"Ayşegül Devecioğlu’nun bize anlatmak istediği asıl hikâye 'yeni Türkiye'de sosyalizm idealleriyle düzeni topyekün değiştirme iradesinin, devrimciliğin, geçen yüzyılda kalmış bir iddia olduğu anlatısıdır."
Erkan Yıldız
2024 yılında, takip ettiğim iki yazarın ilk polisiyeleri yayımlandı. Onlardan birisi İspanyol yazar Javier Cercas. Cercas'ın üç kitaptan oluşacak polisiye serisinin ilk kitabı Terra Alta'yı Gökhan Aksay'ın çevirisiyle okuma şansı bulduk. Cercas, tıpkı klasik romanlarında yaptığı gibi polisiyesinde de yeni ve güçlü karakterleri okurla buluştururken İspanya İç Savaşı'yla hesaplaşmasını da devam ettiriyor.
Diğer yazar ise Ayşegül Devecioğlu. Devecioğlu'nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen 2004 yılında yayımlanmış ve kendisine ilk sadık okurlarını kazandırmıştı. Yazarın, 2007 yılında Ağlayan Dağ Susan Nehir, 2019 yılında ise Güzel Ölümün Öyküsü isimli romanları okurla buluştu. 2024’ün Eylül ayında ise polisiye türünde yayımlanan ilk romanı Kuma Daireler Çizen raflardaki yerini aldı.
Romanın sonuna eklediği “Teşekkür” bölümünde “hasta” diye tanımlanabilecek bir polisiye okuru olduğunu ifaden Ayşegül Devecioğlu, romanı polisiye türünde yazma sebebini şöyle açıklıyor: “her şey 'dur bir polisiye de ben yazayım' diye başlamadı. Kafamdaki hikâyenin polisiyenin imkânlarıyla daha etkili anlatılabileceğine karar verince daha ilk adımda acı gerçekle karşılaştım: Zor işti.”
İlk iki romanı Kuş Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir'de Cercas'ın romanlarına benzer tür bir hesaplaşmanın izini görmek mümkün. Bu hesaplaşma faşizmin, hem Maraş Katliamı hem de 12 Eylül 1980 darbesindeki toplumsal karşılıklarını muhatap alırken, okuru hikâyeye yedirilen bu tarihsel dönemeçlerin yansımalarıyla yüz yüze bırakıyor. Hangi zeminde olursa olsun hesaplaşmanın güçlü bir belleğe ihtiyaç duyduğu muhakkak.
Güncel, politik içeriğiyle Kuma Daireler Çizen hem Devecioğlu'nun belleğinin hem de sözünü ettiğim her iki romandaki hesaplaşma eğiliminin vardığı yeri göstermesi bakımından değerlendirilmeyi hak ediyor.
![]() |
Kuma Daireler Çizen, Ayşegül Devecioğlu, 176 syf., Metis Yayınları, 2024. |
Terörle Mücadele Şubesinden gelen telefon
Roman, yağmurlu bir İstanbul gününde başlıyor. Kapalı havaya eşlik eden araç ve yaya trafiğinin yoğunluğu ile kasvetli, insana sıkışıp kalmış hissettiren bir atmosferde kahramanın bu atmosferle uyumlu, gitgelli, “marazi” iç sesiyle birlikteyiz. Geçmişi bir hayalet gibi peşinden gelen insanların yaptığı gibi kendinden kurtulmaya çalışıyor. Açtığı radyoda çalan Leonard Cohen’in sakinleştirici sesiyle bulduğu huzur kısa sürüyor. Yeniden düşüncelere daldığı sırada gelen telefon bize hikâyenin başladığını haber veriyor.
“Terörle Mücadele Şubesi’nden başkomiser Azmi,” “kızınız burada, hemen gelmeniz gerekiyor.” “Vatan Caddesi’ne gelin,” s.13
Kızının politik herhangi bir faaliyetin parçası olmadığından emin bir anne için şok edici tarafları olan bir haber bu.
“Kızının Terörle Mücadele'de olmasına akıl sır erdiremiyordu. Üniversite yıllarında Mine'nin öğrenci eylemlerinden uzak durmasına hem memnun olmuş hem de içten içe hayal kırıklığı duymuştu.” s.14
Mine işlediğini itiraf ettiği bir cinayet sebebiyle üç gündür şubede tutuluyor. Maktul, Rıfat Kuruca isimli tanınmış bir iş adamı. Enerji sektöründe faaliyet gösteren, taşımacılık yapan, Azerbaycan bağlantıları güçlü, siyasette arkası olan bir isim. Hikâyenin etrafında örüleceği cinayetin muhatabı "yeni Türkiye” prototipi adeta.
Peki Mine neden “cinayet büro” değil de “terörle mücadele” de tutuluyor?
Çok gecikmeden cevabını bulduğumuz bir soru bu. Romanın baş karakteri ve epey bir zaman önce ayrıldığı kocası Ziya Arman'ın 80 öncesinin devrimcilerinden olduğunu öğreniyoruz. Eski devrimci Ziya Arman aynı zamanda maktul Rıfat Kuruca'nın ortağı. Bu durum “Rıfat Kuruca cinayeti siyasi mi?” sorusunu ortaya atarken, Mine’nin “terörle mücadele”de tutulmasını da kısmen açıklıyor.
Geçmişin gölgesi
Devrimci anne, baba ve küçük kızlarından oluşan bu üç kişilik çekirdek ailenin 80 darbesi ile birlikte dağılan, toparlama girişimlerinin sonuç vermediği bir hayatları var. Savruluyorlar ve bu savruluş kızları Mine henüz 8 yaşındayken ayrılmalarına neden oluyor.
Yakalanmaları, gördükleri işkenceler ve cezaevinde geçirdikleri yılların ardından dışarıdalar. Dışarıda akıp giden hayata yetişmeye, zamanın hızına ayak uydurmaya, hayatlarında beliren boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Büyük bir yalnızlık, yenilgi ve çaresizlik içindeler.
Anlatıcının şu cümlesi, aslında eşit ve özgür bir dünyada yaşama idealinden vazgeçilmesini içinde saklarken, yenilginin kabullenilmesini genel bir durummuş gibi ortaya koyuyor:
“Artık uğruna ne ölecekleri, ne de yaşayacakları bir şey vardı.” s.47
Ziya Arman durumu hızla kavrayıp, karşısına çıkan fırsatları değerlendirerek hızla iş adamına dönüşüyor. Patronlar dünyasında hatırı sayılır bir yer edinmesinde Rıfat Kuruca’nın babası Sezai Kuruca’yla tanışıp, onun himayesine girmesinin payı büyük. Sezai Kuruca Milli Görüş geleneğinin ve Erbakan'ın önemli adamlarından, imanlı bir anti-komünist. Ve elbette her imanlı anti-komünist gibi ticaretle ilgileniyor.
“Sezai Bey ölene kadar Milli Görüş’e sadık kaldı. Fazilet Partisi içinde gelenekçi kanattaydı. AKP’yi kuran kadroyu da desteklemedi. Namuslu bir adamdı.” s.116
Her dönek kendisine acıyarak adım attığı düşüşüne, düşmanıyla önce empati kurarak, ardından onu övmenin bir yolunu bularak devam ediyor. Bunun benzerlerine günümüzde de tanık oluyoruz. Geçmişin yükünden, anın sorunlarından kurtulmanın yollarından birisi bu. Ziya Arman da benzer bir yoldan geçerek kendisini konumlandırıyor. Sezai Kuruca’yı tanımlarken kurduğu “Namuslu bir adamdı.” cümlesi ne kadar da tanıdık. Ziya Arman hem kendi tavrına meşruiyet arıyor hem de bizden onay almaya çalışıyor. Bugün de benzer argümanlarla yeni figürlerin pazarlandığını görüyoruz. Gelecekten ümidi kesip kendi derdine düşmüş olanların ortak dilini konuşuyor Ziya Arman.
Baş karakterin rolü
Ziya Arman’ın dönekliğine belirginlik kazandıran bir baş karakteri var romanın. Sadece onunla değil etrafındaki herkesle çatışıyor. Darbe sonrası oluşan dünyada örgütlü devrimciliğini noktalamış, sıkı sıkı tutunduğu ahlaki bir tavırla hem geçmişle hem şimdiki zamanla kavgalı, arafta bir kişi. Roman boyunca zaman zaman hissettiğimiz sevgisizliğinin, geriliminin ve kavgacılığının kaynağında egosunun, insanlara kedisi Natali gibi üstten bakan tavrının yanında devrimcilikten arınmış, bu örgütsüz, siyasetsiz ahlaki duruşunun olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer taraftan klasik polisiyelerde görmeye aşina olduğumuz baş karakterlere hiç benzemiyor. Etrafında hikâyenin örüldüğü cinayetin çözümüne dair katkısı oldukça sınırlı, hatta neredeyse yok denecek kadar az. Negatif özellikleri hayli baskın bu karakterin bana göre hikâyede iki önemli işlevi var.
İlk olarak onu hikâyede düğümü çözerken değil de ortalığı karıştırırken görüyoruz. Kızgınlığı, çırpınışı, kızıyla mesafesini fark ettiğinde beliren hüznü, egosu, kararlı huysuzluğuyla attığı adımlar romandaki gerilimin niteliğini belirliyor.
Rıfat Kuruca cinayeti vesilesiyle açığa çıkan bu gerilimli hal bizi bir yandan baş karakterin içsel yolculukları vesilesiyle geçmişle hesaplaşmasına diğer yandan mafya, siyaset, ticaret ilişkileriyle şekillenmiş AKP iktidarına, “yeni Türkiye” ye ulaştırıyor.
İkincisi ise, ki bence Ayşegül Devecioğlu’nun bize anlatmak istediği asıl hikâye de o: Yeni dünya düzeninde ve “yeni Türkiye”de sosyalizm idealleriyle düzeni topyekün değiştirme iradesinin, devrimciliğin, geçen yüzyılda kalmış bir iddia olduğu anlatısıdır. Bu anlatıda, itirazları, direnci, ahlakı, kavgacılığı, devrimcilikten vazgeçmiş “devrimciliği” ile vazgeçişe meşruiyet kazandırma işlevini yüklenen kişinin de baş karakter olduğunu söyleyebiliriz. Hikâye bitip, çember kapandığında devrimciliği dışarıda, fazlalıklar arasında bırakmış, eşitlik ve özgürlük arayışını bir çeşit kadın dayanışması ile ikâme etmiş bu karakterin arafta kalmış, huzursuz, “marazi” ruhunun da bir nebze olsun rahatlamış olduğunu hissediyoruz. Sonuçta o da Ziya Arman'ın yolunu başka bir güzergâhtan, farklı bir yordamla yürüyerek geçmişin yükünden kurtulmuş oluyor.
Devecioğlu’nun karakterine yüklediği bu ikincil işlevdeki ısrarı bana kalırsa romandaki diğer her şeyin önüne geçiyor. İşlenen cinayet de, cinayetin içinde varlık kazandığı siyasal, toplumsal koşullar da, geçen zaman da sanki bunu doğrulamak için var gibi. Ve bu durum yazar tarafından türün olanaklarından faydalanmak için tercih edildiği ifade edilen polisiyeyi eziyor bence. Kitap bittiğinde hala “Rıfat Kuruca neden öldürüldü?” sorusunun cevabını veremememiz ve katili net olarak göremememiz de bununla ilgili olsa gerek.