek İşgücü İle Kapatılmasına İlişkin Yönetmelik” çerçevesinde, adanın işgal edilmiş bölgesine nüfus aktardı. (https://can-kibrisim.blogspot.com/2014/04/kuzey-kibrisin-turkiye-tarafi…) Türk ordusunun ikinci harekat sırasında, adanın kuzeyinde ilerlerken, ev ve mülklerini geride bırakarak, adanın güney yarısına giden Kıbrıslı Rumların ev, tarla ve hayvanları, Anadolu’dan getirilen bu göçmenlere dağıtıldı. Oysa 1949 tarihli “Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi”nin 49 (6). maddesi, yabancı bir ülkenin düşmanca işgali durumuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “İşgalci güç, işgal ettiği bölgeye, kendisine ait sivil nüfusun bir kısmını aktaramayacak veya sürgün yoluyla göndermeyecektir.”
Türkiye, 1974’den başlayarak, on binlerce Anadolu kökenli sivil nüfusu Kuzey Kıbrıs’a yerleştirerek, bu uygulamayı günümüze kadar da sürdürmüş ve Cenevre Sözleşmesini çiğnemiştir. Bu da yetmezmiş gibi, bu yerleşimcilere 1983’de ilan edilen yasadışı “KKTC” devletinin yurttaşlığını da vererek, onları gerek milletvekilliği, gerekse başkanlık seçimlerinde oy deposu olarak kullanmıştır. 2004’de yapılan Annan Planı oylamasında da, “KKTC”nin AB’ye girmesi umuduyla, bu yerleşimcilerin olumlu oy kullandıkları bilinmektedir.
Anadolu'dan getirilen yerleşimciler tarafından, sömürgeleştirme yoluyla demografik yapıda sağlanan değişimlerin ardında, özellikle Türkiye'deki AKP hükümetleri döneminde, etnik olarak Kıbrıslı Rumlardan arındırılmış olan adanın kuzeyindeki bu bölgede yaşayan nüfus içinde artan din propagandası ile yerleşimcileri inceleyen bir araştırmamda konunun ayrıntıları yer almaktadır: http://can-kibrisim.blogspot.com/2019/10/tarihsel-acdan-kbrs-turk-toplumu-ve.html
Kıbrıs'ın kuzeyinde halkın günlük yaşamını da etkileyen sorunlar nedir diye sorsak neler söylersiniz? Kıbrıs’ta da tek sorun adanın siyasi statüsü mü?
Bugün Türk ordusunun işgali altında yaşayan gerek Kıbrıslı Türk, gerekse yerleşimci, ya da 3. ülke vatandaşı üniversite öğrencilerinin en büyük sorunu, sürekli olarak istikrarsız bir siyasal, ekonomik ve sosyal bir yapı içinde yaşamak zorunda kalmalarıdır. 1976 yılından beri bu bölgede para birimi olarak Türk Lirası kullanıldığından, TL’nin yabancı paralar karşısındaki değer yitirmeleri, hayat pahalılığını büyük ölçüde etkilemektedir.
Son 45 yılda “KKTC” denen ayrılıkçı yapıda 42 hükümetin kurulduğu göz önünde tutulursa, nasıl bir siyasal ortamın olduğu tahmin edilebilir. Bu süre içinde “parlamento”da kurulan birçok komisyon, çeşitli dönemlerdeki yolsuzlukların üzerine gitmekte herhangi bir başarı elde edememiştir.
Gündelik hayatın aynası olarak kitle iletişim araçlarına bir göz atacak olursak, her gün artan sayıda hırsızlık, tecavüz, fuhuş, yaralama, cinayet ve uyuşturucu suçları dikkati çekmektedir.
Sayıları şimdilik 14 olan KKTC üniversitelerinde, 120 farklı ülkeden 75.000'den fazla öğrenci ve 50 farklı ülkeden akademisyen bulunmaktadır. Bu kadar çok öğrenci, yerleşimci, işçi ve sözde turistin, Kıbrıs'ın işgal altındaki bölgesine herhangi bir denetim olmadan gelmesinin getirdiği birçok dezavantajı göz ardı etmemek gerek. Örneğin Ocak 2006 ile Aralık 2016 arasında geçen 11 yıl boyunca, Ağır Ceza Mahkemesi’nde toplam 5.818 dava açılmıştır. Bunların dağılımı şu şekildedir: 19 cinayet, 525 cinayete teşebbüs, ciddi yaralanma, 508 silah, patlayıcı ve bıçak kullanma, şiddet ve tehdit ve 2.157 uyuşturucu suçu. 2016 rekor kıran bir yıldı ve o yıl içinde 20.491 dava açılırken, bunlardan 13.730'u ödenmeyen borçlara aitti.
Öte yandan Türkiye’nin KKTC ile olan ekonomik ilişkilerine göz atacak olursak, işgalci ülke tarafından bu bölgeye 2019 yılında 1.3 milyar dolar değerinde ihracat yaparken, bu bölgeden ancak 62.4 milyon değerinde mal ithal edilmişti. Bu rakamlar, aradaki dengesiz ekonomik ilişkiyi yansıtmaktadır.
AKP'nin de seçim sürecine agresif bir şekilde müdahale etmesiyle Ersin Tatar'ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin önümüzdeki süreçte nasıl bir etkisi olur? Kıbrıs'ta seçim sonuçlarına bakınca kimlerin, neye göre oy verdiğine dönük bir analiz yapmak mümkün mü? Örneğin Kıbrıs nüfusuna dönük müdahalelerin bu sonuçta bir payı var mı?
AKP rejiminin Kıbrıs’ın işgal altında tutulan bölgesindeki müdahaleleri, bir süreden beri daha açık bir hal almıştır. Özellikle Ekim 2020’de yapılan Başkanlık seçimlerinde, arkasına AKP desteğini alan Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Ersin Tatar, seçim kampanyası sırasında “egemen eşitlik” ve “iki ayrı devlet” politikasını savundu. Daha çok Türkiyeli yerleşimcilerin yaşadığı Mağusa ve Yeni İskele bölgelerinde 2. turda sağladığı %9’luk oy artışı sayesinde, federal bir çözümü destekleyen Akıncı’yı 4,412 oy farkıyla geride bırakmış oldu.
İkinci dönem görev yapmak için Başkanlık seçimine katılan Mustafa Akıncı, bir TV söyleşisinde, 45 yıllık siyasal yaşamı boyunca Türkiye tarafından böylesi bir müdahalenin yapıldığını hiç görmediğini söyledi. “KKTC”deki TC Büyükelçiliği’nin, kendisi aleyhine çalışan bir büroya dönüştüğünden şikayet etti. Türkiye’deki iktidar partisi AKP ile onu destekleyen MHP’ye ait milletvekillerinin köyleri gezerek, kendisi aleyhinde kampanya yürüttüklerini sözlerine ekledi.
Örneğin Tatar yanlısı propaganda kampanyasında yer alan Türkiyeli milletvekillerinden biri de, MHP Kütahya milletvekili Ahmet Erbaş idi. Erbaş, Lefkoşa’daki Golden Tulip ve Girne’deki Grand Pasha otel ve kumarhanelerini bünyesinde bulunduran Pasha Oteller Grubu’nun sahibi olup, kendisine ayrıca “KKTC” vatandaşlığı da verilmiş bulunuyor. Son olarak Akdeniz Karpaz Üniversitesi’ni de satın alarak, Grup bünyesine katmıştır. MHP milletvekili Erbaş’ın çalıştığı bölgelerin tamamında Ersin Tatar’ın birinci olarak çıkması dikkate değer. Erbaş’ın, 30 gün içinde Ersin Tatar’la birlikte 69’u köy olmak üzere, 189 bölgeye gittiği belirtildi. (http://can-kibrisim.blogspot.com/2021/04/tatarin-baskan-olarak-sectirilmesi-ve.html) İlginçtir, Tatar seçim gecesi yaptığı açıklamada TC Başkanı Erdoğan ve yardımcısı Oktay’a seçimlerde verdikleri destek için özellikle teşekkür ederek, seçimlere müdahaleyi onayladığını da itiraf etmiştir.
Başkanlık seçimleri genel olarak değerlendirilirse, 1974 sonrasında kurulmuş olan yağma ve ganimet ekonomisinin devamından yana olan %52’lik bir çoğunluk, ayrılıkçı lider Tatar’ın yanında yer alırken, %48’lik bir kitle de Kıbrıs Rum toplumu ile birlikte işbirliğinden yana görüş belirtmiş oldu. Tatar’ın bu %48’lik kitleyi gözetmeyen ve taksimin devamını, hatta işgal bölgesinin TC ile olası ilhakını onaylayan bir politikaya yönelmesi, adanın toprak bütünlüğünden yana olan Kıbrıslı Türklerin iradesine yapılmış bir darbe olarak da yorumlanmaktadır.
Son süreçte yaşananlara, Cenevre görüşmesi sonrasında yapılan açıklamalara bakınca önümüzdeki dönem İngiltere'nin Kıbrıs konusunda inisiyatifini artıracağını söylemek doğru olur mu? İngiliz planı tartışmaları var basında, sizin gözleminiz nedir?
27-29 Nisan 2021’de Cenevre’de yer alan görüşmeler öncesinde İngiltere’nin hazırladığı ve sekiz maddeden oluşan “Egemen Toplum Devletleri” planı ile Türkiye’nin Cenevre’de sunduğu altı maddelik “siyasal ve egemen yönden eşit” iki devletin, yani KC ile KKTC’nin işbirliğini öngören “konfederasyon” planı, aynı çerçevede değerlendirilmelidir. İngiltere bu plan sayesinde, hem Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini geliştirmesini sağlamak, hem de ülkesinin AB üyeliği sonrasında diplomatik rolünü artırmak istemekteydi. (http://can-kibrisim.blogspot.com/2021/04/cenevreye-giderken-ingilterenin-planina.html) Ama 1977-79 doruk anlaşmalarından beri “federasyon” temeline dayalı yeni bir KC anayasası oluşturmak için tarafların kabul ettiği BM parametrelerini değiştirmeye yönelik bu girişimler, hem Kıbrıs Cumhuriyeti, hem de BM yetkilileri tarafından “ortak zemin” olarak kabul edilmedi.
BM Genel Sekreteri Guterres, 5+BM diye nitelendirilen ve 3 garantör ülke ile Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk liderlerinin katıldığı gayri resmi konferanstan sonra yaptığı açıklamada, 2-3 ay sonra yine BM’nin öncülüğünde ve aynı formatta bir görüşme yapılmasını planladığını açıkladı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Anastasiadis, bu yeni toplantının Temmuz ayında yapılmasını isterken, Türkiye’nin yine AB ile ilişkilerinin görüşülmesinden sonra bir tarih üzerinde ısrar edeceği anlaşılmaktadır. Kıbrıs Türk toplumunun bir “stratejik azınlık” olarak, TC’nin ve onun yakın işbirliği yaptığı emperyalist güçler arasındaki pazarlıklarda bir süre daha kullanılacağı anlaşılmaktadır.
Sizce Kıbrıs halklarının bağımsız ve birleşik bir geleceği nasıl kurulur? İki toplumun birlikte yaşaması için bir çözüm yolu mümkün mü?
Bu ancak ada halkının bir bütün olarak ortak siyasal mücadelesi ile mümkündür. İki ana etnik toplum olan Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bir araya gelerek, emperyalist dış güçler ve onların yerli işbirlikçilerine karşı anti-faşist ve anti-emperyalist bir emekçi halk cephesini örmek zorundadırlar.
1926’da kurulan Kıbrıs Komünist Partisi, adanın bağımsızlığını savunurken, 1941’de onun devamcısı olarak kurulan AKEL, ne yazık ki milliyetçi Kıbrıs Rum burjuvazisinin adanın İngiliz sömürge yönetiminden kurtulup, Yunanistan’a bağlanması (enosis) politikasını benimsemiş ve kendisini Kıbrıslı Türk emekçilerden soyutlamıştır. 1953’de Derviş Ali Kavazoğlu ve arkadaşları tarafından oluşturulan AKEL’in Türk Kolu, Kıbrıs Türk yeraltı örgütü Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)’nın, 1 Mayıs 1958’deki ortak yürüyüşten sonra, Kıbrıslı Türk ilericilere karşı giriştiği tedhiş, yıldırma ve öldürme olayları ardından çalışamaz duruma geldi.
1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yana tavır alan, haftalık Cumhuriyet gazetesinin avukat yazarları Ahmet Gürkan ile Ayhan Hikmet’in 23 Nisan 1962 gecesi öldürülmeleri, iki toplumun işbirliğinden yana olanlara yeni bir darbe daha vurdu. Kavazoğlu’nun 11 Nisan 1965’de, Kıbrıslı Rum sendikacı arkadaşı ile birlikte öldürülmesinden sonra, AKEL Türk Kolu diye bir şey kalmadı.
Adanın 1974 yazında ikiye taksim edilmesinden sonra da, AKEL, kuzeydeki işgal bölgesindeki solcu diye bilinen Kıbrıs Türk partileri ile işbirliği politikası ile yetindi. Oysa, adanın tümünde örgütlü olacak ve işçi sınıfının bir bütün olarak çıkarlarını savunacak siyasal bir program temelinde, ortak bir mücadelenin verilmesi gerekmektedir. İki toplumun birlikte yaşamasını sağlayacak olan demokratik ve federal yeni bir anayasanın güvencesi, ancak böylesi bir birliktelik ile mümkündür.