'Rusya Günlüğü'nde yaşama sevinci var

O karanlığın içindeki tek ışıkla, 1947’de yıkıntılar arasında hayatı yeniden kurmak için çabalayan yaşama sevinci arasındaki bağın tesadüf olduğunu kim söyleyebilir?

Erkan Yıldız

2. Dünya Savaşı bitmiş, Soğuk Savaş Truman tarafından henüz ilan edilmiştir. SSCB, sadece Nazizmin yenilmesindeki rolüyle değil, eşitlikçi bir düzen hedefine sahip işçi iktidarıyla da dünyanın ilgisini çekmeye devam etmektedir. Övgüler ve yergiler atbaşı giderken, iyi niyetli meraklara art niyetli gözler eşlik etmekte, Soğuk Savaş’la birlikte izleri bugün bile sürmekte olan, sosyalizmin bu biricik deneyimi ile ilgili kara propaganda hız kazanmaktadır. Bugün Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba ya da herhangi bir ülkede mücadele eden komünistlerle ilgili gerçekle ilgisi olmayan her türlü karalama kampanyasının kökeninde de, merkezinde ABD’nin durduğu, bu dönemin olduğunu biliyoruz. Şu sıralar spor sahalarında popüler olan ve 20 yıllık AKP iktidarını teşhir eden şu sözler dünden bu güne eşitlik arayışına dönük saldırının niteliğini de gözler önüne sermek için tekrarlanabilir aslında: Yalan, yalan, yalan. Dolan, dolan, dolan…

Yola çıkarken…

1947 yılında ABD gazetelerinde SSCB için yazılıp çizilenlerin doğruluğuna inanmayan pek çok kişiden birisi de Amerikalı, toplumcu yazar John Steinbeck’tir. Steinbeck, İspanya İç Savaşı sırasında çektiği fotoğraflarla ünü dünyaya yayılan fotoğrafçı arkadaşı Robert Capa ile kafa kafaya verip bir SSCB gezisi planlar. Bu gezide işin aslını öğrenecek, SSCB hakkında anlatılan hikâyenin ne kadarı gerçek ne kadarı uydurma göreceklerdir. “Rusya Günlüğü”nün hemen başında Steinbeck ve Capa’nın SSCB’ye seyahat etme gerekçelerini okuyoruz.

Gazetelerde her gün Rusya hakkında binlerce sözcük yazılıp çiziliyordu. O an­da orada bulunmayan ve öyle aman aman kaynaklara da sa­hip olmayan birileri Stalin'in ne düşündüğü, Rus genelkur­mayının planları, askeri hareketlilikler, nükleer silahlar ve güdümlü füze denemeleri hakkında bir sürü yazı yazıp du­ruyordu. O zaman düşündük ki, Rusya hakkında hiç kim­senin yazmadığı bir şeyler de vardı ve bizi en çok ilgilendi­ren şeyler aslında bunlardı. İnsanlar orada nasıl giyinir? Ak­şam yemeğinde ne yerler? Parti verip eğlenirler mi? Yiyecek­leri nelerdir? Nasıl sevişirler ve nasıl ölürler? Nelerden ko­nuşurlar? Dans ederler mi? Şarkı söylerler mi? Oyun oynar­lar mı? Çocukları okula gider mi? Bu sorulara dair araştırma yapmak, fotoğraf çekmek ve yazı yazmak iyi bir fikir olabilir diye düşündük. Tabii ki Rusya'nın siyaseti de bizim siyaseti­miz kadar önemli, ama muhakkak orada da tıpkı burada ol­duğu gibi madalyonun bir de kocaman bir öteki yüzü vardı. Rus insanının bir özel hayatı olduğuna şüphe yoktu ama ya­zan, fotoğraflayan kimse olmadığı için biz bu hayata dair bir şey okuyamıyorduk.” s.6

Gezi sırasında Steinbeck’in izlenimlerine ve aldığı notlara, “yalnızca hareketi değil neşeyi ve kederi de” (1) fotoğraflayan Capa’nın kareleri eşlik edecektir. Kelimenin gerçek anlamıyla iki kafadar hazırlıklara başlarlar. Vize işlemleri, başvurular, yazışmalar, Capa’nın fotoğraf makineleri, filmleri, vizörleri, çantalar dolusu eşya… Tüm bu hazırlıklar yapılırken kendi kendilerine verdikleri bir sözü notlarına iliştirir Steinbeck:

Yola olumsuz önyargılarla çıkma­yacaktık, yerici ya da övücü bir üslup kullanmamaya çalışa­caktık. Dürüst bir şekilde, gördüklerimizi ve duyduklarımı­zı, üstüne hariçten yorum eklemeksizin kayda geçirmeye, yeterince bilmediğimiz konular hakkında kesin hükme var­mamaya ve bürokrasideki gecikmeler yüzünden öfkelenme­meye gayret edecektik. ” s.7

Ah Stalin ah!..

Yer yer sırıtan ve bazen abartılı hale gelen Stalin alerjisi dışında sözünü tuttuğunu söyleyebiliriz Steinbeck’in. Hoş,“Batı”dan “doğu”ya aynı anlama gelmek üzere sosyalizm deneyimlerine bakan hemen her aydın/yarı aydının Stalin alerjisi sürpriz sayılmaz. Baktıkları her yerde Stalin görüp, attıkları her adımda devletin gözünü hissediyorlar. Sosyalizme sempatileri var. İyi şeyleri takdir edip, onlarla heyecanlanabiliyorlar ama o Stalin yok mu? Ah o Stalin…“Rusya Günlüğü” nde de sayfaları devirirken karşınıza çıkıveriyor bu alerji. Steinbeck, tren garında, havaalanında, meydanlarda, orada, burada Stalin görmekten çok bunalmış olmalı ki şu satırları yazı veriyor. 

"Stalin'in her dediği, doğanın kanunlarına aykırı dahi olsa doğru kabul ediliyor." s.205

Bana kalırsa çokça Stalin posterine, fotoğrafına maruz kalmak değil de sosyalizmin kitaplardan çıkıp hayatta bulduğu karşılığa mesafesi yazdırıyor bunları Steinbeck’e. Bir büyük savaşın, yıkımın, milyonlarca insanın ölümünün ardından ayağa kalkan, haysiyetini, gururunu, ülkeye ve birbirine sevgisini kaybetmeyen insanları belki de bu nedenle anlayamıyor. 

Sokağın karşı tarafında, kalacağımız Intourist Oteli vardı, binası elden geçirilmişti. Bize iki büyük oda verdiler. Pencerelerimiz dönümlerce moloz, kırık tuğla, beton ve toza dönmüş sıva kalıntısına bakıyordu. Yıkıntıların arasında insana sadece yıkıntı bölgelerinde bitiyormuş gibi gelen o koyu renkli otlardan bitmişti. Stalingrad'da geçirdiğimiz süre boyunca bu enkaz denizi bizi büyülemeye devam etti, çünkü burası aslında terk edilmiş değildi. Molozların altında kilerler vardı, delikler vardı ve bu deliklerde bir sürü insan yaşıyordu. Stalingrad büyük bir şehirdi ve savaştan önce burada çok daireli bir sürü apartman vardı. Şimdi, şehrin dışındakiler hariç, bir tane bile apartman kalmamıştı ve insanlann bir yerlerde yaşaması gerekiyordu. Bu insanlar da eskiden apartmanların olduğu yerlerde,yıkıntıların altında kalmış kilerlerde yaşıyordu. Odamızın pencerelerinden dışarıyı seyrederdik, büyükçe bir moloz tepesinin arkasından birden bir kız çıkıverir, işe gitmeden önce tarağıyla son kez saçlarına şekil verirdi. Tertemiz, düzgün kıyafetler giymiş olurdu ve otların arasından seke seke işyerine doğru giderdi. Bunu nasıl yapabiliyorlardı hiç bilmiyoruz. Yeraltında yaşayıp da nasıl bu kadar temiz, gururlu ve kadınsı kalmayı başarabildiklerini anlamak imkansız." s.145

Steinbeck mi? Marquez mi?

Steinbeck’in bir tür mağduru sayılabileceği bu “anlamama” hali aklıma Gabriel Garcia Marquez’in 1950’lerde yaptığı seyahat notlarını içeren “Doğu Avrupa’da Yolculuk” isimli kitabını getirdi. “Doğu Avrupa’da Yolculuk” bu anlamama halinin manifestosu adeta. Yazar, savaşın ardından yaptığı yolculukta inşa edilen kentleri, caddeleri, binaları, kolektif çiftlikleri, insanların yoksul görünen hayatları içindeki mutluluklarını, paylaşımcılıklarını, gazetelere alınmayan reklamları, sosyalizmin insanını, işleyişini anlayamıyor. Buradaki genç Marquez kafamda kurduğum Marqueze pek benzemiyor. Abartılı bulabilirsiniz belki ama kitaptaki sesiyle örneklerini bizde de görebileceğiniz kibirli, orta sınıf tiplere benziyor Marquez. Sosyalizme ilgisi, merakı olan, “iyi şeyleri” takdir eden ama işçiler greve çıkıp, bu arkadaşların konforuna halel geldiğinde ya da siz “herkes oturduğu evin sahibi olacak” dediğinizde hiddetlenen ve sosyalizmle mesafesini hemen aralayanlar gibi. İki yazarın birbirlerine yakın tarihlerde yaptıkları seyahatlerde aldıkları notları karşılaştırdığımda “anlayamama” ortak paydasında birleşseler bile Steinbeck’in tavrının daha objektif olduğunu ve daha mütevazı bulduğumu söylemeliyim.

Yıkımın ardından…

On şehrimizi yıkıma uğratan depremden birkaç saat önce bitirdim “Rusya Günlüğü”nü. Eser, bir başka büyük yıkımın ardından, milyonlarca yurttaşını, adına savaş denen Nazi saldırganlığının katletmesiyle yitiren bir halkın ayağa kalkışını, gündelik hayatın detaylarıyla birlikte anlatması oldukça etkileyici. Sovyet yurttaşlarının gündelik yaşamla kurdukları bağ, sorumluluk duyguları, dahası birbirlerine, ülkelerine ve dünyaya duydukları sevgi ve devletlerine duydukları güven… Tüm bunların ve daha fazlasının ne kadar içsel olduğunu hissettiriyor size Steinbeck’in yazdıkları. Sosyalizmin Nazizme karşı kazandığı askeri zafer kadar büyük, görkemli bir insani zafer var “Rusya Günlüğü”nde. Sosyalizmde yaşama sevinci var.

Ve şimdi biz, kendi büyük enkazımız altındayız. Sadece on kentte yıkılan binaların enkazı değil bu. Tüm ülkede siyasi iktidarın, sermayenin, siyasal islam-liberalizm ortaklığının yarattığı ekonomik ve ahlaki bir enkaz aynı zamanda. Ve evet maalesef sosyalist bir iktidarımız yok. Ama bir kez daha görüyoruz ki büyük fiziksel yıkımlar ve onlara eşlik eden ahlaki çöküşe karşın ayakta kalanlar arasında yine eşitlik ve özgürlük arayışında olanlar, dayanışma peşinde koşanlar, insandan ve ülkesinden umudunu kesmemiş olanlar var. Aradan geçen zamanda pek çok hikâye, deneyim aktarımı paylaşıldı, daha da paylaşılacak. Onlardan birinde, 1+1 Ekspres’te Siren Edeman’ın, Hollandalı arama kurtarma ekibine tercümanlık yapan ve depremin olduğu günün gecesinde ekiple birlikte Antakya’ya ulaşan Zeynep Alpar’la yaptığı röportajda Zeynep Alpar’ın şu sözleri oldukça şiirsel bir şekilde bu durumu özetliyor. 

İlk gece sadece bir ateş gördüm, Armutlu pazar yerinde bir çöp tenekesinin içinde TKP’lilerin yaktığı ateşti. O karanlığın içindeki tek ışıktı bir süre.

O karanlığın içindeki tek ışıkla, 1947’de yıkıntılar arasında hayatı yeniden kurmak için çabalayan yaşama sevinci arasındaki bağın tesadüf olduğunu kim söyleyebilir?

Rusya Günlüğü, İletişim Yayınları
John Steinbeck, Robert Capa
Çevirmen: Deniz Keskin

Not: Deniz Keskin çevirmese Rusya Günlüğü’nü okuma şansım olmayacaktı. Kendisine, Steinbeck sanki ana dilimizde yazmışçasına rahat bir okuma deneyimine vesile olduğu için teşekkür ederim.

-John Steinbeck ve Robert Capa Sovyetler’de ne gördüler?
https://vesaire.org/john-steinbeck-robert-capa-sovyetler/

-Ses vere vere, bekleyerek öldüler
https://birartibir.org/ses-vere-vere-bekleyerek-olduler/