Saray’da gazelhan, DOB’da Karahan

'Tek adam rejimi DOB’da ciddi bir çöküşe yol açmış durumda. Genel Müdür Murat Karahan’ın usulsüzlüklerini konu alan müfettiş raporu tamamlandı, Bakan’ın önüne kondu. Gözler Saray’da.'

Melis Gönenç

İslamcıların tek adam rejimi oluşturma sürecine koşut biçimde Devlet Opera ve Balesi’ndeki (DOB) kurumsal dönüşüm ve çöküşü daha önce kaleme almıştık. (AKP kıskacında bir kurum: DOB, soL Haber, 25-28 Eylül 2019). Laik cumhuriyetin yüksek sanatlar tarihindeki utanç sayfalarını oluşturan “Şeyh” Rengim Gökmen ve “dahi besteci” Selman Ada’nın işbirlikçilikleri, islamcıların DOB’a çökmelerini kolaylaştırarak, kendi “esas oğlan”ları Murat Karahan’ı başa getirmeleriyle sonuçlanmıştı. Oysa, Karahan’ın genel müdürlük için ağır bir “ehliyet ve liyakat” sorunu vardı. Aradan geçen üç buçuk yıla yakın sürede DOB tek adam Karahan yönetiminde, tıpkı ülkenin bütünü gibi, tam bir deli gömleğine sokulmuştur.

Bu arada, Saray rejimi nihayet yolun sonunda. Tabii, Karahan da. İslamcılarla geldi, onlarla gidecek. Belki de, az biraz önce.

Neden mi?

Saray'ın yarattığı canavar

Mühür Karahan’a teslim edilirken, şark usulü tek adam rejiminin özü, “DOB’un eti senin, kemiği Saray’ın” biçiminde ifade buyurulmuştu. Oğlanın kültür düzeyi de dikkate alındığında, konuyu epey doğru kavradığı anlaşılıyor:

Kâben Saray, tuttuğun altın, ekibin yağdan olmalıdır.

Allah için, hiç sektirmedi. Saray’dan gelen her emri “ilahi” kabul etti. Ayak bastığı hiçbir sahnede karavana atmadı; cep cepken doldu taştı. Etrafında, “Elbette haklısınız, lakin…” diye cümle kuran kılçıkları uzaklaştırdı, pasifize etti. “Müthiş bir fikir! Harikasınız!” söylemli zevat ile çalışmayı yeğledi.

Ya günün birinde Saray su kaçırmaya başlarsa?” sorusunun yanıtını ise, hiçbir zaman öğrenemedi. Çünkü kendisine verilen “DOB’u Kullanma Kılavuzu”nda bu olasılığı içeren bir bölüm yoktu. O da kökledikçe kökledi ve sonunda dingili kırdı; müfettiş geldi, soruşturdu, raporunu yazdı, gitti. Nefesler tutuldu. Bakalım, Zât-ı Şâhâneleri ne karar verecek.

Oysa, Saray siyasal ömrünün bittiğini anladıkça, kum torbalarını bir bir atmaya başladı. Bu konumda olan bir yönetimin olası bir erken seçime usulsüzlük, yolsuzluk, hukuk dışılık ve etik yıpranma madalyası taşıyan unsurlarla giremeyeceği en temel siyaset bilimi kitaplarında yazılıdır. Yakın zamanda Güzel Sanatlar Genel Müdürü (GSGM) Murat Salim Tokaç’ın görevden alınması kültür kurumlarındaki ilk önemli vitrin düzeltme adımıdır. GSGM ve bağlı orkestra ve koroların öyküsünü ayrı bir yazı dizisinde ele alacağız. Yine görevden alınmış olan Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ı başka bakanların da izleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmamalı.

Karahan mirasa konuyor

Karahan’ın tek adam yönetimi, eğitiminin zayıflığı ve müzikal görgüsüzlüğünün sonucu olarak, DOB’da hatırı sayılır bir sanatsal düşüşe yol açtı. Bunu, çok ciddi bir etik çölleşme izledi. Ayrıntıları önceki yazılarımızda vermiştik. Bu sürecin bir de akçeli işler ayağı var. Liberal islamcı kadroların “kamu zararı” kavramına burun büktükleri, baklavayı tepsiyle götüremeyeni kale almayıp, beceriksiz saydıkları sır değil.

Bu zihniyet, oğlanın megalomanisiyle mecz olunca, ortaya yasa dışı ticari işlemler ve bize özgü liberalizmin altın formülü çıkıyor: “Rab bana, hep bana.” Gerçi, Karahan bu alanda pek cılız bir mirasa kondu denemez. Kişisel çıkar için kamu zararını göze almanın meşru olduğu keşfi ona ait değil. Başta, Şeyh Rengim Gökmen’den kalan ve koskoca devlet kurumunu korsan atölyeye çevirmiş olan bir miras var:

Şeyhimiz, genel müdürlük makamına yerleştiğinde oldukça gerçekçi o saptamasını çoktan yapmıştır: “İslamcı vermeyi değil, almayı sevendir.” O halde, ek bütçe istemeden, en az masrafla sezonu kapatıp, aferin aldıktan sonra yerini de sağlama almış olacaktır. Tamam da, opera dediğin dünya para. Nasıl olacak? Yurtdışında bulunmuş, rafine bir kişilik ve gelişkin bir zekaya sahip olan Şeyhimizin aklına dahiyane bir fikir gelir: Telif ödememek.

İyi de, DOB devlet kurumu, kanunu var, kitabı var. Kökleşmiş gelenekleri var. Öyle korsan sahneleme falan olur mu?!. Duyulur. Mazallah, davalar filan açılır. Devletin itibarı…

Adam sen de! O eski Türkiye’deydi. Koltuğun kerameti mi, yasanın sefaleti mi? Seç bakalım” dediklerinde, Şeyh ikiletmeden kerameti seçer. Korsan sahneye oluru basar. Tabii, ardından da davalar yağmaya başlar.

Alman telif hakları şirketi Internationale Musikverlage Hans Sikorski 2008 yılında, korsan sahnelenen beş yapıt için dava açar: Romeo ve Juliet, Spartacus İlkbahar Tangosu, Carmen Suite ile Peter ve Kurt. Bir dava da Casa Ricordi şirketi tarafından açılır. Rezalet daha düşük bir bedelle ve sessizce kapatılabilecekken, Şeyh, “Metelik çalışmaz. Zaten, zamanaşımı söz konusu” diye inatlaşır. İlkbahar Tangosu ve Carmen Suite’in kararları kesinleşir; DOB tazminat ödemeye mahkum edilir. Romeo ve Juliet, Spartacus, Peter ve Kurt davaları da ilk derece mahkemelerde DOB aleyhinde sonuçlanmış olup, kesin karar için istinaftadır. Daha şimdiden on binlerce euroluk kamu zararı söz konusudur.

İşin yerli ayağı da cabası:

Tevfik Akbaşlı’nın “Muhteşem Süleyman” adlı opera yapıtının, telif ücreti daha düşük olduğu için, kantat formunda sahnelenmesi konusunda besteci ile anlaşmaya varılır. Ancak, korsana başvurulup, opera olarak sahnelenir. Bestecinin itirazı üzerine soruşturma açılınca, bu kez repertuardan tamamen çıkarılır. (Habertürk, 30.08.2013, 17.04.2014)

Akçeli işlerde aşırı esneklik ve laubalilik kamu zararına neden olurken, yol olmaya da başlamıştır.

Karahan suça yaklaşıyor

Yıl 2018, TROYA operası sahnelenecek. Karahan’ın genel müdür olarak ilk önemli şovu. Afilli bir şeyler olmalı. Son yılların teknoloji harikası 3D kullanımına karar verir. Yaldızlı ifadelere aldanmayın; ortada 3D falan yok. 2D’ye derinlik efekti eklenecek, o kadar. Bir tür göz yanılsaması. Bir şirketle anlaşır. İki hafta süre verir. Çok kısa ve sıkışık. Oğlan liberal. DOB’u küçük Saray yapmaya kararlı. Öyle, önceden planlama, programlama, her sahne için yapılanı izleyip, onay verme ya da düzeltme talebi falan yok. Eski Türkiye bitti. O anki fikri, zevki, isteği neyse o!

Şirket sahipleri ile pazarlık yapar. Bir rakamda anlaşırlar. Sözleşme imzalanır. Liberal oğlan şark kurnazlığına yatar. Sözleşmeye, “Beğenmezsem, para yok” maddesini yazdırır. Şirket sahipleri şaşırırlar ama rutin bir uygulama kabul ederler. “Koskoca devlet kurumu, kelek atacak hali yok ya!” derler. Gece gündüz çalışıp, işi zamanında teslim ederler. Ve yanılırlar; DOB’da yeni Türkiye kuralları çoktan yaşama geçmiştir. Temsile iki gün kala Genel Müdür hazırlananı nihayet izler; “Beğenmedim. Anlaştığımız paradan daha azını veririm.” yollu höykürür. Tek adam; ne derse o! Paranın üçte ikiye yakınına fit olurlar. Onu da bir kamu bankası öder. Mahkemeye gidemezler, dayıları yok. Başlarına bir de Maliye’yi sarma riski falan var. “İyisi mi, verileni alalım ve bir daha da devletle tövbe billah iş yapmayalım.” kararıyla birer bardak soğuk su içerler.

Karahan, kişiliğinde uyanık ve keskin bir yönetici ile başarılı bir işadamının bütün niteliklerinin var olduğuna iyice emin olmuştur. “Durmak yok, yola devam” der.

Bu kez GÖBEKLİTEPE operası için düğmeye basar. Medyada reklam, kıyamet: “İlk kez kullanılacak olan 3D teknolojisi…” Yahu, TROYA’da da kullanıldı ya! Üstelik, Genel Müdür kendi ağzıyla söylemişti. Devlet ciddiyeti…

Boş ver, önemli olan PR’dır, malı okutabilmektir; devlet ciddiyeti filan örümcek kafalıların, olmadı, askeri vesayetçilerin eski Türkiye’sinin lakırdılarındandır.”

Eh, koskoca Genel Müdür, bir bildiği vardır elbet!

Yeni şirketimizin adı, “HYPNOSE GÖRSEL İLETİŞİM, REKLAM, PRODÜKSİYON, MODA, TANITIM, FESTİVAL, ORGANİZASYON VE TEKSTİL DIŞ TİCARET LİMİTED ŞİRKETİ.” Yani, her bir iş yapılır. Sahibi, Didar Şahin. Didar Hanımcığımız pek becerikli. Önce bir manken ajansı kuruyor. Malum, işin içine manken girince, etraf şişkin cüzdanlar, üst düzey siyasetçi ve yöneticilerle filan şenlenir. Yani, iyi çevre yaparsınız. Didar Hanımcığımız becerisini ve yatırımını doğru yerlere sarfetmiş olmalı ki, AKP’ye epey iş yapıyor. Çok da yaratıcı, maaşallah; Allah daim eder, inşallah!

Hypnotic işler

Şirketinin internet sitesinde, yapmış olduğu işlerin videoları var. Birkaçına göz atalım:

2003’te İstanbul’un fethinin 550. yılı nedeniyle, “Kültürlerin Hamisi Fatih” adlı defile. Aya İrini’de. Mehter takımı, Osmanlı motifleri… 140 şehirde, 193 gösteri.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in düzenlediği, “Fatih’ten Esintiler-Harem” adlı defile. Harem giysileri sergileniyor. Günün anlam ve önemi bağlamında, Didar Hanımcığımızın duyarlı ve derinlikli kavrayışına hayran kalmamak elde değil.

Melih Gökçek çok memnun kalmış olmalı ki, 2012-LivCom (Yaşanabilir Kentler) yarışmasının tüm prodüksiyonunu Didar Hanımcığımıza verecektir.

2007’de “Mevlana” defilesi. Semazen kadın mankenlerimiz 23 şehirde, 34 gösteri yapıyorlar. Didar Hanımcığımız bir süredir devam eden “kadın semazen olur mu?” tartışmasına podyumdan güçlü ve vukuflu bir yanıt verirken, sırım gibi rakamları da cebine indirir.

4 Haziran 2009’da, “Sn. Hayrinüsa Gül Hanımefendi himayelerinde” ve Kayseri Valiliği organizasyonuyla düzenlenen, “Pir-i Mimaran Sinan” sahne gösterisi. Didar Hanımcığımız o kadar yaratıcı ki, gösteri-defile sonunda koca sakalı ve kavuğuyla Mimar Sinan, cumhurbaşkanının eşine şahsen çiçek takdim ediyor. Kime nasip ki! “Sn Hayrinüsa Gül Hanımefendi”nin, herhalde, heyecandan kalbi duracak gibi olmuştur.

Şirketin uzmanlık alanı: Hypnotic işler.

2012’den itibaren Didar Hanımcığımız vitesi büyütüyor: Devlet işleri, büyük organizasyonlar…

2013’te, Eskişehir’de, Eurovizyon Şarkı Yarışması’na rakip, Türkvizyon Şarkı Yarışması. Hani, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası var ya, Turan, Türksoy falan. O yani; 1. Türk Dünyası Şarkı Yarışması. 2015’te ikincisi.

Yine 2013’te Mehteran Bölüklü Akdeniz Oyunları, TRT’nin 23 Nisan Çocuk Şenliği.

2015’te Yunus Emre Enstitüsü tarafından düzenlenen “Bin Yılın Sesi Türkçe” bayramı. “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber” sloganlarının atıldığı, Kur’an tilavetli, Dombra şarkılı.

2017’de Asya Kapalı Salon ve Dövüş Sanatı Oyunları (AİMAG) ve semazenlerin havalarda uçuştuğu İşitme Engelliler Olimpiyat Oyunları.

Tanıtım videolarında, 2017 sonundan itibaren hükümetin özel projelerinde yer aldıkları belirtiliyor. Bir tanesi çok hoş: Zât-ı Şâhâneleri’nin, elinde bir cami maketiyle sahneye çıktığı, 8 Kasım 2017 Şehircilik Şurası.

Daha da var.

Neyse, Didar Hanımcığımız ve şirketi hakkında bir miktar fikir sahibi olabildiniz, değil mi?

Karahan suç işliyor

Didar Hanımcığımızla masaya oturur. Milyon liraya yakın teklifi duyunca,

Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Arkamda koskoca Saray var. Ayrıca, Arena di Verona’nın neresi olduğundan haberin var mı? En fazla 300 000 veririm. O da hatırın için

diye kostaklanır. Didar Hanımcığımız Saray sözünü duyunca zaten yelkenleri suya indirmiştir. Bir de bonusu vardır:

Belli ki, oğlanın İtalya ile ilişkileri iyi. İtalya da modanın merkezi. Bizim de işimiz manken, defile. Acaba bir mama kapısı açılır mı?”

“Peki”, der. Sözleşme için ne zaman gelmesi gerektiğini sorunca,

Ne sözleşmesi?! Bunlar eski Türkiye’nin alışkanlıkları. Benim sesim senettir. Bütün dünya bilir. Hadi bakalım, ikile.”

yanıtını alır.

Didar Hanımcığımız bir dünya starıyla çalışacak olmanın heyecanının yanı sıra, müthiş bir reklam olanağı da yakalayacağı için kanatlı şekilde eve döner. Değil mi ki, bu Göbeklitepe dünya tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacaktır. UNESCO, Saray… Aman Tanrım, başına talih kuşu konmuş, avuçları çılgın gibi kaşınmaya başlamıştır.

Bıçkın yönetici, acar işletmeci Karahan’ın ise, başarı iksirinin formülünü eline geçirdiğinden artık hiç mi hiç şüphesi kalmamıştır:

Tek adam olmak istiyorsan, kanun, kitap, yönetmelik, sözleşme falan filan ile elini kolunu bağlama.”

Didar Hanımcığımız bu koşullar altında projeye başlarken para istemeyi zül sayar. Ancak, operanın ne içeriği ne de süresi bellidir. Üstelik, Genel Müdür yurt dışında şahsi işlerinin peşindeyken, besteciyi değiştirir. Hadi, sil baştan. Ne plan var ne program.

Didar Hanımcığımıza 100 000 TL’lik ilk ödeme, prömiyerden (19 Şubat 2020) bir ay kadar önce (23 Ocak 2020), 31/12/2019 tarih ve 044834 sayılı fatura karşılığında Ing Bank tarafından yapılır. Hazırlanan içerik, kapalı, mühürlü zarf içinde, flash bellek ile DOB’a gönderilir.

O da ne?

Karahan, işin zamanında yapılmadığı gerekçesi ile, 25/02/2020 tarih ve 7339 sayılı ihtarname yoluyla, kapalı, mühürlü zarfı açmaksızın iade eder. Dahası, 23/10/2020’de, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde, kamu zararı nedeniyle alacak davası açar (Esas no: 2020/593, Karar no: 2021/341). Verilen 100 000 TL’yi avans faizi ile birlikte geri istemektedir.

Didar Hanım'ın fendi...

Didar Hanımcığımızın avukatından zehir zemberek bir yanıt gelir:

“…müvekkilinin, 100 000 TL aldığını, sanki tüm işin karşılığıymış gibi, bu bedele razı olması için zorlandığını, davacı kurumun yetkilisinin tarafların anlaştığı miktarı kademe kademe düşürmek istediğini ve kendi ayıbını örtmek için ödemekten vazgeçtiğini ve işi durdurduğunu… müvekkili şirketin, eser üzerinde, davacı kurumun iptal ediyoruz dediği ana kadar çalıştığını, davacı kurumun müvekkiline 300 000 TL+KDV borcu bulunduğunu…”

Davanın sonu ne mi oldu?

Karahan 12/04/2021 tarihli dilekçe ile davadan feragat etti. Yani, suçlamalarından vazgeçtiği gibi, bir daha bu konuda dava açılabilmesinin de yolunu hukuken kapattı. Ya kalan 200 000 TL + KDV? Didar Hanımcığımıza ödendi. İyi de, nasıl?

Bir buçuk yıl sonra apar topar bir hizmet satınalma sözleşmesi imzalandı. Para da buna dayanarak ödendi. Tamam da, ortada alınmış bir hizmet yok ki. Göbeklitepe 3D’siz sahnelendi. Anlayacağınız, 300 000 TL + KDV, mahkeme masrafları ve 6725.00 TL’lik vekalet ücreti kamu zararı olarak tescillenmiş oldu.

“Onlar erdi muradına

Kamu çıksın kerevetine”

Seninki bu defa baltayı taşa vurdu. Dedik ya, Didar Hanımcığımız işi gereği kendine sıkı çevre yapmış. Şikayeti etkili adrese ulaşınca, oğlanın ensesinde müfettiş bitti; bir sordu bin işitti. Eh, malum, siyasal ve ekonomik ortam da kamuoyunun bu konulardaki duyarlılığını artırıcı yönde. Bu arada, raporu hazırlayan başmüfettiş Vural Duman’ın AKP’li olmasına rağmen, hoşafa aşure diyecek cinsten olmadığı da sızan bilgiler arasında. Bekleyip göreceğiz.

'Rab bana hep bana' şarkısı

Karahan bu noktaya bir günde gelmedi. Adeta sürüklendi. Zaten pohpohlanmaya zaafı var; her şeyine göz yumuldu ve sonunda şanzımanı dağıttı. Pusulası Saray olan herkes gibi o da balçığın içinde.

DOB’un başındayken, 5’li çete olarak adlandırılan ve Saray ile özel yakınlıkları sonucu ülkenin iliğine kemiğine limon sıkan holdinglerden olan LİMAK’ın genel sanat direktörü yapıldı. Yani, Saray’a yakın olanların “tek maaşın nesi, çok maaşın sesi” düsturuna tav oldu. Ama, iş o kadar masum değil. LİMAK’ın patronu, oğlana holding orkestrasını hayrına kurdurmadı. Orkestra üyelerinin birçoğu Ankara DOB orkestrası elemanları. Konser başına para alarak çalıyorlar. Patrona çok ucuza geliyor: Enstrüman parası ödemiyor; müzisyenler, kendilerine zimmetli çoğu kamu malı olan binlerce dolarlık enstrümanları ile geliyorlar, çalıp gidiyorlar. Enstrümanların zarar görmesi, aşınması, parça ve tel değişimleri falan hepsi kamunun bütçesinden. Kadroymuş, sigortaymış, kıdem tazminatıymış, hiçbiri yok. Çöpsüz üzüm. Üstelik, kamunun sırtından, “sanatsever holding” reklamı. Çarkın dönebilmesinin tek koşulu, amirin resmi izni. Siz olsaydınız, Karahan’ı maaşa bağlamaz mıydınız? Türkçesiyle,

Kamu zararı” diyorsunuz, “devlet malı deniz” diyorlar.

Bu devirde tek maaşla geçinmek zor.

Bir de kamu bankaları var. Biri Ziraat Bankası. Yönetiminde bir Batuhan Mumcu var. Bu delikanlı, ülkemize Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği özel bir yetenek. Neyse ki, kıymeti biliniyor; Tuğrul Türkeş’in özel kalemi, Kültür ve Turizm Bakanı’nın özel kalemi, Ziraat GYO Yönetim Kurulu üyesi, Yunus Emre Vakfı Yönetim Kurulu üyesi. Allah ziyadesiyle versin, parayı da epey seviyor. Doğal olarak, Karahan’la iyi anlaşıyorlar. Lapacı oğlan ile özel kalem küheylan cep cebe verip, ülkemizde sanatın teşvik edilmesi adına, Ziraat Bankası’nın sponsorluğunda oğlana bir konser ayarlıyorlar. Müthiş fiyakalı bir para. Üstelik, elden verildiği yolunda iddialar var.

Yok, ayaktan mı verilecekti! Milyonlar versen bile az. Bu oğlan bizim yurtdışındaki en büyük markamız. Ekran yüzümüz.”

Hazır, Batuhan delikanlıdan laf açılmışken; hani, Karahan Ocak 2020’de DOB’dan 19 kişiyi atmıştı da, bu delikanlı yapılanı savunmak adına, atılanların “uyuşturucu satıcısı, tacizci, terörist” olma olasılıklarına işaret etmişti ya, (Birgün, 10 Ocak 2020) işte, o atılanların hepsi idare mahkemesinde açtıkları davaları kazandılar. Nasıl olsa, dönecekler. Birikmiş maaşlar, sigorta primleri, faiz ve cezaları, vekalet ücretleri, hepsi ödenecek. Türkçesiyle,

Kamu zararı” diyorsunuz, “yemeyen domuz” diyorlar.

Oğlan yalnız kamu bankalarıyla iş tutmuyor ki; Abdülaziz pehlivanları gibi, özellere de yanaşıyor: Ing Bank, İş Bankası…

Kızım Maya sana söylüyorum...

Dünya yansa hasırı yanmaz bakanlarımızdan, Özel Maya Okulları ile MEB’in patronu Ziya Selçuk gibiler ile çalışmanın ayrı bir zevki var. Önü kamu, arkası özel; halden anlıyor. Tıpkı Turizm Bakanımız, Sağlık Bakanımız gibi. Rabbim hepsine bol kazançlı, hayırlı akıbetler nasip eylesin.

Sayın patron, 29 Ekim 2019’da, Maya Okulları’nın 18. kuruluş yıldönümü dolayısıyla, Karahan’a kebap ısmarlamaya karar verir. Oğlan siparişe yumulur. Konser MEB Şura Salonu’nda. Bakan liberalizmin özünü kavramış: Bayram ve salon kamudan, reklam özelden. Oğlan aynalı bir konser verir; mıncık mıncık: Puccini, Zeki Müren, Aşık Veysel, Sezen Aksu… Yeni Türkiye, yani. Söyleyen memnun, söyleten memnun. Geriye banknotları saymak kalıyor; zor değil, tespih taneleri gibi, üst üste gelecek şekilde.

Ya, yarın, öbür gün…?!

“Kurtulamadın gitti şu tencere karası fikirli eski Türkiye’den.! Allah var, gam yok!”

Odam odam cillop odam

Karahan, pandemi sürecinde hemen hiç makamına uğramadı. TİP Milletvekili Barış Atay konuyu meclise taşıdı. Kamu görevine gelmediği günlerin toplamı bir yıla yaklaşıyor. Bu kadarlık izin mi aldı? Maaşına ek olarak, bu süre zarfında, gelir getirecek yurtiçi, yurtdışı etkinliklere katıldı mı?

Makam dedik de; oğlanın makam odası ile ilgili birkaç ayrıntı verelim.

DOB salon ve sahnesinin tadilat ihalesini alan ORAY BİR şirketinin sahibi Orhan Pekdemir pek kıymetli müteahhitlerimizdendir. Genel Müdür’e duyduğu hayranlık, DOB tadilatını neredeyse maliyetine üstlenmesine yol açacak ölçüdedir. Bir gün, dayanamayıp,

Sayın Genel Müdürüm, sizin gibi bir sanat güneşinin, sizden öncekilerin kullandıkları masa ve mobilyaları kullanmasını vicdanım ve etik anlayışım kaldırmıyor. Siz kim, onlar kim?! Lütfedip, emir buyurun, seçeceğiniz mobilya takımlarını hibe olarak derhal temin edeyim.Takdir sizden, hizmet bizden” der.

Karahan birkaç saniyelik derin bir tefekkürden sonra,

Herif haklı; benimle önceki kırtıpiyozlar aynı siklette mi ki, aynı yere mabat yerleştirelim. Beni dünya tanıyor. Rengim zarganası ile Selman çatlağını kim tanıyor?” sonucuna ulaşıp, “Peki”der. Orhan müteahhit kendine bahşedilen bu onuru yaşamanın sevinciyle, mobilya listesini sabırsızlıkla bekleyeceğini belirterek makamdan ayrılır.

Ayrılmasına ayrılır da, oğlanı alır bir endişe; sanat/estetik beğenisi abur cubur, entel ifadesiyle “fusion”. Bu işin müzik ayağını biliyor: Makam müziği, Halk Müziği, Caz, Pop, Arabesk, Klasik falan hepsini blender’a atıp, düğmeye basıyorsun. Peki, mobilya işinde nasıl oluyor?

En iyisi Valide Sultan’a sormak.”

Valide Sultan merkez sağın siyasi feraset timsali İsmet Sezgin’in kardeşi. Üç defa tanka çarpmış olan İsmet Ağabey’inden aldığı feyz ile oğlanın bu noktalara varmasında başrole sahip muhterem kişi. Bir mobilyayı mı halledemeyecek?!

Genel Müdürlüğü teftiş ve ziyareti akabinde gerekli talimatları verir ve dünyaca ünlü oğluna yaraşır bir oda düzülür. Hediyesinin 150 000 TL civarında olduğu birtakım hasetlik ağızlarca dillendiriliyor. Günahları boyunlarına!

Bir yıl sonra aynı yer, aynı film: Aspendos 2021

Geçen yılki konser 20 Haziran’da yapılmıştı. Bu yılki bir ay önce. Temel aktörler aynı: Turizmci Bakanımız, diplomatlar, Oğlan, Antalya DOB Orkestrası, Aspendos. Değişiklikler de var: Maestro, solistler.

Geçen yıl, “belki bu konserden sonra turist gelir” aculluğu yaşandığı için, konseri çevreleyen umut tabakası daha kalındı. Bu defa tam tersine. İki otobüs dolusu diplomatın teşrifine rağmen, Çavuşoğlu, değil Aspendos’a, Akdeniz Bölgesi sınırlarına bile yaklaşmadı. Turizmci Bakan ise, namus belası protokol için oradaydı. Yanında ne yardımcısı, ne başka biri… Karahan’ın yanında ise yalnızca çantası: Oğuz Sırmalı. Diplomatik misyonun bileşiminde geçen yılkine göre bir değişiklik zaten beklenmiyordu; öyle de oldu. Yani, oğlanın, diplomatların kaldıkları otellerde heriflerden kendine iş koparmaya çalışmasının dışında, kimseye faydaları olmayacak. Kamu olanaklarıyla tatil sezonunu açmış oldular. Helâl-i hoş olsun!

Aşı karnesinden maske üretebilen bir bakanlık.

Konserin ismi için bile albenili bir şeyler düşünmeye zahmet buyurulmamıştı: Gala Konseri. Aspendos ismi dahi yok. Ne de televizyondan canlı yayın. Oysa, geçen yıl, 7 Tenorlu diye başlayan yaldızlı bir adlandırma vardı.

Peki, neden?

Bu yıl turizm beklentisi erken bitti de ondan. Konserden hemen önce Moskova’da turist duasına çıkan Bakan, Ukrayna dosyası ve resmi sağlık rakamlarımızın yüksek güvenilirliği konusu önüne konduğunda, eli kaybettiğini anlamıştı. Buna, bir de hazırlattığı ve gelen tepkiler üzerine yayından kaldırdığı “enjoy” maskeli reklam filmi eklenince, Aspendos’a tiftiği atılmış bir ruh haliyle gelmesi şaşırtıcı sayılmamalı.

Minister's Ballad

Kardeşim, ne uğursuz bir yılmış be! Leyleklerden başka turist yok. İyi ki, bakan maaşımız, makam arabamız falan var. Yoksa, bu pahalılıkta ne yapardık bilmiyorum. O kadar söyledim, “Şu Rusları buruşturmayın, heriflerin elleri ağır, daha önce gördünüz”. Nato kafa nato mermer; tutturdular, “Ukrayna’ya silah satacağız.” Heriflerin otelleri yok, turist gemileri yok… Anlamıyorlar ki!

Kendisi muhtac-ı himmet bir dede

Nerde kaldı gayriye yardım ede.”

Yahu, hacamatlık olmuşuz, Ukrayna’ya İHA mıdır, SİHA mıdır ne, ondan satacakmışız. Neymiş, “Ukrayna Osmanlı zamanında…” Madem öyle, otellere Rus yerine Osmanlı doldurun bakalım!

Gayet uygun fiyat listeleri hazırladım, ödeme kolaylıkları falan, “Ruslar bayılacak” diye seviniyorken, aa, bir de baktım, yanıma İbrahim Kalın’ı vidalamışlar. Mevcutlu gidiyoruz. Adam Moskova’ya inene kadar kulağımda türkü okudu. Beynim sulandı. Bir şey de diyemiyorsun. Toplantıya girdik; Rus, “SİHA” diyor, ben “Sahil” anlıyorum. Tabii, herifler bizi fırçaladı. Bir fiyat teklifi dahi yapamadım. Peki, bu, dönüşte ne yaptı dersin? 3 saat boyunca, 1711’de Rusları “kılınç üşürüp paraladığımızı”, bu komplekslerinden kurtulamadıkları için bize böyle davrandıklarını, islamın bir gün Rusya’ya hakim kılınacağını, yekdil ve yekâvâz olmamız gerektiğini falan anlattı. Uçak indiğinde, eve sedyeyle taşıdılar. Bir daha mı?! Bakanlığı bırakırım, bununla bir yere gitmem. Adamın düşünme sistemi toprak devresini tamamlamıyor.

Zaten moral sıfır. Bir de bu Aspendos çıktı. Karahan da söyleyecek, demesinler mi? Yahu, ben bu dırdırcı zebani kabusunu geçen sene de yaşamadım mı? Bari yeri değiştirelim, madem turistik faaliyet, neden CORNELİA DE LUXE otelinde yapmıyoruz ki? Müthiş güzel bahçesi var. Diplomatların hepsini de oraya yerleştiririz. Bizim Tuba’ya da destek olmuş oluruz. Nasıl olsa sonra denkleşiriz, dedim. Ortam çok gerginmiş, dedikodu olurmuş, zaten Torba’da kendime ait otel yaptırma iznini, bakan olarak benim vermem şom ağızlara yerleşmiş, daha neler neler… Teres bunlar, teres. İzin mercii bakan değil mi? Kim verecekti ki?! Şu Saray beni bakanlıktan affetse de kurtulsam. Bizim suçumuz fakir olmamak. Gökten çorba yağsa, fakir kaşık bulamazmış. Tamam da sorumlusu ben miyim?

Zoraki konser

Konsere falan gidesim yoktu. Herkes fertiği kırmış. Maytap gibi ortada kaldık. İster istemez gittik. Bu zebani birini getirip, tanıştırdı. Şefmiş. O yönetecekmiş. Adı da Raoul Grüneis miydi ne. Almanmış. Ufak tefek, kenef ibriği gibi herif. Yahu, bu diplomatların çoğu Arap, Afrikalı falan. Uzun, zarif, karizmatik, yani marka tarzı tipleri severler. Geçen yılki iyiydi. Tel maşa gibi. Adı da çok uygundu; dünya markası var ya, Pirelli. Lastik.

Aslında, Almanı getirmek fena fikir sayılmaz. Bu yıl Ruslardan umut yok. Acaba Merkel biraz insafa gelir mi? Bizim hastaneci Fahrettin Alman aşısı işini bağlayamadı gitti. Aşı yerine şef geldi. Oysa, nereden bilebilirdim ki; meğer bu Antalya orkestrasının başında uzun süre bir Rus varmış, arşe marşe gibi bir meselede Alman, provalarda sorun yaşamış. Bunlar farklı ekoller miymiş nedir, anlamadım. Ha dolar, ha euro, ne fark eder ki!. Bu yazıyı yazan kız anlatacaktır herhalde. Bu uyuz kız da bütün gereksiz şeyleri anlatıyor. Eline ne geçiyorsa?! İstesen, bir turiste omlet yapamaz, ama kamyon dolusu laf! Neyse..

Aklıma geldi: Bu oğlan hiçbir işi cepsiz yapmaz. Rus-Alman politik dengeleri falan gibi konulara aklı zaten basmaz. Almanı getirdiyse bir çıkarı vardır. Vehbi’nin kerrakesini öğrenmem uzun sürmedi. Oğlan bir türlü Alman coğrafyasına giremiyormuş. İtalya’ya sıkışıp kalmış. Bu işler devlet desteğiyle falan bir yere kadar oluyormuş. Yaş da kemale ermeye başlayınca, “Nasılsa, İtalya ‘ya kapağı attım, Pirelli’ye gerek kalmadı” deyip, tel maşayla papaz olmuş, bu Almanı bulmuş. Almana da, “kazan-kazan olursa, eyvallah” demiş. Alman buna oralarda iş ayarlayacak, bu da ona Ankara’da maaş.

Bu oğlanı nasıl genel müdür yapmışlar, anlamıyorum. Bizi de doldurdular, Troya’nın gala gecesinde milletin önünde, “Ben her ne olursa olsun, genel müdürümün arkasındayım” falan dedirttiler. Kelin sakızını kopartsaydım da, o lafı etmeseydim! Bir de bakan olmak hırsı varmış! Bu işler sahnede cikciklemeye benzemez. Geçenlerde herkesi topladım; turizm stratejimizi anlatıyorum. Mal gibi bakıyorlar. Bari, anlayacakları bir örnek olsun diye, hani, “Dalai Lama var ya, işte onun gibi, doğu mistisizmini temsil eden sakin güç imajlı bir şeyler bulmalıyız, batılılar çok etkilenirler”, dedim. Gidip sağda solda, bakan dallama arıyor demesin mi?!

Girdik Aspendos’a; diplomattan çok polis var, köpekleri de getirmişler. Bomba falan arıyorlarmış. O sırada yanımda zuhurat misali bir kıl bitti:

”Sayın Bakanım, yüksek müsadelerinizle, polis köpek timi için bir marş bestelemek istiyorum.”

Haydaa! Bu gece bize piyango çıktı!” Çocuğum, sen kimsin?” dedim. Tabii, bizde surat şallak mallak. Bilmem ne koordinatörüymüş. Neyse, sonra anlattılar. Bizim baltanın çantası. Çocukken çok mu dayak yemiş, çok mu korkutmuşlar nedir, her gördüğü güvenlik birimine marş yazıyormuş. Ne olur, ne olmaz diye.

Yerimize oturur oturmaz bir de baktım ki, orkestrayı ortadan ikiye bölen bir kırmızı halı. Acaba dedim, Sibel Can falan mı gelecek. Saray gelmeyeceğine göre. Sinema ödülleri de yok, müzesi de açılmıyor. Hadi hayırlısı!

Solistler kırmızı halıdan yürüyerek sahneye çıkıyorlar. Bizim Araplar her seferinde “ma’şaallah” çekip duruyorlar. “Yahu, bunların hepsi mi Oscar Şarkı Yarışmasını kazandı?” diye içimden geçirmedim değil. Sonradan öğrendim. Meğer organizasyonu bir şirkete vermişler. Onlar da, bakan, diplomat, maestro, genel müdür laflarını duyunca akıllarına hemen kırmızı halı gelmiş. Bu kadar mühim adamın ancak sahnede, çalgıcıların ise salonda olabileceklerini düşünüp, halıyı sahneye sermişler. Lavuk cennetinde yaşıyoruz, kardeşim, ne diyeyim?! Halimiz bu!

O kadarla kalsa, iyi. Oğlan halıya bayılmış. Zaten, Zeki Müren söylemeye başladığından beri, “Ben DOB’un assolistiyim” diye tutturmuştu. Konsere yarım saat kala dememiş mi ki, “Assolist ben olduğuma göre, halıdan yalnızca ben yürüyeceğim. Müdürler kenarından, düzayak solistler taştan yürüyecek.” Fesüphanallah.! Saray, elimden bir kaza çıkmadan, kültür ve turizm bakanlıklarını ayırsa, bari. Billahi Çin işkencesine döndü.”

Sayın Bakanımızın Allah yar ve yardımcısı olsun.

Sahne hesap ister

Geçen yıldan farklı olarak, bu yıl 7 solist yerine 12 tane vardı. Üstelik, geçen yılın “erkekler topluluğu” görüntüsü, kadınların eklenmesiyle giderilmişti.

Bu değişikliğin siyasal ve kişisel bit yeniği ne olabilir?

O kırmızı halı yok mu, o kırmızı halı..!

Bilindiği gibi, İstanbul Sözleşmesi de KHK kurbanları arasına girince, muhalefet dalgası daha bir kabarır oldu. Çağdaş, batılı ülke imajı tam mafiş. Sahneye kadın solist çıkarmak, siyaseten Allah’ın emrine dönüştü. Özellikle de diplomatların önünde.

Kadın-erkek eşitliğinin en kolay kanıtının sayısal eşitlik olduğu çıkarsamasıyla, 6 kadın, 6 erkek formülü benimsenir.

Belki, Arap diplomatların göz zevkini de tatmin etmek için hatun tayfası ilk akla gelen seçeneklerden olmuş olabilir. Hani, etine dolgunca, şen şakrak… Bir bilge iktisatçımız ne demişti? “Dünyada üç güzel ses vardır: Kadın sesi, para sesi, su sesi” Antalya’da üçünden de var mesajı mı?

İyi de, bunlar oğlanın ilgi alanına giren konular değil. Söylediler yaptı. Onun derdi başka: DOB içinde sevilmeyen, marjinalleşmiş biri. Kendi işlerinin peşinde koşmaktan, kurum personeline ayıracak zamanı ve ilgisi yok. Bu da şikayetlere yol açıyor. En basit “aşı” konusunda bile sorumsuzluğu ortada. Konser kaydı için Aspendos’a gelen TRT ekibinin tamamı aşılanmıştı. Orkestra üyeleri ve çalışanların ise hiçbiri. Üstelik, nefesliler maske de takamıyorlar. Oysa, TRT de, DOB da genel müdürlük.

Yönetemeyen, marjinalleşmiş genel müdür imajını kırabilmek için, kendisine bağlı 6 müdürlükten ikişer solist seçerek listeye koymuş. Kapsayıcılık görüntüsü. Ayrıca, geçen yıl 6 rakiple sahneye çıkmıştı. Bazıları epey sıkıydı. Bu yıl rakipsiz olmayı yeğledi. 3 bas, 1 bariton. Tek tenor Aydın Uştuk. Akıllı seçim. “Boşversene, bu kart düdük mü bana rakip olacak?” diye düşünmüş olmalı.

Kadın-erkek eşitliği tamam da, o kadar da değil. Hafta başında belirlenen kıyafet talimatında, kadınların ayak bileğine kadar siyah elbise ya da pantolon giyebileceği söylenmişken, konsere iki gün kala pantolon yasaklanır. Neden acaba?

Orada bir orkestra var uzakta...

Antalya Orkestrası giderek “turistik orkestra” görünümü kazanıyor. Eskiden, salon orkestraları vardı; önemli yabancı konuklar geldiğinde “yemek müziği”ne benzer şeyler çalarlardı. Antalya bu statüye yerleşiyor gibi. İşin tuhafı, altyapı da elverişli: Bütçeyi doğrultmak için, otellerde, barlarda sürekli işe giden orkestra üyeleri, oğlana yağdanlık işlevi dışında, orkestraya karşı aman aman bir sorumluluk hissetmeyen müdür, yeni gelmiş, orkestra üzerinde otorite kurabilmesi çok güç toy bir konzertmeister. Nitekim, provalar sırasında bu üzücü tablo fazlasıyla göze battı.

Tabii, Şef Grüneis’in bunlardan haberi yok. Bildiğin Alman; disiplin, düzen. Türk yapıtlarında sıkıntı yaşanıyor. Köroğlu, Bozlak. Ama ondan önce, orkestrada bir tempo sorunu var. Son gün, soundcheck’te bile aşılamayan, şefin kabusuna dönüşen sorun. Aşısız müzisyenler, tıpkı geçen yılki gibi, pandemi mesafesinde oturuyorlar. Birbirlerini duyamadıkları gibi, mesafe nedeniyle azaltılmış olan enstrüman sayıları, geçen yılkine göre, başta yaylılar olmak üzere bir gömlek iskontolu. Yoksa kırmızı halı yüzünden mi? Bilmiyoruz. Nefesliler yaylıların sesini boğuyor. Ciddi balans sorunu var. Alman “forte” dedikçe, arşeler avaz avaz abanıyorlar ama nafile. Bir yandan da, alttan alta arşe savaşı yaşanıyor; İkinci Dünya Savaşı yansısı mı ne? Malum, Antalya Orkestrası’nın başında uzun yıllar bir Rus vardı: Alexandru Samuil. Adamın yazdırdığı arşeleri, orkestranın bir kısmı, Alman Grüneis’in isteği doğrultusunda değiştirmeye direniyor. Artık, ekol meselesi mi dersiniz, mayıs ayının Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası üzerindeki zaferinin yıldönümü ayı mı dersiniz…

Saygun’un Köroğlu’su karınca duası. Bir türlü olmuyor. Dön baba dön. Sonunda hallediliyor ama şefte de tüy tozak kalmıyor.

Bozlak’ta ise, bir sonraki provada şef vuruşları karıştırıyor. Konzertmeisterin ne şef ne de orkestra ile yeterli diyaloğu kuramaması öne çıkan asıl neden.

Assolist genel prova hariç, hiçbirinde yok. Otelde diplomatlarla böreği gömüyor. Genel provaya da, sahneye çıkma saatinden hemen önce geliyor. 22.00’de. Hakkındaki şikayetlere bir de müfettiş raporu eklenince, “ilgili genel müdür” ayağıyla orkestraya “Arkadaşlar, iyi akşamlar, kusura bakmayın geç kaldım. Otelde diplomatlarla beraberdim. Geçen seneki konseri çok beğenmişler. Başarılar diliyorum.” diyor. Millet şaşkınlıktan açık ağız: “Başımıza bir şey mi gelecek?”

Oğlan ortada olmayınca, elbette, müdür Akın Ulutaş da yok. Orkestra gerçekten sahipsiz. Adam bir tek provayı bile baştan sona izlemek zahmetine katlanmıyor. Bir sorun var mı, yok mu umurunda değil. Tek derdi, Genel Müdürü’nün Antalya işleriyle canının sıkılmaması.

Genel prova sonunda solistler ayrılırlar. TRT görevlileri paldır küldür kameraları topluyorlar. Sert rüzgar havayı neredeyse kışa çevirmiş. Gecenin on biri. Alman şef La Traviata’dan bir bölümü tekrar etmek istiyor. Orkestranın canı cıllığı çıkmış. “İnşallah, zatürreden sıyırırız” duaları başlamış. Gözler Akın Müdür’ü arıyor; yok. Orkestra müdürü Nilay Canca sessiz, konzertmeister Fahrettin Arda ne yapacağını bilemez ergen şaşkınlığında. İş başa düşüyor; sesler yükselince, şef provayı bitiriyor.

Konser saati yağmur endişesi ile 21.00’den 19.30’a çekilmiş. Fakat, rüzgara yapacak bir şey yok. Konser boyunca, rüzgarın notalarla dansı neticesinde, partilerini doğru dürüst çalabilen sayısı göz yaşartıcı olmaktan epey uzak. Yaylılardan birinin notaları diğerlerinin ayakları altında dolaşıyor. Nefesli sazların önünde bulunan pleksiglaslar rüzgarın etkisiyle doğaçlama yapmakta kararlılar. Orkestraya yeni katılan bu grup, entonasyon ve armonik uyum konusunda hiç de kaygılı değil.

Sonunda konser tamamlanıyor. Ne tebrik, ne çiçek… Garibanların mırıltısı:

Zalim felek hep yedirdi kelek!”

Sonuç

Karahan’ın bindiği dal bel veriyor. Kırıldı kırılacak. Tek umudu medya, PR. Her gelen DOB genel müdürüne abone olan Akil adam işe koyuldu bile. Akil adam mı kim? Yoksa, Şefik Kahramankaptan’ı tanımıyor musunuz? Oğlan hakkındaki soruşturmanın hayırlara vesile olamayabileceğini öğrenir öğrenmez gereğini yaptı:

https://www.sanattanyansimalar.com/murat-karahan-bu-yaz-gene-arena-di-v…

Oysa, Karahan’ın dünya çapında starlık rüyaları çok gerilerde kaldı. Artık, işi toptancılığa vurdu; ne toplarsa, o kâr. O nedenle de, genel müdürlük, kültür ataşeliği falan gibi ünvanlara çok gereksinimi var.

DOB’da leş gibi bir dönem kapanmak üzere. Kıssadan hisse mi?:

Bir varmış bir yokmuş, kürdan ile odunun eşanlamlı sayıldığı devirlerin birinde, uzak bir ülkede şu fıkra kulaktan kulağa dolaşır dururmuş:

Ormandaki ağaçlar kesilmekten bıkmışlar. Baltaya karşı savunma amacıyla toplanmışlar. Nasıl davranacaklarını tartışıp, bir karara varamayınca, eski, yıl görmüş bir çınara danışmışlar. Çınar, kötümser bir baş sallayışıyla şu karşılığı vermiş:

Bir şey yapamayız, çünkü baltanın sapı bizden.”

[email protected]