Sahaflar Çarşısı | Yakın tarihimizin gri noktaları: Ankara 1920

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan'la birlikte Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanını konuşuyoruz: İşgal yıllarında umut, direniş ve işçi sınıfından manzaralar.

Özkan Öztaş

Nâzım'ın kritik zamanları anlatan dizesidir. 

"Anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı" der Usta şair. 

Yusuf Şaylan'la bu hafta böylesi bir kritik zamanı konuşmak için bir araya geliyoruz. Sabah erkenciyiz bu sefer. Dikmen yokuşundan aşağı inince Şaylan, Cemal Süreya parkında buluştuk. 1920'li yılların Ankara'sını konuşacağız. Varlık ile yokluk arasında bir halkın hayatta kalma mücadelesinin iz düşümüne bakacağız yakından. Birlikte Zafer Parkı'na geçtik. Hem sakin olur sabah erken saatlerde hem de serin olur bu mevsimde diye. Biz gittiğimizde sadece güvercinler ve çimleri sulayan görevliler karşılıyordu gelenleri. 

Yazılanlar ve yazılmayanlar arasında kıyıda köşede kalan hikayeler bazen tarihin en önemli ayrıntılarını çekip çıkarıveriyor. Celâl Hafifbilek'in kaleme aldığı Ankara 1920 romanı da onlardan biri. Henüz tarihin yazılması için kürsülerin kurulmadığı bir zamanı anlatmak belli açılardan zorluklar taşısa da satır aralarını anlamak için verimli olabiliyor. 

Demli bir çay ve Ankara simidi ile kahvaltımızı yapıp başlıyoruz söyleşimize. 

Konguru paşa ve Ankara'da akıp giden hayat

Yakın tarihimize farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanı. Farklı bir gözle anlatan ve gri noktalarını daha görünür kılmaya çalışan bir metin. 

Roman özellikle de işgalin boyutlarını ve Anadolu'da meydana getirdiği yıkımı anlamak için önemli veriler sunuyor okuyucuya. Kitapta, çetecilerin meydanda ağaçlara bağlanmış çırılçıplak kadınları ve yerde kıvrılmış çocukları bulduğu sahneler, o dönem yaşanan trajediyi anlamamızı sağlayan detaylara sahip. 

Yusuf Şaylan burada küçük bir detaydan yola çıkarak anlatmaya başlıyor romanı:

"İmparatorluk merkezi işgal edilmiş. Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya geçmiş ve Anadolu'da değişik merkezlerde kongreler toplanıyor. Mustafa Kemal Paşa bu dönem Osmanlı'nın diğer paşalarından ayrılıyor. Zira artık o kongreler üzerine kongreler yapan ve memleketi kurtuluşa erdirmek için mücadele edenlerin arasında. 

Namı diğer Kongre Paşası artık. Tabi halkın dili dönmüyor buna. Romanda geçtiği haliyle 'Kanguru ya da Konguru Paşa" diyorlar Mustafa Kemal'e. Yoksul Anadolu köylüsünün umudu ve mücadelesinin öncüsü. Dili döndüğünce de konguru paşası. 

Ama her şey bir yana yazarımız da derin bir insan. Mesela 38. sayfada roman kahramanımız Bekir'in sesinden dinliyoruz savaşı ve barışı.

'Silahını yeni dünyanın kurulmasına karşı gelenlere, halkları ezenlere çevirmişti. Savaşı onlarlaydı. Osmanlı bitmişti. Silahları bıraktırılmıştı. Anadolu işgal ediliyor­du. Devlet yoksa, halk vardı. Halkın savaşı başlıyordu, yer yer direniş güçleri toplanıyordu. Cepheden dönmüş, kara gözlü Fatma'sını doya doya öpemeden, koklaya­madan Yahya Kaptan'ın milis kuvvetlerine katılmıştı. Sa­bire Büyükanasının, 'Oğlum paşaların asker istemesi bitmez' öğüdünü dinlemeden, yüzlerce genç gibi.
 

'Paşalar degil büyükanam, bu bizim savaşımız, halkımızın; halk çağırıyor.'

'O gün Hüseyingazi Dağının ardından güneş puslu doğmuştu'

Ankara'da Altındağ'dan bir bakışta uzağa, görünür Hüseyingazi Dağı. Adını tepesindeki Bektaşi türbesinden alır. Altındağ'ın yoksul ve bir zamanlar gecekondu şimdilerde kentsel dönüşüm mekanlarından bir mahallenin de adıdır Hüseyingazi. 

İşte biz Hüseyingazi Dağı'nın ardından doğan puslu güneşin hikayesini Sabire Hanım'ın sesinden dinliyoruz çoğu zaman. Romanda önemli bir yer kaplıyor Sabire Hanım. Kedisi Gümüş ile sohbetinden bir Ankara panoraması çıkıyor ortaya. Kedi uyuklayınca da elindeki kahve fincanından bir telve çalıveriyor kedinin ağzına. Miskin kediyi zorla uyanık tutarak hikayesini anlatmaya devam ediyor Sabire Hanım. Biz de kediyle birlikte dinliyoruz yaşananları. 

Romanda iki detay okuyucular için önemli veriler sunuyor.

İlki Ankara'nın kuvveti.

Ankara pek de öyle bir zamanların kuş uçmaz kervan geçmez memleketi değil. Konaklarıyla ve ticaretiyle, Rumları, Ermenileri ve Türkleriyle koca bir memleket. Ancak savaşlar ve yangınlardan geriye çok az şey kalıyor. Hatta Osmanlı'nın son zamanlarında o kadar fazla asker gidiyor ki cepheye, Ankara'ya bir dönem "Dullar şehri" bile deniyor. 

İkinci detay ise işgalin Ankara'ya pek uğramadığı ve görece rahat bir mücadele alanı olması mevzusu. Romandan anlaşılıyor ki İngilizler, Fransızlar ve etek giydikleri için roman kahramanının "Cani kikirik" dediği İskoç askerlerinin çizmeleriyle çiğnenmiş bir zamanlar Ankara sokakları. 

Ve burada mücadeleye girişen Mustafa Kemal Paşa'nın esasında Osmanlı'dan kalan üniforması dışında çok az şeyi var. Dikmen sırtlarından Ankara'ya doğru gelen Benz marka arabanın patlak lastikleri kumaşlarla doldurulmuş. Paşayı karşılayanların önünde duran arabadan inen beş kişiden biri Mustafa Kemal. Seymenleri selamlarken yanına gelen Cafer Ağa, iki adım öne çıkıyor ve "Kırk atlımla emrinizdeyim Paşam" diyor. Paşa, Cafer Ağaya bakıyor, arkasındaki atlılara bakı­yor. Askersiz, silahsız Paşa, Anadolu'ya çıktıktan sekiz ay sonra ilk birliğini buluyor.

Öte yanda da Osmanlı'nın emir eri olan Ankara Valisi... Bir yandan gizli gizli çıkarılan gazetelerde direniş ve mücadele çağrıları diğer yandan İngilizleri kızdırmamak üzerine kurulu Osmanlı dış politikasının işgal yıllarındaki Ankara Valisi. 

İşte o gün Ankara sokaklarını tepeleyen düşman askerlerini şu sözlerle anlatıyor roman. Bizler de Sabire Hanım'ın ağzı telveli kedisi Gümüş'le birlikte dinliyoruz olup biteni:

"O gün Hüseyingazi Dağının ardından güneş puslu doğmuştu Gümüş'üm. Evvel bahar sayılırdı, evvel bahar­ da, Ankara'da güneş hiç puslu olur mu? Hayırdır inşal­lah dedim, deprem mi olacak? Biz de gidiyoruz, dedi Ali. Görelim gelenleri. Herkes eline bir sopa alsın. Kavga yok, yalnız omuzumu­za dayayıp duracağız. ilk direnişimiz olacak bu. Koskoca Hüseyingazi Dağı'nın doruğundan kopan kara şaşkın bir duman çöreklenmişti Ankara'nın üzeri­ne. İşgal ediliyordu. Ne demek olurdu ki işgal?"

'Şu Ankara'nın mezarlığı bir türlü genişlemez'

1920'li yılların Ankara'sı sadece Ankara açısından değil. Aynı zamanda bu kaderin benzerini yaşayan toplumlarda da birbirine yakın sancılara ve doğumlara sahne olmuş. Üretim araçları biraz da kaderimizi belirliyor. Benzer süreçlere sahip olanların kaderleri birbirine daha çok benziyor. 

Bir yanda Çarlık Rusya'nın karanlığını söküp atan Bolşevikler, diğer yanda İran'da hürriyeti arayan aydınlar ve gençler... Ankara'da işgale karşı direnişin olmazsa olmazı Osmanlıyı karşısında alan, saltanat ve hilafete kafa tutan gerçeklik, Kuvayi Milliye... 

Yusuf Şaylan kitabın bu bölümlerini şu sözlerle anlatıyor:

"Kitap cumhuriyetin kurucu kadrolarına yakından bakma şansı veriyor. Bu dönem özel bir dönem. Aynı zamanda Cumhuriyet öncesi Ankara'sının da fotoğrafını çeken bir roman. Rumlar ve Ermeniler ile birlikte bir kasaba yaşantısı içinde bağları ve bahçeleriyle, tiftik keçisi ve armut çeşitleri ve illaki romanda da geçen Ankara kedisiyle bezenmiş bir anlatı. Tarih var, mücadele var, bir kısmı kurgu bir kısmı gerçek ama yakın tarihimize bir de buradan bakmak bence harika. Padişahın savaş fermanlarıyla iflahı kesilmiş bir halk. Hep cephede ve gurbette ölen askerlerin memleketi Ankara. Az önce de değindik ya hani, dullar şehri deniyor o zamanlar Ankara'ya. Yatağında ölmek nasip olmayan gençlerin memleketi. Millet bu duruma bakıp o zamanlar için 'Ankara'nın mezarlığı bir türlü genişlemez' diyor. 

Ancak bunca felaketin ve yokluğun ortasında biten bir mücadele var diğer yandan. 

Mesela 118. sayfaya bakalım. Ali Fuat Paşa'nın Etlik'e gelip karargâhını kurduğu bir anlatım var. Düşman askerlerinin arasından geçerek gelen Ali Fuat Paşa, birlikleri kalabalık görünsün diye askerler arasında mesafeyi açıp çift sıra kurmuş düzenini. Etlik'in tepesine gelince de fazladan çadır ve kamp ateşi kurdurmuş. Uzaktan bakan İngilizler kalabalık sansın direnişçileri diye. İşte bu gerçekler dönüştürüyor insanı. Müftü var mesela romanda. Şimdinin yobazlarıyla mücadelenin müftüsü arasında fark var. İşte o zaman anlıyorsun. Mücadele dönüştürüyor insanı. Bu tür romanlar mevzunun o kadar da kolay olmadığının güzel göstergeleri. İnsan hikayelerine bakınca daha çok kavrıyor insan" 

Yusuf Şaylan

Siz şu Çerkes'in adamları mısınız?'

Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanı bir yandan da resmi tarih yazımının dışındaki olayları aktarması açısından önem taşıyor. Bunlardan biri de Çerkes Ethem'in kahramanlıklarıyla ilgili bölümleri oluşturuyor. Direnişin nasıl örüldüğü, Bolşeviklerin Anadolu'da nasıl anıldığı ve konuşulduğu, komünizmin dilden dile geçen anlatısı romandaki ayrıntılarla anlatılıyor. Ve çoğu kişi Çerkes Ethem'in direnişine özenerek Kuvayi Milliye'ye katılıyor. Zira düşman sadece askeri temsilci olarak İngiliz ve Fransız zabitleriyle Ankara'da değil. Evet bir yanda emperyalistlerden aldıkları kuvvetle Anadolu'yu işgal eden Yunan ordusu ama diğer yandan da Ankara'da Ayaş'a, Güdül'e, Beypazarı'na kadar gelen cumhuriyet düşmanı gerici ayaklanmaların çeteleri... Çapanoğlu ve Anzavur isyanları... 

Yusuf Şaylan bu dönemi şu sözlerle anlatıyor:

"O kaotik günlerde atılan her adım çok önemli. Çünkü ince bir çizgide yürünüyor. Her çizgi aynı zamanda dışına düşme riskini de barındırıyor. Evet, herkesin herkese güvenmesi gereken yıllar ama bir yandan da çizginin dışına düşünce sizin hain ilan edilmenize gerekçe sayılabileceği kritik zamanlar. Örneği Çerkes Ethem Bey'in yaşadıkları"

Söz buraya geldiğinde Yusuf Şaylan önce derin bir iç çekiyor ve sözcükleri özenle seçmeye gayret ediyor. 

"Çerkes ısrarla Ankara'ya davet ediliyor. Yozgat'ta Çapanoğlu ayaklanmasını bastırıyor. Düzce'de Konya'da benzer şekilde irili ufaklı bir sürü ayaklanmayı bastırıyor. Çapanoğlu Çorum'da ve Kayseri'de ve Konya'da ciddi kuvvetleri olan bir isyancı. Çerkes Ethem buradaki ayaklanmaları bastırıyor ve cumhuriyet karşıtlarını dize getiriyor aslında. Ama tarih sonrasında başka yazılıyor" diyor.

"Kuvayi Seyyare" diyor Yusuf Şaylan. Gözleri uzaklara dalıyor ve bu kelimeyi yeniden tekrarlıyor Çerkes Ethem kuvvetlerini anlatırken. Sonra kitabın son bölümlerine doğru Çerkes'in Yozgat zaferinden sonra Ankara'da nasıl çoşkuyla karşılandığını anlatıyor. İnsanların zafer sarhoşluğuyla Yunan ordularının Balıkesir'i aldıklarını dahi unutacak denli yaşadığı çoşkuyu hatırlatıyor. 

"Bu sürecin ulusal ve uluslararası bir sürü dinamiği harekete geçiren bir özelliği var. Bu vesile ile okurun bu romana eşlik eden kitapları da okuması gerekir" diyor Şaylan.

Hangi kitaplar diye sorunca heybesinden bir sürü kitap çıkarıp masaya seriyor. 

"Doğrudan bağlantısı yok. Ama dönem romanı ve bir sürü anekdot barındırdığı için Ayla Kutlu'nun Emir Bey'in Kızları ve Bir Göçmen Kuştu O romanlarını önce diyeyim. Buraya teorik okumalar da eklemek lazım gelir. Yalçın Küçük'ün Sırlar kitabı ve Rasih Nuri İleri'nin Atatürk ve Komünizm kitabı yine mutlaka okunması gerekir. 

Sonra Yazılama'dan çıkan geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz tarihçimiz, bizim Çerkesimiz Mehmet Bozkurt'un Tarih Sohbetleri adıyla derlenen yazıları. Bir de Kemal Okuyan'ın Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920 kitabı. Bunlarla birlikte bu kısmı tamam sayabiliriz belli açılardan. Yine bu dönemi anlatan benzer romanlar da var tabi Yakup Kadri'den falan. Bu kitaplar başlangıç için önemli. Gerisini okur kendisi bulacaktır zaten" diyor.

Çaylarımızın son bardaklarını da yudumluyor toparlanıyoruz yavaştan. Yusuf Şaylan "Bugünlük benden bu kadar" diyor. Sohbetimizi bir sonraki haftanın kitabını karar vermeye çalışarak tamamlıyoruz. Masaya serdiği kitapları yavaş yavaş topluyor. Zafer Parkı'nın yeşil çimlerinden kaldırımlara uzanarak yürüyoruz aşağı doğru. Yusuf Şaylan Ruhi Su'dan Kaman Ağıdı'nı mırıldanıyor. "Bak" diyor. "Bak bu da mesela o günleri anlatıyor adeta değil mi?" diye soruyor. 

"Kaman'da uşak kalmadı
Redif gitti sürüyünen
Yatamıyom gece gündüz
Gelinlerin zarıyınan
Şimdi aslanlar güleşir
Yiğitler kana bulaşır"

"Haftaya görüşürüz" diyor elini havaya kaldırarak. Kitaplarla dolu heybesi omuzunda vedalaşıyoruz.