Semaver Kumpanya'yla sohbet: 'Hayatımızın sonuna kadar oynamak istiyoruz'

Semaver Kumpanya’nın bu sezon sahneye koyduğu Güzel Son oyunuyla ilgili yazarı, yönetmeni ve oyuncularıyla bir söyleşi gerçekleştirdik.

Buğrahan Aydın - Gamze Kulak

Semaver Kumpanya’nın bu sezon sahneye koyduğu Güzel Son oyunuyla ilgili yazarı Hakan Tabakan, yönetmeni Volkan Sarıöz ve oyuncuları Ahmet Kaynak (Nurullah Ataç), Mehmet Konu (Sait Faik Abasıyanık), Mertcan Ertürk (Melih Cevdet Anday), Metin Alpargun (Orhan Veli), Muhammed Türkoğlu (Halim Şefik Güzelson), Onur Şenol (Mösyö Lambo) ve Selen Şenay (Suat Derviş) ile sohbet ettik.

Not: Hakan Tabakan şehirdışında olduğundan söyleşi online olarak gerçekleştirilip metne eklenmiştir.

Fotoğraf: Buğrahan Aydın

Gamze Kulak: Öncelikle teşekkür ederiz, bize böyle güzel bir seyir yaşattığınız ve zaman ayırdığınız için. Sohbetimize Hakan Bey ve Volkan Bey’le başlamak isteriz. Bence oyun genel olarak orijinal bir fikirle ilerlemiş ve sahneye aktarımı gerçekleştirilmiş. Bu oyunu kaleme almaya nasıl karar verdiniz ve sahnelenme süreci nasıl ilerledi? Hazırlanma süreci, metnin sahneye aktarım süreci nasıl geçti?

Volkan Sarıöz: Aslında oyunun çıkma süreci çok ilginç. Çünkü ben oyun yapmak istemiyordum. "Bu sene oyun yapmayacağım" diye ayrılmıştım, arkadaşlarla böyle konuşup gitmiştim.

Ahmet Kaynak: Hep öyle ayrılıyoruz.

Volkan Sarıöz: Evet. Sonra Işıl Hoca 26. İstanbul Tiyatro Festivali’nin küratörlüğü görevini aldı ve İstanbul Mon Amour’u da sahnelemeye karar verdi. Bize de dedi ki “Yapacaksınız". "Tamam hocam" dedik. Serkan Keskin, Yavuz Pekman, ben ve bir de Cem Yılmazer birlikte zoom üzerinden akşam toplantıları yaptık. Toplantılarda "İstanbul bize ne ifade ediyor?" diye konuştuk, tartıştık. Herkes kendi adına bir şeyler söylerken, kafama takılıverdi benim. İçimde de vardı bir şekilde bu sohbet arayışı. Yıllar önce İstanbul'da bir barda yaşadığım bir deneyim, içimde taşıdığım bir şeydi. Barda şairlerin o sohbetleri, gülüşmeleri, sıcaklığını görüp "Ne güzel, İstanbul bu olsa gerek" demiştim ilk geldiğimde. Değilmiş İstanbul öyle.

Selen Şenay: O zamanlar öyleymiş ama…

Volkan Sarıöz: Evet, belki de birkaç birayla... Çok hoşuma gitmişti. Onu hep içimde sakladım. Sonra bir gün dedim ki "Arkadaşlar, ben ne yapacağımı biliyorum. Siz bana bırakın" dedim. "Tamam Volkan" dediler. "Ben iki gün içerisinde hazırlar gönderirim" dedim. Fikrimi söyledim, tamam dediler. O fikri Hakan'la konuşmaya başladım. Hakan da "Tamam Volkan, iki biraya bakar" dedi. İlk önce bir metin yolladı. "Tamam, bundan bir şey çıkar Hakan" dedim. "Ama bunları oyuna dönüştürmemiz ve bir şey yapmamız lazım." Hakan da çalıştı. O bana gönderdi, ben ona. Ve sonunda altmış sayfayı geçkin, yaklaşık iki saat on dakikalık bir metin yolladı. Dedim, "Bizim bir saatimiz var." “Tamam, sorun etme, hallederiz" dedi. Hemen makasa girişti. Çok güzel bir makas yaptı. Her makastan sonra, her gün daha çok aramaya başladı. "Yanlış yeri mi kestik acaba? Burada karakterin devamlılığını mı yok ettim?" "Yok bir şey olmadı" diye teskin ettim sürekli. Bir saat on beş dakikalık versiyonu şu anda oynuyoruz. Bir yerlerde o iki saat on dakikalık versiyonu da saklı dursun.

Hakan Tabakan: Volkan’la daha önce iki oyunda beraber çalıştık. Bu sene de 26. İstanbul Tiyatro Festivali için benden bir oyun istedi. İstediği şuydu: Bir akşam bir meyhanede Orhan Veli ve arkadaşları içsinler. Daha önce de söyledim ve hep söylerim; benim oyunlarımın neredeyse hepsi bir akşamda geçer, birbirini tanıyan ya da tanımayan insanlar arasında gelişen olaylar genellikle bir meyhane veya bardadır, tabii evde de içilebilir, sorun değil. Böyle bir ortam beni en çok cezbedendir, Volkan da beni böyle bir alana çekti ve buradan başladık. Orhan Veli olursa, tabii ki Melih Cevdet olacak, Sait Faik mutlaka olmalı. E Orhan Veli ve Melih Cevdet varsa, Garip akımı vardır, bu yüzden Oktay Rifat da dışarıda, gelecek. Tabii bu insanlar varsa Nurullah Ataç’ın olmaması mümkün değil. Peki, ya nerede oturulacak? Sait Faik’in en sevdiği mekân Lambo’dur, kaynakların belirttiği gibi kendini en huzurlu hissettiği yerdir. Ve bir yazar tercihi olarak da tabii ki Suat Derviş.

Buğrahan Aydın: Aslında biz de sizin kurduğunuza benzer bir yolla oyundaki edebiyatçıların bağlantısını kurduk ama Suat Derviş hep dışarıda kaldı. Acaba nasıl tercih edildi?
Gamze Kulak: Hatta ben ilk Lambo Meyhanesi’ne bir kadın gelince Leylâ Erbil sanmıştım ama benzetememiştim de. Suat Derviş olduğunu anlayınca çok şaşırdım. Bildiğim kadarıyla Suat Derviş’in edebiyatında da anılarında geçmiyor Lambo Meyhanesi. Bu sizin başka bir tercihinizdi belli ki. Neden Suat Derviş’i tercih ettiniz?

Hakan Tabakan: Semaver Kumpanya’nın yayınladığı podcastte de bu örneği verdim. Yaşar Kemal köylüleriyle sohbet ederken, köylüler coğrafyayı çok iyi bildiklerinden Yaşar Kemal’e “İnce Memed’i oradan, ta o dağın tepesine iki saatte nasıl çıkardın?” diye sorarlar. Yaşar Kemal de “Ben yazar olarak çıkardım” der. Bu da benim yazar tercihim. Suat Derviş’in orada olması lazımdı. Çünkü Suat Derviş edebiyatta yok, kimse bilmiyordu. Okulda, ders kitaplarında da göremezsiniz. En çok üzüldüğümse, siyaseten en yakın olan Fethi Naci’dir, o bile Yüz Yılın 100 Türk Romanı’nda Suat Derviş’e yer vermemiştir. Kimler kimler vardır o kitapta: Ahmet Altan, Ahmet Ümit, ilk zamanlardaki başarısız edebiyatçılar… Kendisi de çok önemli romancılar diye almadım der, örnek olsun diye aldığını söyler. Ama Suat Derviş’e dair hiçbir şey yok. Onca edebiyatçıya el vermiş bir yazar, dergi yönetmeni, gazeteci olan Suat Derviş de kesinlikle orada olmalıydı. Zaten oyundaki diyaloglarda da bunu yansıtmaya çalıştım. Özellikle Sait Faik’le olan diyaloğunda -ki benim en sevdiğim kısımlardan biridir- Suat Derviş’in Sait Faik’i sorgulaması, bir kadın olarak bir erkek keyfiyetini sorgulaması çok önemlidir. Bu şekilde tercih ettim. Sonrasında da Suat Derviş’le ilgili birçok çalışmanın olduğunu fark ettim.

Fotoğraf: Emirhan Savaş

Buğrahan Aydın: Hakan Bey benim dikkatimi çeken bir mesele de her birinin cezbedici çok yanı var. Hepsi tek başına birer oyun olabilir, sizin de dediğiniz gibi. Mesela Orhan Veli’yi ele alış biçiminizden bahsedelim, Orhan Veli’yi biz bir karakter olarak görüyoruz ama Orhan Veli okumuş pek çok insan o haliyle görmüyor olabilir ya da Sait Faik’i. Sizin yazar olarak da başka bir bakış şekliniz var karakterlere. Bunu yaratma sürecinizi çok merak ediyorum.

Hakan Tabakan: Tabii ki ürettikleri eserleri okudum. Ama bunun dışında insani ilişkilerini de biliyoruz. Örneğin Orhan Veli’yi oyunda yorumlamam açısından en iyi tarif eden şey Nurullah Ataç’ın kendisi oldu. Çünkü Nurullah Ataç’la çok enteresan arkadaşlıkları olmuş, küslükleri olmuş. Bir dönem küsüyorlar sonra da hiç barışmıyorlar. Öyle küs ölüp gidiyorlar. Orhan Veli’nin muzip, hovarda ve eğlenceli yanı, kendini öne çıkarma isteği, taktiksel manevraları… Uzun metinde bunların hepsi daha ayrıntılı var. Bunlardan beslenerek öyle bir Orhan Veli karakteri çıkardım. Melih Cevdet Anday için de geçerli bu. Melih Cevdet gençken de yaşlı görünen bir insanmış, tabii öyle bir oyuncuyu bulmak mümkün değil. Ama onun da biraz da çapkın olduğunu biliyoruz. Şiirinin nasıl evrildiğini, denemelerini, oyunlarını, hepsini biliyoruz. Tabii benim kafamda da oluşan çok şey var, Sait Faik’i belirleyen hastalandığı dönemdir. Uzun olmayan ömrünün herhangi bir dönemini alabiliriz ama benim için önemli olan hastalandığı dönemdeki ruh hali. Hastalığının çaresiz olduğunu fark ettikten sonra yaptıkları da çok önemli ve bu bir kesit olarak oyuna girdi. Güzelson’sa biraz Suat Derviş’e benzer. Şöyle tanımlayabiliriz: Evet, Orhan Veli’ye hayrandı, çok güzel şiirleri vardı ama hiç popüler olmadı. “Kılıçbalığı”nı yazmamış olsaydı inanın kimse bilmeyecekti. Ruhi Su, Ahmet Kaya seslendirmemiş olsaydı… Orhan Veli için yazdığı “Otopsi” şiiriyle Güzelson’u kimse bilmeyecekti. Ama şiirlerine baktığınızda ne kadar iyi bir şair olduğunu göreceksiniz. Herkes görecek. Oyundaki varlığı da gerçek bir halde. Gelmesini beklediğimiz biriydi, edebiyatta da öyle ama gelmedi. Yaşarken şiir kitabı basılmadı, öldükten sonra Otopsi’si basıldı. Vapurlarda kitap satan, farklı ruh halleri olan, tutkulu, eşine çok bağlı, Orhan Veli’ye arkadaşlığıyla çok bağlı biri. Oyunun sonunda bence hak ettiği kadar yeri buldu. Bütün oyuncular çok iyiydi, bekliyordum ama dürüst olayım bu kadarını beklemiyordum. İzlemekten çok mutlu oldum, ki genelde oyunumu izlememeyi tercih ederim. Çünkü çok geriliyorum izlerken ama Güzel Son’u on kez daha izleyebilirim. Bence insanları oyuna bağlayan da bu duygu oldu.

‘Karakterlere benzerliğimiz tesadüfi oldu’

Gamze Kulak: Peki oyunun sahnelenme aşamasında neler yaşandı? Zorluk yaşadınız mı? Çünkü oyuncular olarak her birinizin canlandırdığı karakterler edebiyatımızın çok büyük isimleri. Bir yandan da herkes gerçekten o kadar benziyor ki fiziksel özelliklerle ve giyim kuşamla da… Ben "Sırıtacak mı acaba bu durum?" diye düşünmüştüm açıkçası. Böyle bir şey görmedik. Bunu nasıl sağladınız? Çok güzel olmuş.

Ahmet Kaynak: Bu cast birdenbire oluştu. Özellikle "sen Melih Cevdet'e benziyorsun, sen Orhan Veli'ye benziyorsun" gibi değil. Biraz tevafuk mu diyeyim, denk gelme meselesi oldu açıkçası.

Mehmet Konu: Biraz tesadüfi bir şey oldu.

Ahmet Kaynak: Evet, biraz tesadüfi oldu ve biz de çok benimsedik. Metni çok sevdik ve içselleştirdik. Oyuncu zaten hisseder, rol geldiği zaman o karaktere bürünür. Fiziksel olarak da bürünür. Böyle çok havada bir cümle gibi gelecek ama aslında bir yere oturuyor. Oyuncu çok hissettiği zaman, kesinlikle bir yol alır ve o karakter olduğunu hisseder. Böyle ilerledi. Ama dediğiniz gibi, karakterlerin görünümleri tam oturdu. Şimdi baktığınız zaman bir Orhan Veli'yi görüyorsunuz ya da "Ne kadar da Sait Faik, Melih Cevdet" diyorsunuz. Kendi iç duygularımızla da biraz oluşmaya başladı. Nurullah Ataç'ın sinirlenince çok fazla gerilmesi, cümleleri birdenbire söyleme kaygısı... Bunlar bende de olan özelliklerdi açıkçası. Kendi özelliklerimle Nurullah Ataç karakterinin birbiriyle örtüşen çok noktası var. Dolayısıyla bu anlamda zor olmadı benim için karakteri yaratmak.

Mertcan Ertürk: Biz yaklaşık beş altı senedir zaten hem bilfiil beraber tiyatro yapıyoruz hem de zaten arkadaş grubuyuz aslında. Ama burada Volkan Ağabey’in büyük bir katkısı var diye düşünüyorum, çünkü hepimizi çok iyi tanıyor. Haliyle yazarları da çok iyi tanıyor. Castı yaparken, bilmiyorum kendisi böyle söyler mi ama, bir eşleştirme hissinin olduğunu düşünüyorum. Hepimiz, oradaki karakterlerin belirgin özelliklerini hayatımızda ufak ufak yaşayan insanlarız aslında. Bunu görüp de castı başarılı yapmak bence oyunun yönetmenine ait.

Volkan Sarıöz: Biraz da seyirciye ait. Beyin şöyle işliyor: Birtakım imajlar arasındaki boşlukları tamamlamaya çalışıyor. Doğal olarak elimizle tutabileceğimiz uygun prensipler verirsek, imajlar verirsek, bu imajların arasını seyirci bütünlüyor. Benim kaygım hiç yoktu. Bu böyle olacak mı, olmayacak mı, insanlar "Bu Orhan Veli mi?" diyecekler gibi bir kaygım yoktu. Çünkü insan zihninin yeteneğinden, becerisinden emindim. Zaten öncesinde arkadaşlarla, metnin yazılması aşamasında dahi kafamda kuruyordum: "Eğer tiyatrodan arkadaşlarla biz bunu çalışmaya başlarsak, metin beğenilirse ne yaparım, nasıl bir buluşma gerçekleşir?" Zaten benim kafamda nereye, ne oturacak kısmı hep vardı. Ama buraya geldiğimde tabii ki "Ben bunu düşünüyorum" diye başlamadım. "Bunu düşünüyoruz" demeleri için başladım.

Mehmet Konu: Kendiliğinden oraya geldi galiba.

Volkan Sarıöz: Okumalar esnasında, insan zihninin yönelimlerinden dolayı oraya geleceğinden emindim. Öyle de oldu.

Ahmet Kaynak: Şimdi kendi duygularımı, düşüncelerimi söylüyorum ama Volkan Hoca'nın başarısı burada çok büyük. Sanki gelip de "Biz seçtik oldu" falan değil. Volkan rolleri dağıttı ve kimin kim olabileceğini kafasında çok iyi analiz etti. Dolayısıyla hakkını yemeyelim.

Volkan Sarıöz: Yemediler de.

Ahmet Kaynak: Söylememiş olmayayım ben. Sonuçta yönetmenimiz çok güzel bir kurgunun içine bıraktı bizi.

Volkan Sarıöz: Hakkımı beraber yiyelim oturup.

Ahmet Kaynak: Kimsenin hakkını yemem ben.

Mehmet Konu: Bu konuya ek olarak şunu belirtebilirim: "Bu oyun bir oyunculuk hüneri olacak" deyip oyuncuları saldı. "Kendiniz bulun yolu ve arayın" dedi. Biz tabii ki bir Melih Cevdet Anday, bir Sait Faik, Orhan Veli gibi isimlerin altında, kendi adıma söylüyorum "Abi bunu nasıl yapacağız? Kitaplar, öyküler, şiirler..." Ama sonra yönetmen bu kadar rahatken, herkes kendi dünyasında bu kadar rahatken, biz insana indirgedik. Çok basit cümleler var. Şiirler yok, uzun yazılar yok, çok insani hayatlar var. Hakan Tabakan muazzam bir noktada, basitlik ve sadelik noktasında birleştirmiş. O kadar insani duygular var ki... Mesela gerçekten kızıyor içki vermedi diye ve ölecek. O da biliyor ama öfkesinden de geri durmuyor. Çok insani bir davranış. Herkesin de bu yazarların da basit insanlar olduğunu düşünecek olursak, bizim basit davranışlarımız ve fizyolojik yapımız da hikâyeyi birleştirdi. Ortaya çok benzer olan bir şey çıktı, daha çok yaklaştırdı bizi.

Fotoğraf: Emirhan Savaş

Gamze Kulak: Sonuçta ne kadar sanatçı, yazar olsalar da, bir gündelik hayat da söz konusu. Bunu yansıtma açısından bence çok başarılı olmuş.

Mertcan Ertük: Çünkü biz beş senedir birlikte oturup içiyoruz. Hatta yirmi yılın üstünde bir dostluğu var Ahmet Ağabey’le Volkan Ağabey’in. Biz beş, altı senedir bu masayı bir şekilde yaşıyoruz. Sadece içinde bu kadar net şiirler yok herhalde.

Volkan Sarıöz: Evet bizim Ahmet’le Semaver Kumpanya’nın öncesinde de dostluğumuz var.

Gamze Kulak: Lambo'yu ben ilk defa, Leylâ Erbil'in Tuhaf Bir Kadını’nda görmüştüm. Orada çok bahsediyor. Sonra, "böyle bir yer mi varmış" deyip biraz araştırınca birçok edebiyatçının hayatında önemli bir yeri olduğunu öğrenmiştim. Ben oyunu Galatasaray Lisesi’ndeki ilk gösteriminde izlerken oyunun konusuna da bakmamıştım. Sarsıldım bir anda “Ne?! Lambo mu?" diye. Çok fazla da bilgi de bulamıyoruz aslında Lambo hakkında. Sizde de yarı kurmaca değil mi Lambo’nun hikâyesi?

Hakan Tabakan: Lambo’yla ilgili en fazla bilgi aslında dünyanın en faydalı ansiklopedisi olan Rakı Ansiklopedisi’nde var. Güzel anlatılır Lambo orada. Veresiye defteri hikâyesi gerçek aslında. Yine aynı hikâyeden meyhanenin Lambo’nun komünist olması sebebiyle kapatılması, bir daha meyhane açmasına izin verilmemesi ve sonu hepsi gerçek. Ama kurmacadır çoğu, yüzde beşi gerçektir. Lambo’yu seçmek tabii ki bir tercih. Özellikle Sait Faik’in orayı çok sevdiğini biliyorum. Bir yandan veresiye defteri hikâyesi çok cezbedici, hayat hikâyesi, Rus asıllı olması, eşinin Rum bir kadın olması çok cezbedici. Çok güzel hikâyeler veriyor, tek başına Lambo hakkında bir oyun bile yazılabilir ve bu tek kişilik bir oyun da olabilir. Elbette bu hepsi için geçerli, bizime edebiyatımızdaki bütün herkes için geçerli. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı mükemmel bir edebiyat, dünyada örneği olmayan bir edebiyat bile diyebiliriz. Tabii çok daha öncesinde de çok iyi romancılarımız, şairlerimiz var ama onları da çok rahat Cumhuriyet Dönemine ekleyebiliriz. Sadece yüz yıllık bir dönemde olağanüstü sanatçılarımız, edebiyatçılarımız yetişmiştir. Osmanlı beş yüz yılda bu kadarını yapamadı, tabii bu da koşulların gereği. Bir sürü etken var diyebiliriz. Bu anlamda bütün edebiyatçılarımızın çok dramatik ama güzel hikâyeleri var. Oyunda da biraz buna gitmeye çalıştım. Bu insanların şiirlerini, romanlarını severek okuruz ama bu insanların gündelik hayatları da vardı. Orhan Kemal’in, Sabahattin Ali’nin, Nâzım Hikmet’in başına neler geldiğini biliyoruz ama Nâzım Hikmet’in kanunlar çerçevesinde neden on üç yıl yattığını bilmiyoruz, aslında komünist olduğu için yattığını biliyoruz tabii ki. Aziz Nesin’in mahalle mahalle kaçtığını da biliyoruz. Hepsinin çok sağlam hikâyeleri yazılabilir ama didaktik olmamasına özen göstermek gerekiyor. Evet, fikren komünist bir insanım. Ama şiirlerimi, oyunlarımı, novellalarımı yazarken didaktik olmamaya, slogan atmamaya dikkat ederim ben. Bunu yaparsam hem fikre hem de edebiyata eziyet etmiş olurum. Okur zaten bunu anlar.

‘Lambo ben de olabilirdim’

Buğrahan Aydın: Hakan Bey de cevapladı ama burada bütün karakterler için sonsuz veri var elimizde: Sait Faik için, Nurullah Ataç için, Orhan Veli için çalışabileceğimiz, bakabileceğimiz bir sürü veri var. Ama Lambo'da ayrı bir parantez var. Lambo’ya hazırlanma sürecinizi çok merak ediyorum Onur Bey?

Onur Şenol: Lambo'ya yaklaşmak aslında bir bakımdan çok zor, bir bakımdan çok kolay oldu. Zor kısmı şu, elde bir veri yok dediğiniz gibi. Sait Faik için, Orhan Veli için ve diğer karakterler için açıp biraz entelektüel araştırma yapabiliyorsun ya da fotoğrafına bakıyorsun. Hikâyelerini bulabiliyorsun. Ama Lambo'yla ilgili hiçbir hikâye yok. Bu kısmı zordu. Başta Lambo rolünü bana verdiğinde Volkan, "Eyvah, ne yapacağım?" diye düşündüm. Kolay olan kısmı şöyle, oyunun içinde girdiğinde, çok gerçek karakterler bunlar. Aslında Lambo da gerçek, sadece bilinmiyor. "Nereden yola çıkabilirim?" diye düşündüm. En başta, oyunu ilk okuduğumda çok beğendim. Fakat İKSV'de oynadıktan sonra arkadaşlar, "Bu oyunu çok beğendik, neden devam ettirmiyoruz?" dediklerinde şüphelerim vardı açıkçası. Çünkü oyun çok güzel, edebi bir metin. Ama seyirci tarafından karşılık bulacağını düşünmüyordum. Sanki sadece meraklısının gelip izleyeceği bir işmiş gibi geliyordu. Çok seyirci çekmeyeceğini düşünüyordum. "Bilenler gelir, bilenler de çok değildir herhalde" diyordum. Halbuki epey çokmuş. Sonra bu oyunda Melih Cevdet, Orhan Veli, Sait Faik gibi, Suat Derviş gibi bilindik isimler değil de, gerçekten orada beş arkadaşın bir meyhanede oturup konuştuğunu hayal ettim ve değişen bir şey olmadı. Çünkü o kadar bizdenler ki... Onların tanıdık kimseler olup olmadıklarının çok bir önemi kalmadı benim açımdan. Dolayısıyla role de öyle yaklaşmaya başladım. Sıradan insanlarmış gibi yaklaştım. Çünkü Lambo da sıradan bir insandı. Sonraları tabii gittim, Lambo'nun meyhanesini buldum, araştırmalarını yaptım. Yine de elimizde çok fazla veri yok Lambo'yla ilgili. Benim dayanağım bize çok benzemeleriydi. Yazarlar da Lambo kadar insan, Lambo kadar duygusal, Lambo kadar komik, birbirine benzeyen insanlardı. Biraz o doğallığa yaslandım. Yani bir tipleme yaratmaya çalışmadım bu süreçten sonra. "Ben de Lambo olabilirdim" diye düşündüm ve çok rahatladım böyle düşündükten sonra.

Buğrahan Aydın: Lambo kadar olmasa da Halim Şefik Güzelson için de bir bilinmezlik söz konusu. Ama zaten herhalde oyunda da bunun üzerinden gidildiği için çok zorlayıcı olmadı sanırım.
Gamze Kulak: Ben yeni öğrendim Güzelson’u, oyunla öğrendim. Öyle bir şairin varlığından haberdar değildim. Burada da itiraf ediyorum.

Hakan Tabakan: Bir şeyi geç öğrenmek ayıp değil ki, ben de birçok şey öğreniyorum açıp internete bile baktığımda.

Gamze Kulak: Zaten “kayıp şair” diye anılıyormuş. Siz bu kayıp şairi oyunun ismine de taşıyarak bizlere öğretmiş oldunuz aslında.

Hakan Tabakan: Oyunun sonu ve adı önemlidir. İlgi çekici oluyor izlemek için. Filmi izlerken önce adına bakıyorum ben de Güzel Son’un da ilgi çekici olduğunu düşünüyorum.

Muhammed Türkoğlu: Aslında Halim Şefik Güzelson da aynı şekilde, Lambo gibi çok fazla bilinen biri değil. İsmen biliniyor ama hayatıyla ilgili sadece birkaç kişinin anlattıkları dışında litaretüre geçmiş tam olarak geçmiş değil. Zaten sadece bir küçük şiir kitabı var. Ondan sonra da başka bir bilgimiz yok. Yine de elimizde olduğu kadarıyla araştırarak, özellikle oyunda da bahsettiği gibi bilgi veriyor bize. Bir gün kalkıp gider Van Gölü'ne girermiş. Sonra çıkıp geri gelirmiş. Öyle çılgın bir insan olduğunu zaten direkt anlıyoruz. Triportörü var. Kitap satıyor bir yandan. Biraz uçlarda yaşadığını düşünüyorum ama ona normal geldiğini de anlayabiliyorum tabi ki böyle bir hayatın.

Volkan Sarıöz: Bir şiiri var elimizde. Onun zihniyle ilgili bir şeyler söylüyor.

Muhammed Türkoğlu: Evet, düşünce dünyasına dair bir şeyler anlatıyor şiiri.

Gamze Kulak: Manik depresif olduğuna dair bir şeyler okuduk zaten.

Muhammed Türkoğlu: Evet evet, sanatçı hastalığı.

Ahmet Kaynak: "Burada Halim Şefik yatıyor / Biz yakından tanıdık onu / Pek cana yakın bir çocuktu / Varsın uyusun ağzında biberonu" demiş kendisi.

Muhammed Türkoğlu: Bu dörtlük bence direkt anlatıyor Halim Şefik’i.

Buğrahan Aydın: Peki, “Daha öncesinde sadece şu kadar biliyordum" ya da "Şöyle düşünüyordum bu isim ya da olay hakkında” ama hazırlanırken oynarken derinine inince "Şu karaktere ya da hikâyeye dair düşüncem değişti" dediğiniz durumlar var mı?

Mehmet Konu: Bende şöyle bir değişim oldu Sait Faik'i okuyunca. Müthiş insani, yumuşacık, kargayı, martıyı konuşturan, kediyle konuşan, ölmüş balığa sevgisini ayrıntılı ayrıntılı anlatan bir insanken, tanıdıklarının röportajlarını ve yazılarını okudukça, aslında gayet insandan kaçan, asabi, övülmeyi sevmeyen, yerilmekten nefret eden, "Yazılarımı beğensinler istiyorum, beğenmediklerinde nefret duyuyorum" diye hikâyesinde geçiren biri olduğunu gördüm. Böyle sert, uç köşeleri olan bir insan olduğunu iyice öğrendikten sonra yazdıklarıyla oyundaki hali arasındaki fark ortaya çıkıyor. Aksi, sert, en yakınına en kötü sözü söyleyebilecek samimiyeti kuran bir insan Sait Faik diyebiliyorum. Bu tarafa yaklaştırdı beni.

‘Biz bu oyunu, belki hayatımızın sonuna kadar oynayacağız’

Ahmet Kaynak: Konservatuar hayatımız boyunca Melih Cevdet'in oyunlarını, sahnelerini çalıştık. Orhan Veli benim konservatuara giriş şiirimdi. Oktay Rıfat'ın şiirleri öyle. Onlarla hemhal oluyorduk ama Nurullah Ataç'ı o kadar tanımıyordum. İçine girince çok farklı. O dönemin, gerçekten doğruluğun, dürüstlüğün, hakkın timsali olduğunu gördüm. Hatta şöyle bir şey oldu. Ben okuma provaları başladığında şehir dışında bir çekimdeydim. Arkadaşlara sordum, "Nasıl metin, beğendiniz mi?" diye çünkü elime henüz ulaşmamıştı. "Çok güzel ağabey, masanın etrafında konuşuyoruz yahu! Zor değil, çok kolay” dediler. Metin gelince gördüm tabii, Orhan Veli, Melih Cevdet, Nurullah Ataç. "Evet, zor değilmiş" dedim kendi kendime. Sonra benim için iş başladı. Nurullah Ataç'ın bütün külliyatını alıp okumayı görev edindim kendime. O anlamda eksiklerimi tanımaya başladım. Dönemin büyük eleştirmenlerinden biri. Gerçekten önünde herkesin saygıyla durduğu ve önünü iliklediği bir insan. Bunu güncelerinde, yazılarında, şiirlerinde görüyoruz, şiirleri az olsa da. Kendini şair olarak addetmiyor, sonradan vazgeçiyor "Ben kötü şairim, şiirci değilim" diyor ama çok iyi eleştirileri var. Büyük insanlardan biri. Nerede bu insanların adı geçse, Nurullah Ataç'ın mutlaka ismi geçiyor. Ben bu kadar büyük ve müthiş bir edebiyat insanıyla karşılaştığım için çok mutluyum açıkçası. Bende tekrar umut yarattığı için de… Çünkü bu insanları oynarken duygularını, düşüncelerinizi açıklamak o kadar kolay olmuyor. Çok belgesel izledik bu insanlarla ilgili. Videolar izledik, okuduk. Tekrar içine girip eksiklerimizin olduğunu görmek, beni bir taraftan mutlu etti. Bir parça hicap da duydum açıkçası. Tamamlayamamışım ben bazı şeyleri. Biraz da kendime yüklendim. Fakat süreç devam ediyor. Hâlâ okumaya, hâlâ araştırmaya ve izlemeye devam ediyoruz. Yeri gelmişken hemen söyleyeyim, bu oyun aslında örnek bir oyun. Şöyle ki, yeni nesle, gençlere, gelecek nesle inanılmaz bir örnek sunuyoruz aslında. Türk edebiyatının en büyük insanları. Temel taşlarından olan insanlar ve bunları yeni nesle aktarıyoruz, gençlere aktarıyoruz. Bu muazzam bir başarı diye düşünüyorum, tırnak içinde. Başarıyı tabii ki daha sonra göreceğiz, bilmiyorum ama şu anda çok iyi gidiyor. Gerçekten çok keyifli. O anlamda bir misyonu da gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum. Hatta ileri gidip şunu da söyleyebilirim ki biz bu oyunu, belki hayatımızın sonuna kadar oynayacağız diye düşünüyorum. Hiçbir zaman seyircisinin eksilmeyeceğini, hatta yayılarak çoğalacağını da düşünüyorum bir taraftan. O yüzden çok isabet buyurduğumuz bir oyun oldu.

Fotoğraf: Emirhan Savaş

Onur Şenol: Evet, ben de bu oyunla yaşlanacak olma fikrini gittikçe benimsiyorum. Bu bir keyif olacak bizim için.

Volkan Sarıöz: Nereden nereye?..

Onur Şenol: Evet, nereden nereye? İlk geldiğinde "Olmaz, bu oyun tutmaz" noktasından buraya evrilmiş olmak, ayrıca bir mutluluk da veriyor bana kendi adıma.

Volkan Sarıöz: Ahmet’in "edebiyat dünyasının büyük insanları" dediği noktaya bir şey ekleyeceğim. Aynı zamanda bu insanlar, siyasi ve toplumsal olarak da çok önemli bir noktada duruyorlar. Çok önemli bir sıçrama noktasının üstünde durmuşlar, tam atlayacakken çok erken gitmişler. Eğer bu insanların şiirleriyle, yazılarıyla, romanlarıyla, hayatlarıyla yapmaya ve anlatmaya çalıştıkları şeyi taşıyabilseydi bu ülke, bugün bunun üstünden bir hareket ve doğuş olsa, çok önemli bir toplumsal ilerlemenin, başka bir yere gidişin gerçekleşebileceği bir dönemdi o dönem. Fransa'da var bunlar, Almanya'da var, İngiltere'de var. Fikrin ne kadar önemli olduğu, dönüşümü gerçekleştirebildiği onların tarihinde var. Ve o değerler, bugün o dönemlerin mimarları olarak anlatılıyor. Bizde de var bu mimarlar. Ancak edebiyat ve şiir sevicilerinin romantik sevgilerinin bir parçası olarak kalmamalılar. Aynı zamanda eylemsel olarak da siyasi ve politik bir açıdan da güçlü oluyorlar. Çok değerli ve önemli şeylerden bahsediyorlar. Bir yaşama biçiminden bahsediyorlar. Oradaki veresiye defterine, paraları olmadığı için iki şiir yazmaları, iki hikâye yazmaları, cümle yazmaları sadece romantik değil, büyük bir hareket de var. Sadece yoksulluğun, sokaktaki lağım kokularının, yırtık ayakkabıların edebiyatını yapmaları değil mesele. Bütün insanlık derdi. Yaşar Kemal de benzer bir dertte, insanlık derdi. Nâzım Hikmet de öyle. Bütün o şairlerimizin, daha sonra İkinci Yeniciler’in, hepsinin aslında taşımaya çalıştıkları o değeri görmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Mertcan Ertürk: Şiirde demokratik bir devrim gerçekleştiriyorlar aslında.

Gamze Kulak: Garip akımı toplumcu bir manifestoyla çıkıyor zaten.

Mertcan Ertürk: Evet, dediğiniz gibi o zamana kadar yazılan bütün kuralların, hepsini bambaşka bir şekilde devirip yeni bir şey koyuyorlar ortaya. Hatta Melih Cevdet "Güldüler bize" diyor bu şiirleri okuduklarında, "Şiir değil bunlar, dediler" diyor.

Ahmet Kaynak: Garip! Yazılan şeyler garip.

Mertcan Ertürk: "Garip" diyorlar tabii. "Bu ne garip gureba bir şey dediler diye, biz de adını garip koyduk" diyor. Muhteşem bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir yandan insanın tüylerini diken diken ediyor tabii böyle bir şeyi canlandırma fırsatına sahip olmak. İnanılmaz keyifli. Aynı zamanda da büyük sorumluluk. Az önce aslında oraya değinmiştiniz siz, evet, insanı bir yandan germiyor da değil. Çok ciddi bir sorumluluk. Bu insanlar belki de bu ülkede yaşayan birçok insanın hayatına yön vermiş ve düşüncelerini değiştirmiş insanlar. Bu sebeple hem çok keyifli hem de büyük sorumluluk isteyen bir iş olduğunu düşünüyorum.

‘Şairlerden nasıl yaşamak gerektiği öğrenilir’

Metin Alpargun: Ben de Volkan Ağabey'in söylediği bir yerden devam etmek istiyorum. Şairlerden hayatı nasıl yaşamak gerektiği öğrenilir. Parasız kaldığında, mücadeleden nasıl vazgeçmemen gerektiği öğrenilir. Nasıl çapkınlık yapacağın öğrenilir. Orhan Veli'nin ben bu kadar çapkın olduğunu bilmiyordum. Öğrendiğim yeni bilgilerden biri bu. Bu kadar parasızlık çektiğini bilmiyordum. Evet, şiirlerinde var tabii "cep delik, cepken delik" diye ama... Sarıyer'de oturuyormuş ve Taksim'e gelmesi gerekiyormuş. "Boşuna yol parası cebimden çıkmasın" diye Taksim'e gitmiyormuş mesela, Nahit Hanım'a yazdığı mektuplarda karşıma çıktı. Gerçekten büyük sıkıntılar yaşamışlar ve buna rağmen amaçlarından, nasıl yaşamak istediklerinden vazgeçmemiş olmaları bence bugüne dair çok önemli bir şey söylüyor. Çünkü biz bugün, belki kendi çevremizde, tiyatro çevresinde, sanat çevresinde yine işini seven insanlarız. Yapmak istediğimiz şeyi yapıyoruz ama sokaktaki insanların çoğu yapmak istemediği işe devam etmek zorunda. Sabah belirli bir mesaiye başlamak zorunda. Bazı riskleri alamıyorlar. Burada o riskleri alan ama her şeye rağmen eğlenmeyi, gülmeyi, beraber vakit geçirmeyi, üretmeyi bilen insanları görüyoruz. Bana çok ilham oldu, işin açıkçası. Kendi sanat hayatımı değiştiren bir etkisi oldu.

Onur Şenol: Ben de kısa bir şey ekleyebilir miyim? Umarım kısa olur, bilmiyorum. Uzun konuşuyorum biraz ama... Bir de yavaş yavaş konuşuyorum. Bakıyorum şu kayıt cihazının çizgilerine, ben konuşurken düz bir çizgi oluyor.

Metin Alpargun: Orada hayat duruyor, sonra atmaya tekrar başlıyor.

Onur Şenol: Hayatın ritmi... "Bu oyuna başlamadan önce ve başladıktan sonra neler değişti?" gibi bir soruydu, yanlış hatırlamıyorsam. Bazı oyunların oyuncunun bedenini geliştirmesi gerekir, bedenini geliştirir. Mesela akrobasi öğrendim ben bir oyunu çalışırken yıllar önce., vücudum gelişti. Bazı oyunlar seni entelektüel olarak geliştirir, araştırma yapmak zorundasındır. Bazı oyunlar senin oyunculuk yöntemini geliştirir. Karaktere yaklaşım metodunu değiştirirsin ve yeni bir şey öğrenirsin. Bu yönde gelişirsin. Bazı oyunlar da ruhunu geliştirir. Beni hem entelektüel olarak hem de ruhsal olarak geliştirdiğini düşünüyorum bu oyunun. Evet, tanıdığımız karakterler vardı. Sait Faik okuyorduk, Orhan Veli'yi biliyorduk, Melih Cevdet'in oyunlarını biliyorduk ama Halim Şefik Güzelson'u bilmiyordum. Bu oyunla tanıştım. Şiirini biliyordum, "Bu bir kılıçbalığının öyküsü”. Onu da şiirden ziyade, Ahmet Kaya'nın ve Ruhi Su'nun söylediği şarkıdan biliyordum. "Kim yazmış bunu?” diye hiç merak etmiştim. Mesela Suat Derviş'i, oyunda da geçiyor, maalesef erkek sanıyordum. Değilmiş. Bu oyunun içine girince, hem daha önceden bildiğimiz, okuduğumuz yazarların hayatlarını daha ayrıntılı inceleyerek o entelektüel gelişimizi sağladık hem de öyle bir atmosfer yaratıldı ki ruhumuzu beslediğini, doyurduğunu ve onu geliştirdiğini düşünüyorum.

Metin Alpargun: Unuttuğumuz bir şey sanki bu. Böyle bir dostluk gerçekten unutulmuş bir şey. Ben yine bugüne referans vererek söylüyorum, bugün hakikaten unutulan bir şey, bir masanın etrafında insanların böyle sohbet edebiliyor olması. Birbirleriyle kavga da ediyor olması ama hemen beş dakika sonra şaka da yapabiliyor olması.

Onur Şenol: Evet, o tanıdığımızı düşündüğümüz insanların bile bir sürü arızalarını, hastalıklarını, aşka bakışlarını öğrendik. Hem entelektüel olarak hem de ruhsal olarak epey geliştirdiğini düşünüyorum bu oyunun bizi.

'Sahnede gerçekten gözyaşı döküyoruz'

Buğrahan Aydın: Aynı şeyi seyirciye de yaptığını düşünüyorum bu oyunun. Ben de mesela, oyuna geldiğimde Güzelson'la tanışmış oldum. Tanımıyordum ve oyundan çıktıktan sonra öğrenmek için araştırmaya başladım hemen. Bir de dediğiniz gibi, o ortamı ne kadar özlediğimizi hissettim. Bu karakterlerden de bağımsız olarak, o sahnede yarattığınız atmosfer... Birlikte içen arkadaşlar, kavgalar, gürültüler, dostluk, hepsi bir arada ve “güzel bir son”. Bu direkt seyirciyi de geliştiren bir şey, ruhsal olarak da, entelektüel olarak da.

Onur Şenol: Evet, oyunun bazı yerlerinde gözyaşı döktüğümüz sahneler var. Sanmayın ki biz oralarda oyunculuk yapıyoruz. İnanın, gerçekten gözlerimiz doluyor. Gerçekten gözyaşı döküyoruz sahnede. Çünkü çok içindeyiz ve özlediğimiz şeyler ya bunlar. Hani herkes çocukluğuna, gençliğine özlem duyar, onun gibi bir duygusal yoğunluk oluyor.

Muhammed Türkoğlu: Normalde oyuncu yeri geldiği zaman ağlamak için çaba sarf eder ve ağlar. Bizim de tuttuğumuz yerler var, belirli yerlerde salıyoruz, sonra geri alıyoruz.

Onur Şenol: Evet, bazen ağlamam gereken yere kadar tuttuğum zamanlar oluyor. Çünkü orada ağlamam lazım. "Dur şimdi ağlama" falan diyorum kendime.

Gamze Kulak: Oyun bana şöyle bir his verdi bu açıdan, oyundan çıktığımızda arkadaşlarımızla da karşılaştık ve ilk olarak "içmemiz lazım" dedik.

Onur Şenol: O garantili. İçme garantisi veriyoruz.

Ahmet Kaynak: Farklı yaş gruplarından aynı beyanı duyduk.

Fotoğraf: Emirhan Savaş

Gamze Kulak: Samatya'ya inip içtik zaten, yapacak bir şey yoktu. Bir de şunu yaşatıyor, sanki seyirci de o masada oturuyormuşçasına... Bize de yaşatıyor bunu. Sanki o sohbettesiniz ve karşıdan izliyorsunuz ya da o mekânda oturan, başka masadaki birisiniz ve kulak misafiri oluyorsunuz. O sahnenin içine, o masaya bizi de çeken bir yönü var oyunun.
Buğrahan Aydın: Hayatta da edebiyatta da birbirinden farklı yerlerde duran insanlarla sanki orada biz de içiyormuşuz hissini yaratan bir ortam vardı oyunda. Oyun içerisinde de bu farklılıklar masaya yatırılıp tartışılsa da bir dost meclisindeymişiz gibi bir izlenim vardı.

Ahmet Kaynak: Evet, bunu da söyleyen çok insan oldu. Benim birçok profilden arkadaşım, bankacı, oyuncu, ticaretle uğraşan biri... "Ben de gelip oturup bir masada onları dinlemeyi ve o sohbete dahil olmayı o kadar istedim" diye çok içten söylediler. Böyle hissiyatı var oyunun. Tabii yaşadıkları dönem olarak, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gençliklerine de denk geliyor. Büyük bir buhranın içinde doğdular ve büyüdüler. Savaş bir ekonomik, sosyoekonomik durumların yanında elbette sanatını da yaratıyor. Aslında bir taraftan da buna olumlu mu bakmak lazım, bilmiyorum. Yaratımlarına çok büyük bir ilham kaynağı da oldu bu insanların. Bu insanlardan gerçekten insanlık da öğrendik ve öğreniyoruz. Hele de şöyle bir dönemde çok zor bence. Oturup kavga ediyorlar, tartışıyorlar, birbirlerine bağırıyorlar ve otuz saniye, bir dakika geçmeden tekrar birbirlerini seviyorlar. Çünkü temelde sevgi var. Bu insanlar birbirlerini seviyorlar ve bu insanlar iş ahlakıyla, çalışma ahlakıyla, insana dair duyguları ayırt etmiş insanlar. Mesela ben bunu öğrendim. Bunun çok güçlü bir şey olduğunu düşünüyorum.

Volkan Sarıöz: Ve tam da bu noktada kapıdan Suat Derviş giriyor. Tam bahsettiğimiz o dünyanın içinde, valizini almış, sevdiği şehirden ve sevdiklerinden uzaklaşmadan önce bir kadeh atayım deyip içeri giriyor.

Gamze Kulak: Ben de tam o konuya girmek istiyordum, izninizle. Burada benim diyeceğim şöyle bir şey var. Hepsini seviyorum tabii ama Suat Derviş benim Türk edebiyatında en sevdiğim yazar. Tanışalı çok olmadı, belki en fazla yedi sene olmuştur. Kitaplarının baskısı yoktu ama İthaki Yayınları basmaya başladığından üzerinde çalıştığım, yazı yazdığım biri. Çok seviyorum ve hayatımı da değiştiren biri. Yazınıyla, anılarıyla, hepsiyle hemhal olunca çok şey öğretti bana. Ben bu oyunda beklemiyordum Suat Derviş'i. Hakan Bey de bahsetti ama Selen Hanım siz bu karakterde nasıl hissettiniz? Nasıl oldu bu süreç?

Selen Şenay: Suat Derviş’in dahil olmasına Hakan ve Volkan düşünüp karar verdiler ama benim açımdan, sizin yaşadığınız tanışıklığı ben de yaşadım. Ben de Suat Derviş'i biliyordum, tanıyordum az çok. Fosforlu Cevriye'yi biliyordum. Ama esas tanıma sürecim bu oyun öncesinde ve bu oyunla başladı. Ve dediğiniz gibi, aynı coşkuyu yaşıyorum. Hepimizin dediği gibi zaten çok insani bir yerden ele aldık biz karakterleri. Bu kadar yeni bir tanışmaya, bu kadar kısa bir sürede, onun edebi dünyasına ya da entelektüeliğine ben bir kuş konduramazdım. Öyle yapmaya çalışsam saçma sapan bir şey olurdu. Tamamen bir kadın olarak, bir insan olarak onu anlamaya çalıştım. Yaptığım okumalarla, hayatıyla ilgili, yaşantısıyla ilgili… Bu noktada da açıkçası çok etkilendim. Çünkü bildiğiniz üzere Suat Derviş tam da çoğu millette, çoğu devlette olandan farklı bir devrimci tarafı olan biri. Gayet her şeyi yerinde, acayip sofistike bir dünyada öyle uçuşa uçuşa takılabilecek bir insanken, kendi devrimini en başta kendi içinde yaşıyor. Bildiğiniz gibi, otuzlardan sonraki romanlarına ve hikâyelerine hep "Aman bunları bilin, öncesini atın. Ben hep konak anlatıyordum, hep zenginin fakire zulmünü anlatıyordum ama artık değişti" diyor. Ama esasında orada da müthiş bir keşif yaşıyor, kendi bulunduğu yerden gördüğü adaletsizlikler üzerine... O yüzden acayip kuvvetli buluyorum, çok fazla şey öğreniyorum ama bunun yanında müthiş bir kadın. Mizah deseniz var, estetik kavramları, estetik duyguları gelişmiş biri ve bunlardan da asla taviz vermemiş. İlla "Atacağım kendimi sokağa" değil, devrimciliğini ve kendisini her girdiği ortamda farklı sınıflarda, zerafetiyle, belagatiyle, yazdıklarıyla anlatan, savunan; güleryüzüyle, oturup kalkmasıyla, bizim oyunda da yapmaya çalıştığımız gibi bir tebessümle sorusunu soran, cevabını bekleyen, üstüne minik kahkahasını atan, durup düşünen bir kadın algıladım ben. İnsani ve kadın tarafından okuduklarım, dinlediklerim üzerinden yakalamaya çalışıyorum. Her gün, her hafta, her oyun öncesi, sonrası üstüne bir şeyler konuyor. Burada oynarken hâlâ bir sürü şey öğreniyorum, daha fazla o dünyanın içine giriyorum. Dediğim gibi çok bir tanışıklığım yoktu. Hatta şiir sevmememe rağmen, ailem ve anne tarafımın ilgisi olmasına rağmen, benim için hep, "Çok güzel okuyanın, çok güzel hissedenin haricinde olmuyor” derdim. Ama buradaki bütün yazar ve şairleri tanıyınca, Suat Derviş dışında da o kadar insani ki çapkınlıkları, evlilikleri, fakirlikleri, sorguladıkları şeyler... Sadece bir masada, metin üzerinden samimi bir şekilde bunun anlatısını yapıyoruz. Bunun dışında çok bir şey yapmaya çalışmadım. Beni aşacağını düşündüm. Suat Derviş konusuna dönersek, unutulmuş demeyelim de üzerine çok fazla konuşulmamış bir durumu var.

Gamze Kulak: Son yıllara kadar...

‘Hayatta gerçekten Suat Derviş gibi kadınlar var’

Selen Şenay: Son yıllara kadar, evet. Ama onunla her mesai harcadığımda şu hissi veriyor bana: "Kadın gibi kadın, hayatta gerçekten böyle kadınlar var." Biz bazen kapılıyoruz gündelik yaşama, toplumdaki başka şeylere. "Öyle kadınlar yok..." Hayır canım, var, varlar. Bu da bana bir kadın olarak ayrıca güç veriyor kendi özel hayatımda, o da ayrı bir şey. Bu kadının da yaşadığı aşklar, dört kere evlenmiş olması, aralarda kim bilir neler neler, dünyalar... Diyorum ki, "Yamam yahu, hepimizde var bunlar."

Gamze Kulak: O da doğru birliktelikler seçemedi, yanıldı ve tekrar denedi.

Volkan Sarıöz: Çok insana dair şeyler. Sana bir şey ekleyeyim Selen. Hakan'la ilk konuştuğumuzda benim için Suat Derviş yoktu henüz. Benim için Orhan Veli'nin sevdiği kadınlar ya da onu sevmeyen kadınlar olabilirdi. "Bir kadın olsun ama..." vardı. Hakan'la bunu konuştum. Hakan "Akla ilk gelenler bunlar" dedi ve birkaç gün sonra Suat Derviş'le geldi. "Suat Derviş ne alaka?" dedim. Çünkü o, dediğiniz gibi, bir parçası değildi tam olarak. "Yok, çok iyi olur. Hem öyle güçlü bir tartışma ortamı yaratır ki onun varlığı orada, O, o gece olmazsa olmaz. "Suat Derviş olmalı" dedi. Ve iyi ki de Suat Derviş olmuş. Çünkü Suat Derviş'in o gece orada olması çok şey anlatıyor. Benim dediğim, "Orhan Veli'nin sevdiği birisi olsun" fikrini bile anlatıyor. Onları bile anlatmaya yetti. İyi ki Suat Derviş olmuş.

Metin Alpargun: Orhan Veli'ye kendi içinde kendi erkekliğini tartıştıracak bir konumu var. Sait Faik'e aynı şekilde. Onun hayata bakışını tartıştırıyor, ona sorular sorarak. Nurullah Ataç'ın hükümetle ilişkisini tartıştırıyor. Evet, bence de çok doğru bir tercih Suat Derviş.

Mehmet Konu: Kesinlikle. Buradaki güzel yanı, Suat Derviş'in nasıl bir karakter olduğu aslında, Selen'in performansıyla beş tane entelektüel erkek arasında erkil çarpışma yaşanıyor. İkinci kadehten sonra istediğin kadar şiir yaz, kitap oku, bir kadın gördüğünde bakıyor ikisi de, üçü de. Yaş fark etmeksizin. Suat Derviş'in sahneye giriyor oluşu, bir anda o eril tavrı karşısına alıyor oluşu, Orhan Veli'ye yazdığı şiirin felsefesiyle, mesajıyla alakalı dokunuşu, Nurullah Ataç'ın eleştirideki kilit noktalarına dokunuşu... Sait Faik'in hayatıyla ilgili ve daha birçok örnekle dağılmış olan koskoca masayı avcunun içine alıyor ve o avuç gidiyor. Uçuyor gidiyor yani.

Onur Şenol: Tabii tabii. O erki darmadağın ediyor aslında o tavrıyla. Herkesi kendine getiriyor.

‘Nostalji fetişizmi yok bu oyunda’

Metin Alpargun: Güzel yanlarından biri de bu. Bir nostalji fetişizmi yok bu oyunda. Orhan Veli'yi silkelemek gerekiyorsa, silkeleyen biri var. Normalde "Ne demek, Nurullah Ataç'a laf mı edilir böyle bir oyunda?" denilir. Hayır, ediliyor. Onun da kötü yanlarını gösteriyoruz. Kutsallaştırma falan yok. Benim ne kadar kötü yanlarım varsa, Orhan Veli'nin de var. Bunu söylüyoruz ve söylemekten çekinmiyoruz. O yüzden bence Hakan Ağabey’le Volkan Ağabey çok güzel bir metin oluşturdular. Çok incelikli. Ve söylemeden edemeyeceğim, Türk tiyatrosunda olmayan bir şey, artık var. Türk tiyatrosuna bir metin kazandırdılar beraber. Biz "Ölene kadar oynayacağız" falan dedik ama biz öldükten sonra da oynanacak muhtemelen. Bir klasik olacağını düşünüyorum.

Fotoğraf: Emirhan Savaş

Gamze Kulak: Dilerim öyle olur gerçekten, hep oynarsınız ve hep oynanılır. Suat Derviş'e dair şunu da söylemek istiyorum. Son yıllarda biliyoruz ama hakkında yazanlar da, üzerine konuşanlar da daha çok kadın sorunundaki tavrıyla öne çıkarıyorlar. Suat Derviş'in komünist olduğu gerçeği ve TKP üyesi olması, içeri alınması gibi konular çok fazla ortaya çıkarılmaz. Bu oyunda o sınıfsal mücadelesine de değinilmiş. Buğrahan da Suat Derviş'le ilgili çalıştığı için Buğrahan'da da aynı şey olmuş, ben de aynı şey oldu. Suat Derviş'i sahnede görünce, "sadece 'kadın meselesi' üzerinden mi gidecek acaba?" dedik. Ama böyle olmadı ve bu bizi mutlu etti, tekrar teşekkürler.

Onur Şenol: Evet, öyle bir renk olsun diye bir kadın koyma bayağılığına düşülmemiş metinde.

Buğrahan Aydın: Sınıfsal tarafının ön planda olması bizi çok etkiledi açıkçası. Oyun bizi sevindirdi gerçekten de bu konuda.

‘Suat Derviş neyse O'dur, komünisttir’

Hakan Tabakan: Böyle de olması gerekir. “Ben Sovyet Dostuyum” diyor Suat Derviş. Böyle diyen bir kadın için ne yapacağız, yeni bir kıyafet mi dikeceğiz ona? Buğrahan’ın da yazısında belirttiği gibi… Hayır, Suat Derviş neyse odur. Bunu bu şekilde beğenmenize de çok sevindim, Buğrahan’ın yazısı da beni çok mutlu etti, demek ki doğru bir yerden yaklaşmışız dedim. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’yi yazdığını çoğu insan bilmiyordu, sanki uzaydan indirilmişti. Tabii Don Kişot mu daha çok tanınır yoksa Cervantes mi desek, tabii ki Don Kişot. Ama Türkiye’deki böyle bir şey değil, komünist bir kadının tecrit edilmesidir Suat Derviş açısından.

Gamze Kulak: Suat Derviş bir bütün olarak yansıtılmış. "Aman bu kısmı alalım da, şundan uzak duralım" gibi bir şey yapılmamış gerçekten.

Selen Şenay: Bence de öyle. Hatta beni daha çok meşgul eden taraf, o taraf. Doğduğu dünyadan sonra dönüştüğü insan. Ama çok küçük yaşta yazdığı romanı, evde yanan roman. Orada bile, konak içinde o sınıfsal çatışmayı o küçücük yaşında görüp üzülmesi... "Bir şey var, bir yanlışlık var" diyor burada. O yüzden o komünist tarafı, benim de kafamı kurcalayan ama çok fazla da konuşulmayan taraf.

Metin Alpargun: İçinde bulunduğu konforlu alanı sorgulaması ve terk etmesi epey kıymetli oluyor. Zaten fakirlik çeken birinin zengin hayatını sorgulaması biraz objektiflikten uzak olabilir. Ama Suat Derviş'in içinde bulunduğu hayatı, o konfor alanını sorgulayıp orayı bir şekilde terk etmesi daha anlamlı.

Mehmet Konu: Daha insana dair.

Gamze Kulak: Bu kısımda mesela Nâzım Hikmet’e de atıf yapılır genelde. Nâzım'ın çocukluk arkadaşı olmasının etkisi gibi. Ben tam olarak öyle olduğunu düşünmüyorum.

Selen Şenay: Nâzım'ın ona dokunmuş olmasıyla mı alakalı?

Gamze Kulak: Evet. Tabii ki bir etkisi olmuştur. Nâzım çevresinde herkesi etkileyen bir insan sonuçta. Ama sadece bu değil bence.

Mertcan Ertürk: Ona bakacak olursak, şiirin bu hale gelmesinde yani Garip akımının başlamasında Melih Cevdet'in, Orhan Veli'nin, ister istemez manzumeyi ilk başta Nâzım'ın yazmasıyla aralarında bu etkinin oluşması son derece doğaldır.

Gamze Kulak: Yani erkesi etkilediği kadardır bence Suat Derviş'i etkilemesi de.

Mertcan Ertürk: Hepimizi etkiliyor. O da etkileniyor, herkes etkileniyor. Çünkü hayata aynı pencereden bakan, insana aynı pencereden bakan insanların birbirlerini etkilemesi çok doğal geliyor.

Buğrahan Aydın: Zaten oyunda da şunun detayı var. Oynadığınız karakterlerin kendilerini sorguladıklarını hatırlıyorum. "Biz de Nâzım gibi gitmiş olabilirdik" noktasında kendilerini de sorguluyorlar. Hiç tanışmamış, belki de aynı hiçbir şeyi paylaşmamış iki farklı karakterin birbirilerini nasıl etkilediklerini gösteren bir şey aslında.

Mehmet Konu: Melih Cevdet köşe yazılarında bu noktaya değiniyor. "Nâzım yazdı, yolumuza ışık tuttu. Onun aynısı yapanlar çok var, biz farklı bir yoldan söz söylemeliydik. Garip akımı bu şekilde ortaya çıktı. Bize de çok öykünenler oldu" diyor. Bu bir dönem, bu bir devrim, bu bir dil. "Halka biz bunu verdik, bundan sonra halk gelişecek ve dönüşecektir. Başka sözler söyleyenler de çıkacaktır" diyor. Elbette ki Nâzım hepimizi çok etkiledi. Fikirlerini aldılar ama yazım biçimini almadılar. Farklı bir yol denediler. Üç beş yıl içerisinde Garip akımının da kayboluyor olması, yeniliğe sürekli açık olmasından. Bu insanlar, "yeni bir şey bulduk, ölene kadar bunu götürelim" demediler. Orhan Veli giyimine kuşamına çok dikkat ederken, neden yıllar geçtikçe pespaye olmaya başladı? Çünkü giyim kuşamı önemini yitirdi, fikri değişti, dönem değişti. Daha başka şeyler oldu. Bir çıkış noktasıydı Nâzım. Üstatlara olduğu gibi bize ve bizden sonrakilere ışık tutmaya devam edecektir.

Gamze Kulak: Bizim ekleyeceğimiz bir şey kalmadı sanırım. Atladığımız bir şey varsa buyurun, lütfen.

Mertcan Ertürk: Ben aslında Melih Cevdet'le alakalı bir şey eklemek istiyorum. "Okuyup araştırdıkça ve üzerinde çalıştıkça değişen bir şeyler oldu mu?" sorunuza. Biz bu oyunu on beş günde yaptık. Haliyle az önce Ahmet Ağabey’in de söylediği gibi, on beş günde bu zamana kadar biriktirdiklerinin yanında kalan şeyleri okuma gibi bir fırsatımız olmamıştı tabi ki. Şimdi süreç içinde okudukça her birimiz, her geldiğimizde "Böyle bir şey de olmuş" diye birbirimizi şaşırtan şeyler anlatıyoruz. Bugün böyle bir şeyle daha karşılaştım ben. Melih Cevdet'in bir şiiri var, "İncecikten bir yağıyordu / Bahriyeli ağabeyimi düşünüp / Erzincan'da annem ağlıyordu" diye. "Bu şiir nedir, ne değildir" diye araştırma yapıldığında, İkinci Dünya Savaşı'na Türkiye katılıyor ama donanmasını güçlendirmek için İngilizlerden dört tane denizaltı istiyorlar. Mersin Limanı’ndan bir gemi çıkıyor İngiltere'ye doğru, o dört denizaltıyı alıp gelecekler. Limandan ayrılınca gemi, birkaç mil sonra batırılıyor. Yüz altmışın üzerinde mürettebat orada hayatını kaybediyor. İçlerinden biri de Melih Cevdet'in ağabeyi: Denizci Yüzbaşı Nejat Anday. İnanılmaz bir hikâye. Okuduğumda şok etkisi yaratmıştı. Daha da güçlenmeye başladı. Zaten biliyorduk Melih Cevdet'in yazdığı şiirlerde, yazılarda, denemelerde, kendi hayatından, doğadan, hayattan, insandan çok fazla beslendiğini ama böyle şeyler duydukça, eklendikçe çok daha etkili oluyor, güzel oluyor hikâye. Bunu da paylaşmak istedim.

Buğrahan Aydın: Çok teşekkür ederiz, bu hikâye için de. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Volkan Sarıöz: Çok izlensin istiyorum ben. Çok seyircisi olsun.

Mehmet Konu: Yıllarca oynayalım istiyorum.

'Paylaştıkça çoğalan bir sofra gibi'

Volkan Sarıöz: Arkadaşlar sahneye çıktıkları zaman, her zaman kalabalık bir kitleyle, seyirciyle paylaşabilecekleri bir şey olsun. Talep gelsin. "Bir tane daha oynamak zorundayız, bir sahne yapmak zorundayız" desinler. "Bu hafta iki tane oynadık, üçüncüyü de oynamak zorunda kaldık" desinler. Çok izlensin, daha güzel olur. Paylaştıkça çoğalan sofra gibi.

Ahmet Kaynak: Az önce de söylediğim gibi, bu örnek bir eser. Bunu uzun zaman oynamak istiyoruz. Çok kıymetli. Geçen oyunda biri çıkmış mesela "Ben bu yazarları bilmiyorum, bir araştırayım bunları" demiş. Bu bir oyuncu için, bir sanatçı için çok kıymetli bir şey. Belki o gidecek çocuğuna anlatacak, ahbabına, akrabasına anlatacak. Bundan sanatçı çok mutluluk duyar. Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, sosyal medyalar, onlar bunlar, her şey uçmuş gitmiş, herkes bir şeyler biliyor güya. Ama “bilmiyor”. Daha iyi seyirciler yetiştirebiliriz, az önce verdiğim örnekte de söylediğim gibi. Çok iyi bir şey oldu, yolu açık olsun.

Hakan Tabakan: Hepimizin dileği; bir yazar olarak benim dileğim, yönetmen olarak Volkan’ın dileği ve oyuncu arkadaşların dileği yıllarca oynanabilecek bir oyunun ortaya çıkmasıydı. Vedat Özdemiroğlu çok güzel bir şey söyledi bize “Tiyatro bir klasik kazandı” dedi. Tabii sadece benim yazdığım değil, benim yazdığım sadece bir kâğıt parçası neticede. Sahnede bunun canlanması, bir rejiden geçmesi, bir şeyle buluşması -bu “şey”i bilinçli kullanıyorum- gerekir bir oyunun güzel olması için. Semaver Kumpanya’ya, Işıl Kasapoğlu’na ve Volkan Sarıöz’e çok teşekkür ediyorum bu konuda. Benim oyun yazarlığımda çok önemli bir yerleri var.

Gamze Kulak: Oyun, "izledik, tükettik, haydi başka bir şeye geçelim" değil. Devam ettiren, araştırmaya iten bir oyun. Bizim Güzelson'u tanımamız ve araştırmamız gibi.

Onur Şenol: Oyundan çıkan bir seyircinin açıp iki satır Sait Faik öyküsü okuması Orhan Veli şiiri okuması, tanımadığı Halim Şefik Güzelson kimmiş diye araştırması çok müthiş, değerli şeyler bunlar. Bizi de motive eden şeyler.

Gamze Kulak: Bir süreklilik yaratıyor, bu çok güzel bir şey. Oyun devam ediyor yani. Çok teşekkür ederiz. Çok keyifliydi sohbet bizim için. Umarız çok olur seyircisi.

SEMAVER KUMPANYA: Biz teşekkür ederiz ve de umarız.

Güzel Son, 11 ve 18 Şubat’ta Çevre Tiyatrosu’nda ve 28 Şubat’ta Enka Sanat’ta izlenebilir. Seyircisi bol olsun!