Ankara sıcak serin arası günlerden geçiyor. Ağustos başındayız. Yusuf Şaylan bu haftaki buluşmamız için Bahçelievler'de bir mekan seçti. Bahçelievler dediysem tabi Ankara ağzıyla "Bahçeli'de buluşalım" demek yetiyor tarif etmek için. Buralar Yusuf Ağabeyin gediklisi olduğu yerler.
"Babam buralarda kapıcılık yapmıştı. Çocukluğumun bir kısmı buralarda geçti" diye başladı söze. Eliyle işaret ettiği yerin az ilerisinde bir park ve parkın karşısındaki ara sokağı gösterirken "Bak işte 7 TİP'linin katledildiği yer hah! işte tam şu sokak" dedi. Mahallenin çaycısını, pidecisini tanıyor, selamlaşıyor yürürken.
Şaylan'la buluştuğumuzda kitabın son sayfalarında geziniyordu. Elinde Dido Sotiriyu'nun "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" romanı... Namı diğer Kanlı Topraklar... Yunan bir komünistin gözünden Anadolu'yu, emperyalist paylaşımı ve 1914 ila 1923 yıllar arasında geçen hikayeye bakmaya çalışacağız.
Önünde susamları kapkara bir Ankara simidi ve demli bir çay. Çayından bir yudum almadan önce parmağıyla masada kalan susamları ezdi ve ağzına götürdü. Sonra da çayından bir yudum içti Şaylan. İç çekti. Kitap biraz dertlendirmiş olmalı.
"Haydi başlayalım işimiz çok" diyor.
Başlıyoruz.
'Ne anlatır Yunan şarkıları?'
Ekim 1977'de Ataol Behramoğlu bu sözlerle anlatıyor mevzuyu.
"Ne anlatır Yunan şarkıları
İnsanı tepeden tırnağa saran bir hüzünle
Sanki hep anlatılmayan bir şey kalmıştır
İçimizi ne kadar döksek de"
diye anlatıyor şiirinde ve soruyor: "Ne anlatır Yunan şarkıları. Bu kadar uzak ve bu kadar yakın." Şaylan söze girerken bu mesafeyi anlatmakla başlıyor:
"Yunan halkı çok garibime gitmiştir her zaman. Mesela çocukluk yılları falan derken şöyle bir düşünüyorum da hiç düşmanlık hissetmemişim Yunan halkına. Geçmişte yaşanan kötülüklerin sebebini biliyoruzdur belki de ondan. Bilemiyorum. Ama çok yakın, bir o kadar da uzak değil mi Yunan milleti bize. Neşesi, derdi, kederi. Hepsi bizden ve bizimle beraber gibi.
İşte Benden Selam Söyle Anadolu'ya romanı bunu anlamak için çok keyifli bir roman. Sadece metnin içeriği, işlediği konular ve anlatma biçimi değil. Yazarımız, Dido Hanım da bir o kadar önemli bir şahsiyet. Yunanistan Komünist Partisi üyesi. Kadın, Alman işgali yıllarında partinin basın bürosunda görev almış, faşistlerin yasakladığı yayınları Yunan emekçilerine ulaştırmayı başarmış. Kendisi için bir kahraman desek abartı olmaz bence."
Yusuf Şaylan Dido Sotiriyu'dan bahsederken gözleri parlıyor adeta. Haksız da sayılmaz.
Önümde Sanat Emeği dergisinin ikinci sayısı duruyor. Okurlarımız dilerse TÜSTAV'ın arşivinden de ulaşabilir bu sayıya. Sanat Emeği dergisinin Nisan 1977 sayısında Barış Pirhasan'ın Dido Sotiriyu ile olan söyleşisi yer alıyor. Yazara dair kapsamlı içeriklerden biri bu metin.
Barış Pirhasan'a gelince. Kendisi çok tanıdık biri aslında. Vedat Türkali'nin oğlu. Dido Sotiriyu ile yan yana gelmiş ve söyleşisini yapmış.
"Dido Sotiriyu ilginç bir karakter sahiden. 1909 yılında Aydın'da doğan bir Rum kızı. Çocukluk yılları Anadolu'da geçiyor. Sonra savaş yıllarında Yunanistan'a göç ediyorlar. Kadınların birçok haktan mahrum olduğu hatta çoğu zaman insan yerine dahi koyulmadığı yıllar. Hukuken hakları, karşılıkları dahi yok. Dido buna rağmen mücadele etmiş. 1922'de Yunanistan'a göç etmiş ve Atina'ya yerleşmiş. Ailesi pek de istemiyor aslında eğitim almasını falan. Ama buna rağmen öğretim üyesi olmuş ve Alman işgali sırasında partinin basın bürosunda yer almış. Tabi basın faaliyetleri o zamanlar yer altında sürdürülüyor.
Donanımlı bir kadın aynı zamanda. Sotiriyu, birçok roman ve inceleme yazmış. Eserleri arasında "Ölüler Bekliyor", "Tekrar Doğuş", "Kanlanmış Topraklar" ve "Küçük Asya Faciası" var. Emperyalizm üzerine incelemeleri falan da var. Anadolu'ya karşı cepheden ama komünist birinin gözlerinden bakmak çok iyi. O yüzden bu roman bence mutlaka okunmalı" diyor Yusuf Şaylan.
Sotiriyu'nun bir ilginç özelliği daha var. Tarih sayfalarında ilginç bir yaprak.
Sotiriyu'nun kız kardeşi aynı zamanda Yunan komünistlerinin en önemli isimlerinden biri olan Beloyannis'in eşi. Alman işgalinde Nazilere karşı savaşan Yunanistan Komünist Partisi (KKE) üyesi olan Beloyannis 30 Mart 1952 sabahında, 4 yoldaşı ile birlikte Kallithea cezaevinden gizlice çıkartılarak Goudi kampında kurşuna dizildi. Kendisini "Karanfilli adam" ismiyle tanıyoruz. Picasso'nun çizimlerinde de öyle yer alır, Nâzım Hikmet'in şiirinde de.
Dido Sotiriyu aynı zamanda "Buyruk" adlı belgesel romanında Beloyannis'in hikayesini aktarır okuyucuya. Nâzım'ın şiirinde ifadesiyle "Türküler ancak böylesine hilesizdir, Ve ancak komünistler, And içer böylesine hilesiz" dediği meşhur hikaye.
'Bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar'
Savaş tamtamları çalıyor bir yandan. Savaş öncesinde de İzmir hep Gavur İzmir ve Aydın'ın inciri ve zeytini hep güzel ve kokulu. Okurken tadını duyumsuyorsunuz. Öylesine canlı anlatıyor yazar her şeyi.
Savaş tamtamları çalarken "Bir tek düşman vardır: Düşman ne Türkler, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır" diyor. 1914 yılında başlayan savaştan sonra emperyalistlerin nasıl bir planla hareket ettiğini ve o ülkenin kapitalistlerinin nasıl halk düşmanlığı yaptığının ayrıntıları yer alıyor romanda.
Bizim topraklarımızda savaş tamtamlarını tellallar çalar. Romandaki tellal ise Kosma. Savaşın çıktığını duyunca yanına varıyor bir Rum, ürkerek ve tedirgin şekilde:
" -- Peki ya küçük devletler bre Kosma? Yunanistan mesela? O kiminle beraber?
" -- Orasını bilmem... diyor Kosma. Türkiye'nin tellalıyım ben, Fransa Dışişleri Bakanı değil! Hükümetimiz tarafından sizlere bu haberi vermek emrini aldım, hepsi bundan ibaret."
" --- Neye kızıyorsun be? Korkuyor musun yoksa? Senin gibi bir yiğit de korkacak olduktan sonra! Bir şeyler saklıyorsun sen bizden!"
" -- Sizden ne saklayacakmışım kardeşler? Harp harptir işte! Düğün değil ki bu, tutup da şakaya vurayım... Gençler perişan olacak, dere gibi kan akacak! Kimisi gidecek okkanın altına, kimisi karlı çıkacak bu işten... Allah fakir fukaraya yardımcı olsun, başka ne desem boş!"
Yusuf Şaylan bu pasajı okurken "Kimisi Kârlı çıkacak bu işten" cümlesinde duruyor biraz:
"Bak şu bölüm gerçekten çok güzel. Çok duygulu. Okurken anlıyorsun ya hani. Şu para babaları olmasa halklar kendi arasında ne güzel anlaşıyor. Araya milletler değil, çıkar girince bozuluyor her şey.
Çoban Şevket var romanda, çıkıp geliyor Rum arkadaşının avucuna azıcık para sıkıştırıyor ve 'Al bununla bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar' diyor. O çaresizliği anlıyorsun değil mi? Bu insanlar dostlar, arkadaşlar. Ama araya giren tanrılar, patronlar, sermaye sahipleri kaderleri farklı yazmak istiyor. Romanda sürekli bu mesaj hissettiriliyor. Düşman başka düşman deniyor. Bu savaş bizim savaşımız değil esas savaş patronlarla deniyor. 1917'den bahsediliyor. Oralarda sakallı ve şapkalı bir adam barışı getirdi deniyor. Romanda çok fazla satır arası bilgi var. Okudukça içine çekiyor insanı"
'Olayları değiştirebilmek için, anlamak zorundasın!'
Romandaki detaylar aynı zamanda bir ayrıntı zenginliği sunuyor insana. Üretim araçları, tüccarların peşine düştüğü ürünler. İncir, üzüm, tiftik ve zeytin. Halkların yaşadığı tedirgin bekleyiş. Yunan askerinin yakıp yıktığı kentler, 1914'te Osmanlı'nın yaptıklarına benzetiliyor.
Kitap Yunanistan'da Kanlı Topraklar adıyla yayımlanmış. "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" çevirisi ise çok güzel denk düşüyor romanın anlatısına. Emekçi halkların birbirine olan böylesine hasretini düşününce aklımıza Çiçek Pasajı'ndaki bir video geliyor Şaylan'la.
Videoda Çiçek Pasajı'nda bir rakı sofrasında, cümbüş eşliğinde "Aman doktor" türküsünü söyleniyor bir masada. Tam ikinci kıtaya geçecekken diğer masadan bir ses yükseliyor. "Aman, den mou lete pou einai aftos o ntoktor" diye. Yan masadan Yunan bir misafir türkünün Yunancasını okuyor. Tesadüf, Kostas Mistist adındaki bir Yunan sanatçı denk geliyor o sofraya:
"Mesela türküyü okuyan kişi korkmuyor değil mi? Hatta türkünün sesi yükselirken alkışlar kopuyor. Şimdi soru şu. Kendi halinde halaya duran, rakısını tokuşturan, yemeklerini paylaşan halklar nasıl oluyor da birbirini boğazlıyor?
İşte roman daha çok bu sorunun etrafında dolaşıyor. Roman 1970'li yıllarda çevrildi dilimize. Zor zamanlar. 1974'te Kıbrıs harekatı var. Yunan düşmanlığı had safhada. Bir yandan Ecevit'in parladığı yıllar. Eskiler 'Kılıcının tersinin bile kestiği yıllar' der. Ama bu roman o dönem başka bir bilinç veriyor okura. Düşmanlık başka yerde diyor. Bunu bir Yunan komünist söylüyor.
Bu roman ilerleyen yıllarda Abdi İpekçi Dostluk Ödülü'nü aldı. Ben şimdi bakıyorum da ilk okuduğum andan bu yana tam 40 yıl geçmiş. Dile kolay. 40 yıl önceki heyecanımla okudum tekrar. Ve daha çok şey öğrendim bu okuyuşumda. İnsan biraz böyle, okudukça daha çok şey kavrıyor.
Şaylan romanı döneminin benzer örnekleriyle kıyaslıyor anlatırken.
"Bence yazarın mahareti de orada başlıyor. Hatırlarsan 'Çıkrıklar Durunca' romanı da benzer bir dönemi işliyordu. Osmanlı'nın çürüdüğü ve yeni bir arayışın olduğu yıllar. İşte benzer dönemler işleniyor. Gazetelerdeki haberler, Osmanlı'nın eridiğini ama Yunanların da İngilizler tarafından gözden çıkarıldığını anlatıyor. Ve manşetler Mustafa Kemal diye birinden bahsediyor. Romandaki her ayrıntı için üzerine saatlerce konuşulabilir" diyor.
Ve çantasından bir şiir kitabı çıkarıyor Şaylan. Önce şairine kızıyor bir güzel:
"Bu adam niye yazmadı sonra kızıyorum sahiden. Pek kimse bilmez. Kemal Erdoğan şairin adı. Avrupa'da sürgün hayatı yaşayanlardan biri. Devrimci bir şair. Sürgün Mavi diye bir şiir kitabı çıkardı. Hala hayatta. Okursa bu satırları duysun ya da kulağına gitsin bu mevzu. İnsan bu kadar güzel şiir yazar da niye bırakır sonra. Çok alıntıladığım ve çok fazla örnek verdiğim şairlerden biri Kemal Erdoğan. Pek bilinmez tabi. Öyle internetten falan arayıp bulabileceğin biri de değil işin kötüsü.
Bak sürgün yıllarında Yunanistan'dan geçiyor şairin yolu. Ve şöyle anlatıyor. Tıpkı Dido Sotiriyu gibi.
'Üç ay konuk oldum yannis ritsos'un ülkesinde
karıştım genel grevine yunanlı işçilerin
atina'ya indiğim ilk sabah
ve omonya meydanında özgürlük
ferah bir rüzgâr gibi değdi yüzüme
***
sonra kasım'ın 17'sinde
papadopulos cuntasına karşı
15 kasım 973'de kapatıp üniversitenin kapılarını
üç gün üç gece direnen
ve üçüncü günün sonunda
üniversite radyosunda mari damanaki
“Kahrolsun Faşist Cunta!” diye bağırırken
-maria komünist bir milletvekili şimdi-
tankların paletlerine onlarca kurban veren
politeknik direnişçileri ve barış için
yürüdüm yüzbinlerce kişiyle beraber
amerikan elçiliğine kadar
***
kaldırımda yunanlı bir kadın
siyah yemenili, yaşlı
kucağında gürbüz bir çocuk taşıyan kadın
bir yandan bağırıyordu bizimle beraber
ağlıyordu bir yandan gözyaşını yemenisine silerek
kalabalığı yarabilseydim eğer
çıkabilseydim pankartların ve yürüyüşçülerin arasından
sarılıp öpecektim buruşuk ellerinden
ve hatta, ağlayacaktım oğluymuşum gibi
başımı göğsüne yaslayarak'
Şimdi gelelim esas soruya. Bu duygu nasıl yıkılır? Nasıl halklar birbirine düşer. İşte Benden Selam Söyle Anadolu'ya bir yandan bu mesajı veriyor usul usul.
Bak ne diyor şu sayfada:
'Kafasını biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük bir suç işliyor! Ve sen Aksiyotis, sen da ha da suçlusun... Sanıyor musun ki tarihi yapanlar hükümet adamlarıyla generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını tıkarsın ama onların uçu ruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, Halk'sın sen, Halk! Ve olayları değiştirebilmek için, anlamak zorundasın!'
Yusuf Şaylan duruyor burada. "Anlamak zorundayız" diye tekrar ediyor. Kitabı kapatıyor ve notlarını toparlıyor yavaştan. gözlüğünü de kutusuna yerleştiriyor. "Az önceki çaylar acıydı sanki? Tazeleyelim mi yeniden?" diyor. Kitap için yeterlilik verdiğini anlıyorum bu ifadesinden.
Bir sonraki hafta başka bir sahaf kitabında buluşmak üzere vedalaşıyoruz.