Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan ile birlikte Gilbert Sinoué’nin Yasemin Kokusu ve aynı kitabın ikinci cildi olarak yayınlanan Taşların Çığlığı kitabını konuşuyoruz.
Özkan Öztaş
Halep, tarih boyunca kızıl saçlı bir kadına benzetilirmiş. Savaş öncesinde görebilenler ne şanslı, diyor gidip gelenler. Ancak bugün o kızıl saçlı tarihi şehir ve hemen cenubunda yer alan Şam tarihinin en zor zamanlarından birini yaşıyor.
Levant kelimesi Latince'de "doğmak" fiilinden geliyor ve "doğu" anlamında kullanılıyor. Fransızcada Lövan diye okunuyor. Akdeniz’in doğusunda Arap halkları yüz yıllardır bir tarihin en zorlu anlarına tanık oluyor. Geçtiğimiz hafta bugün Şam’da İslamcı çetelerin iktidarı alması bu zor anlara bir çentik daha atmış oldu.
Yusuf Şaylan ile birlikte bu hafta Ortadoğu’dan bir kitap üzerine konuşmayı düşündük. Gilbert Sinoué’nin Yasemin Kokusu ve aynı kitabın ikinci cildi olarak yayınlanan Taşların Çığlığı kitabını konuşmak için buluşuyoruz. Şaylan, omzunda taşıdığı bez çantasında konuyla alakalı kitapları almış. Söyleşimize başlamadan önce notlarını ve kitapları masaya diziyor. Çaylarımız geliyor ve “Haydi başlayalım” diyor.
Başlıyoruz.
Yasemin kokulu sabahlar
Gilbert Sinoué Mısırlı bir yazar. Fransa’da yaşayan yazar anlattığı öykülerle Ortadoğu tarihinin yüz yıllık kesitini yansıtıyor. 1900’lü yılların başında başlayan ve beş ayrı aile üzerinden anlatılan öykü 2005 yılına kadar geliyor. Kitabın “Yasemin Kokusu” adını taşıyan ilk cildi öyküyü 1950’li yıllara kadar getiriyor.
Kitabın adı da kıymetli bir tercihten belirleniyor. Yasemin kokusu esasında Ortadoğu’da en çok bilinen kokuların başında geliyor. Akdeniz’in doğusunda, içine Kıbrıs adasını da alan bölgede yasemin kokusu en çok öne çıkan imge. Sadece edebiyatta ya da sanatta değil gündelik hayatta da öyle. Yasemin, çayı demlenen, odalara ve kumaşlara kokusunu veren bir bitki. Bu durum haliyle de kültüre yansıyor.
“Yasemin kokulu sabahlar”. Arapça bir günaydın deme biçimi olarak kullanılıyor. Sabah el fol, ya da massa el fol olarak kullanılan ifade sokaktan geçen birine “Yasemin kokulu günaydınlar” olarak kullanılıyor. Romanımız aslında bu kokunun yerine barutun, beyaz kumaşlara bulanan kanın öyküsünü anlatıyor. Ve fakat sadece acıyı ve kederi değil aynı zamanda direnişi ve mücadeleyi de anlatıyor.
Kaybeden bir ülke ve kaybedilen bir halk
Roman Iraklı, Suriyeli, Filistinli, Mısırlı ve İsrailli ailelerin gözünden bir Ortadoğu tarihi anlatıyor. Yusuf Şaylan söz bu ülkelere ve aileleri üzerinden ülkelerin kaybettiği şeylere gelince Nizar Kabbani’nin bir şiirini okuyor.
“Sus ey Şehrazat.
Sus ey Şehrazat.
Sen bir vadidesin...
Hüzünlerim başka bir vadide
Biri aşk macerası peşinde
Diğeri vatanını arıyor küller altında...
Sen... ey kadınım,
Çok şey kaybetmedin,
Ben bir tarih kaybettim
Bir halk...
Ve bir ülke…”
Şiirde geçen ifadeler ve duygular Suriye’de yaklaşık 14 yıldır yaşananları anımsatıyor. Sadece Suriye mi? Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da yaşananlar daha mı farklı?
Şaylan söze giriyor konu buraya gelince:
“Mutluluk, çoğu zaman, beyaz kağıt üzerine beyaz mürekkep ile yazılır diyor romanda acılardan bahsederken. Ama kitaba eşlik eden bir direniş ruhu hep yer almış. Üstelik hep ‘işte bitti buraya kadar’ denilen yerlerde yeşeren bir direnişten bahsediliyor. Hatta bu hüzün ve keder o kadar çok yer etmiş ki Arap halklarında kitapta bu durum ‘Hüzün olmayan yerde bülbüller geğirmeye başlar.’ diye ifade ediliyor. Ne garip değil mi bu ifadeler? Yani acı ve keder evet hep var bu topraklarda. Ama buna eşlik eden bir mücadele ve direniş öyküsü de var. Nizar Kabbani Beyrut için ‘Ben bir tarih kaybettim, Bir halk… Ve bir ülke…’ derken aslında hem kendisinden önce yazılmış hem de kendisinden sonra yazılacak acılara tercüman olmuş oluyor.”
Tarih kitaplarındaki cinayet takvimi
Kitabın bir bölümünde Oscar Wilde’ın bir sözü tekrar ediliyor. “Tarih Kitabı altında, çocuklarımıza dünyanın cinayet takvimini öğretiyoruz” diyor romanın kahramanlarından biri.
Bu cinayet takviminden etkilenmeyen yok. Araplar, Yahudiler, Türkler, Kürtler, Ermeniler ve daha nicesi. Ortadoğu’da emekçilerin yaşadığı trajedilere gelince söz Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı kitabındaki Ahmed bölümünü hatırlatıyor Yusuf Şaylan.
“Bak bu kitabın şu bölümünde ilginç bir hikaye var” diyor ve kitaptan sayfaları karıştırıyor. Falih Rıfkı’nın Ahmed’in öyküsünü anlattığı bölüme gelince parmağını hikayenin olduğu yere getiriyor ve gözlüklerini yeniden yerleştiriyor burnunun ucuna.
“Ahmed Birinci Dünya Savaşı’nda gidiyor güney cephelerine. Osmanlı askeri. Ama geri dönmüyor tabii. Annesi tren garında gelen askerlere soruyor Ahmed’i. 'Ahmed’imi gördünüz mü?' diye soruyor annesi. Bak yazar şu ifadelerle anlatıyor bu yaşananları” diyor Şaylan ve kitaptan bir pasaj okuyor:
“İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun. İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdad'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed 'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.”
Susuyor ve “Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennem” cümlesini tekrar ediyor kitabı masaya yeniden bırakırken.
“Ortadoğu’da bu hikayeler dönüyor dolaşıyor ve yeniden tekrar ediyor sanırım” diyorum Şaylan’a. “Evet" diyor. "Ama yalnızca trajedi değil. Mücadele de öyle” diye yanıtlıyor.
‘Güneş alan her varlık değişir, dağlar bile…’
"Dünyayı kötüler değil, hiçbir şey yapmadan onları seyredenler felakete sürükleyecek" diyor Albert Einstein. Yazar da kitabın bir yerinde bu alıntıyı yapıyor. Ama kötü dediğin de ilelebet kalacak değil, diye de vurguluyor.
“Evet zor zamanlardan geçiyor insanlık. Özellikle de Ortadoğu halkları. Ama bak yazar ne güzel anlatmış” diyor Şaylan ve Yasemin Kokusu romanından bir bölüm açıyor:
“Güneş alan her varlık değişir, dağlar bile. İmparatorlukların ömrü insan ömründen kuşkusuz daha uzundur, ama kaderleri aynıdır. Onlar da ölümlüdür diye’ anlatıyor İbn-i Haldun. Yazar da bunu kaynak gösteriyor. Evet kötüler de ölümlü. Bunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yaşayan ve yaşatan tek şey kötülere karşı direniş. İnsanlık belki bir şeyler daha kaybetti. Ama esas yenilgi mücadele duygusunu kaybedince oluyor” diyor Şaylan.
“Hiç karamsarlığa kapılmıyor musun?” diye soruyorum Şaylan’a: “Geçen pazar günü ne hissettin?”
Önce düşünüyor. Çayından bir yudum daha alan Yusuf Şaylan azıcık düşünüp şöyle başlıyor söze.
“Dünya daha kötü ya da benzer dönemlerden geçerken hiç kimsenin ummadığı bir yerde, Sovyetler’de bir devrim gerçekleşti. Lenin de biraz bu umulmayan yeri gerekçelendiriyor, izah etmeye çalışıyordu. O kimsenin ummadığı coğrafyada yaşananlar dünyaya ve insanlığa umut oldu.
Kim bilir. Belki de bizler de Ortadoğu’nun umulmayan ülkesiyizdir. Çok çalışıyoruz. Elbet bir karşılığı olacaktır bunca mücadelenin” diye yanıtlıyor soruyu gülümseyerek.
Notlarını katlıyor ve gözlüğünü çıkarıyor. Bu hafta Yasemin Kokusu ve Taşların Çığlığı ile Ortadoğu tarihine bakmaya çalıştık. Haftaya başka bir konuda buluşmak üzere vedalaşıyoruz.