Özelleştirilenleri kamulaştırmadan önce mülkiyet tablosu: Sabah-ATV ve İstanbul Havalimanı kimin?

Çalmadan zengin olunmaz. Zenginlerin tamamı çalıyor. En çok da suyun başını tutanlar çalıyor. Sabah-ATV veya İstanbul Havalimanı kimin bir önemi yok. Biz gelip el koyanlara kadar onların.

Orhan Gökdemir

Altılı masanın küçük ortağı Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, AKP Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında bilinen bir iddiayı yineledi. Uysal, “ATV-Sabah grubunun sahibi Erdoğan'dır. İstanbul havaalanının sahibi kimdir? Görünürde birtakım şirketler görünüyor. Sahibi Sayın Erdoğan” dedi. Malum, kamu kaynakları üzerinde bir avuç patronun bir tür kolektif mülkiyeti var artık. Elleri özelleştirmelerin ve ballı ihalelerin üzerinde. Özelleştirmelerden ve ihalelerden aslan payını almak için rüşvetler, paylar bol keseden dağıtılıyor. Haliyle kimin eli kimin cebinde belli değil. Şurası belli, suyun başını tutan payın büyüğünü alıyor. Uysal’ın utangaçça işaret etmek istediği bu.   

Bildiklerimiz var. ATV-Sabah grubunun görünen sahibi kim?

Eski imtiyaz sahibi Ahmet Çalık AKP’ye yakın bir patrondu. 2013’te gurubun mülkiyeti Çalık’tan Orhan Cemal Kalyoncu’ya geçti. Halen medya grubunun mülk sahibi Kalyon İnşaat görünüyor. Kalyon İnşaat devletten en çok ihale alan ilk beş şirket arasında. Yani Kalyoncu’nun da, şirketinin de, medyasının da asıl patronu ihaleyi veren siyasi organizasyon. İhalelerin akması gerek, akış için esas patronun sürekli mutlu edilmesi gerek. 

İstanbul Havalimanı kimin?

İhalesini Cengiz, Mapa, Limak, Kolin, Kalyon konsorsiyumu almıştı. Üçü zamanla ortaklıktan ayrıldı, başka ballı ihalelerin peşine takıldı. İGA’nın yüzde 55’i Kalyon’a, yüzde 45’i Cengiz İnşaat’a ait görünüyor şimdilik. Yani Sabah-ATV’nin de İstanbul havalimanının da sahibi Kalyon İnşaat. Rastlantı değil bu. Sabah-ATV yayın gurubu kamu kaynaklarını yağmalayan bu inşaat şirketine rehin bırakıldı. Bu medyanın AKP’nin isteklerine göre yayın yapmasını garanti altına almanın bir yolu. Kalyon İnşaatın AKP’yi eleştirmesi veya muhalefet etmesi düşünülemez. Bu yayınlarda Kalyon İnşaat hakkında eleştirel bir haber çıkması da düşünülemez. Yani mülkiyeti değil tek sorun, medyanın bir azgın azınlık tarafından ortak mülkiyete geçirilmesi. 

AKP TMSF yoluyla basına el koyup her birini büyük ihaleler verdikleri şirketlere rehin bırakmayı etkili bir yöntem olarak kullandı. Kimisi karşılıksız verildi, kimisi kamu bankalarından aktarılan büyük kredilerle el değiştirdi. O kredilerin asla ödenmediğini artık biliyoruz. Bu yolla büyük basın şirketleri üzerinde bir tür kolektif mülkiyet gelişti. Görünüşe göre resmi sahibi bir büyük patron. Kullanım hakları AKP’nin atadığı memurlara ait. Yapılacak haberlerin işareti Saray’dan veriliyor. Meşhur “Alo Fatih” olayını hatırlayacaksınız. 

Bu yolla sermaye sınıfına zimmetlenen medya gruplarının bilinen sahiplikleri şöyle; 

Demirören Grubu: Hürriyet, Milliyet, Posta, Kanal D, CNN Türk…

Ciner Grubu: Habertürk, Bloomberg TV, Show TV…

Turkuaz Medya Grubu: Sabah, Takvim, Fotomaç, Yeniasır, ATV, aHaber…

Doğuş Grubu: NTV

Albayrak Grubu: Yeni Şafak, TV Net…

İhlas Grubu: İhlas Haber Ajansı, TGRT, Türkiye gazetesi…

TürkMedya Grubu: Akşam, Güneş, Star, 24 TV, 360 TV…

Bu medya guruplarının patronlarının tamamı devletten ihale alıyor, özelleştirme yağmasının paydaşı. Haliyle aslında tamamının patronajları da kolektif. Hepsi düzenin destekçisi, hepsi emekçi düşmanı, hepsi doğa talancısı, hepsi kamu kaynağı yağmacısı, hepsi halk düşmanı. Son sahiplik ise gelip geçici. İhale dağıtabildiği, kamu kaynaklarını özelleştirme adı altında gönlünce dağıtabildiği sürece hepsinin patronu Tayyip Erdoğan demek bu. Ondan önce de Mesut Yılmaz’dı, Tansu Çiller’di, Süleyman Demirel’di, Turgut Özal’dı.  

İlk taşı serveti temiz olan atsın!

Demokrat Parti’nin toy genel başkanından önce Genç Parti’nin kurt genel başkanı Cem Uzan dillendirmişti bu yöndeki iddiaları ilk. Uzan, AKP'nin 20 yılda verdiği tüm ihalelerden yüzde 25 komisyon aldığını, paraların Katar'da olduğunu iddia etmişti. Uzan’a göre, Saray ve partisi zenginlerin mallarına da “çöküyor”du. “Türkiye’de benzer bir yöntem ile mal varlığınızı kaybettiğiniz oldu mu?” diye sordular. Şöyle yanıtladı: “Bütün mal varlığımı kaybettim. 30 küsür milyar dolar servetimi kaybettim. Üzerine çöktüler, yağmaladılar, bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatlarıyla yağmalandı.”

Peki Cem Uzan bu “30 küsür milyar dolar serveti” nasıl ve nereden edindi? Tabii ki özelleştirmelerden. 

Uzan ailesi 1990’lı yıllarda özelleştirme kapsamındaki şirketlere “çökerek” semirdi. Demirel hükümeti döneminde özelleştirme ihalelerinin gedikli müşterileri olan Uzanlar, Trabzon, Gaziantep, Urfa, Bartın Çimento fabrikalarını satın aldı. Asıl çıkışlarını ise Çukurova ve Kepez Elektrik’in hisselerini satın alarak gerçekleştirdi. Sonra Türk Otomotiv Endüstrisi’ne (TOE) çöktüler. Sadece arazisine 500 milyar lira değer biçilen TOE, onlara 242 milyar liraya satıldı. Ailenin ilk işi 450 işçinin iş akdini feshetmek oldu. Şirketlerinin sayısını 128’e çıkartan ve Türkiye’nin en büyük grupları arasına sokan Cem Uzan, en büyük tutkularından biri olan futbol alanına da el atmakta gecikmedi. 1992 yılında İstanbulspor’u satın aldı, takımı birinci lige çıkarmak için büyük paralar harcadı. Telsim’e mali oyunlarla el koydular. Bütün bu kirli işleri için İmar Bankası’nı manivela olarak kullanıyorlardı. Banka kredilerinin neredeyse tamamına yakınının düşük faizle grup şirketlerine veriliyor, banka yönetimindeki üç kişiye usulsüz kredi açılıyor, bilançoda sahtecilik yapılıyor, aile banka mallarını üzerlerine geçiriyordu. Böyle böyle yolun sonu gözükmüştü. SPK 2000 yılında Çukurova Elektrik ve Kepez Elektrik’i incelemeye aldı, şirketlerin içi boşaltılmıştı. Yani Uzan ailesinin o büyük serveti doğrudan kamu kaynakları çalınarak, yağmalanarak edinilmişti. 

Çalmadan zengin olunmaz 

Uzan kaçtı, yerini derhal başka Uzanlar doldurdu. “Beşli çete”, dışında kalan diğer çeteler, Cengizler, Sabancılar, Koçlar, Albayraklar, Demirörenler hep aynı yollardan geçerek ilerledi. Sonuçta bir avuç para babası ülkenin bütün mal varlığını kontrol ediyor. Kamu kaynaklarını ortaklaşa kullanıyorlar, sırasıyla yağmalıyorlar, yağmaladıklarını belli bir yönteme göre dağıtıp, işbirlikçilerini oluşturuyorlar. Buna kısaca sınıf diktatoryası diyoruz. 

Bu diktatörlüğün iktisadi görünümü korkunç: 

Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim toplam servetin yüzde 41’ine sahip. Ülke servet dağılımının en adaletsiz olduğu 3 ülkeden biri. Türkiye son iki yılda kurumlar vergisi ve gelir vergisi oranlarını artırdığı halde bu vergilerin tahsil oranları düştü. Yani zenginler vergi ödemiyor, ödermiş gibi yapıyor. 

Türkiye'deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin yüzde 39,5'lik kısmı, nüfusun sadece yüzde 1'lik kesiminin elinde. Nüfusun en zengin yüzde 10'unun servetten aldığı pay ise yüzde 69,8.

Nüfusun en zengin yüzde 5’lik kesimi toplam servetten yüzde 59,2 pay alırken, nüfusun yüzde 95’lik kesiminin aldığı pay sadece yüzde 40,8.

Nüfusun en yoksul yüzde 30’luk kesiminin servetten aldığı pay ise ekside. Yani yetişkin nüfusun yüzde 30’unun servetini topladığınızda ortada servet değil yaklaşık 1 milyar dolarlık net borç çıkıyor.

Haliyle inanılmaz bir zenginlikle inanılmaz bir yoksulluk iç içe büyüyor. Ülkede 2022 yılı itibarıyla 61 bin dolar milyoneri var. 52 bin 392 kişinin 1-5 milyon dolar arası serveti var. 5-10 milyon dolar arası servet sahibi kişi sayısı 4 bin 835. 2 bin 920 kişinin 10-50 milyon dolar arası, 320 kişinin 50-100 milyon dolar arası, 31 kişinin ise 500 milyon dolar üstü serveti var. Ülkenin sahibi biz değiliz özetle, bu sayısı 100 bini bulmayan bir avuç asalak. 

Çalmadan zengin olunmaz. Zenginlerin tamamı çalıyor. En çok da suyun başını tutanlar çalıyor. Sabah-ATV veya İstanbul Havalimanı kimin bir önemi yok. Biz gelip el koyanlara kadar onların.