Özcan Alper'le Karanlık Gece ve sinema üzerine: 'Film yapmak bile yeterince umutlu bir şey'

28 Nisan’da vizyona girecek son filmi Karanlık Gece ile Türkiye sineması ve politik sinema üzerine Özcan Alper’le keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Gamze Kulak

Bu yazı yayımlandığında, film henüz vizyona girmediğinden sohbette "spoiler" içerebilecek ifadelere yer verilmemeye çalışılmıştır.

Özcan Alper’in yönettiği son filmi Karanlık Gece 28 Nisan’da vizyona giriyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerinin yanı sıra festivallerde birçok ödüle daha layık görülen Karanlık Gece filmi, Türkiye sineması ve politik sinema üzerine Özcan Alper’le keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Özcan Bey. Öncelikle zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Biliyorsunuz ben Karanlık Gece’yi aralık ayında izledim, bu yüzden unuttuğum veya atladığım konular olursa şimdiden özür dilerim.

Merhaba, tabii ki hiç sorun değil. Dilediğiniz gibi, dilediğiniz yerden konuşabiliriz. 

Filme ve hikâyeye dair öncelikle genel konulardan başlamak, sonrasında ayrıntılara geçmek istiyorum. Filmde mekân/yer tercihiniz benim epey dikkatimi çekti. Coğrafyayı ve görüntüleri büyük bir keyifle izledim. Hikâyeyi de temel alarak böyle bir coğrafyayı nasıl seçtiniz, keşif süreciniz nasıl ilerledi?

Özellikle senaryo yazarken mekânları tamamen hikâyeye göre tercih ediyorum ve hatta senaryonun belirli versiyonları çıktıktan sonra mekânları dolaşıyorum. Mekânlara göre yeniden senaryoyu revize ediyorum. Bu film de bir kötülük, bir linç hikâyesi olduğundan hep böyle sert bir coğrafyada geçmesini hayal ediyordum. O yüzden Toroslar olması başından beri aklımdaydı ama Toroslar’ın neresinde olacağını bilmiyordum. 2017 yılında uzun bir gezi yaptık bölgede, Orta Toroslar’dan Doğu Toroslar’a kadar. Hatta sonradan bu kararı almamda uzun yıllar boyunca okuduğum Yaşar Kemal romanlarından dolayı Toroslar’ın aklımda bir imge olarak yer edinmesinin de etkisi vardı zaten diye düşündüm. Coğrafyanın sertliği meselesinden sonra obruklar bakmaya başlayınca da Gidengelmez Dağları’nı öğrendik ve görür görmez âşık oldum dersiniz ya öyle etkileyici bir doğası var. Çok daha öncesinde biz Soner Alper’le gezmeye gittiğimizde de fotoğraflarını gördük ve köylülerle konuştuk. “Gidengelmez Dağları’na gitmek istiyoruz” dediğimizde "Sakın ha tek başınıza gitmeyin ve de sakın içeriye girmeyin" dediler. Ben de “Bir şey olmaz, ben zaten Karadenizliyim ve dağ alışkanlığım da vardır” dedim. Hatta arkadaşlarım “Keçi gibisin" derler fakat orayı görünce köylülerin ne demek istediklerini anladım. İnanılmaz sert ve dik kayalardan oluşan bir ormanlık alan ya da dağ gibi düşünün. Düştüğünüzde yaralanabileceğiniz sivri taşlardan oluşan bir araziden bahsediyorum. Sonra düşününce doğanın o sertliğiyle aslında kendini koruduğunu anlıyorsunuz ve gerçekten vahşi hayvanların yaşayabildiği bir yer. 

Peki sadece coğrafya mı sizi etkiledi yoksa başka etmenler de var mıydı bu tercihinizde?

Mekân gezileri sırasında ben o yerin tarihini, kültürünü, yerel kaynaklarını çok araştırırım. Alageyik efsanesiyle ilgili Cüneyt Arkın’ın oynadığı Ala Geyik isimli 1969 yapımı filmin de orada çekildiğini fark ettim. Bir de İkinci Dünya Savaşı esnasında bir grup köylü gerçekten ava çıkmış. Köylülerden biri obruğa düşmüş ve ne kadar uğraşsalar da -ki obruklar da kendi içinde birkaç katmanlı olur, bizim de filmde kullandığımız obruğa benzer şekilde- bir yol bulup çıkaramamışlar düşen kişiyi. Hatta bu kişinin oğlu yıllar sonra İstanbul Üniversitesi’nde okuduğu esnada, dağcı arkadaşlarıyla beraber gidip 25 yıl sonra babasının cesedini çıkarmış. Bir de enteresan bir şey var: O kadar süre içerisinde ceset çok fazla çürümemiş. Çünkü orası çok dipte olduğundan ve ceset soğuk kaldığı için bozulmamış. Böyle birçok hikâye var. Bölgede yörüklerin de ötekileştirilip kültürlerinin kaybolduğuna da şahit oldum tabii ki. Bu kodlar ve hikâyelerle birlikte en sonunda politik bir hikâyeyi, politik bir coğrafyanın içine kurmuş olduk. Ama kasabayı da belirli bir yerin kasabası olarak değil de, Türkiye'de herhangi bir yermiş gibi anlatmak istedik. Bu kasaba Trabzon’da da olabilir, Yozgat’ta da olabilir, Malatya’da da olabilir. 

Evet, onu ben araçlardaki plaka tercihinizde anlamıştım, olmayan bir plaka kullanmışsınız.

Evet evet, 90’lı bir plaka tercih ettik. En azından şu anda olmayan bir plaka. Tabii Türkiye’de il sayısı özellikle seçim dönemlerinde çok hızlı arttığı için bu plakaya sahip bir ilimiz de olabilir ama bizim çekim tarihimiz eski olacak.

'Hikâyenin çıkışı, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durumla ilgili'

Peki, bu hikâye nasıl aklınıza geldi? Senayoyu Murat Uyurkulak’la birlikte çalışmışsınız. Süreç nasıl ilerledi?

Hikâyenin fikir sürecinde aslında bir de Bülent Usta var, psikolog ve yazar. Ama hikâyenin çıkışı, daha çok Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durumla ilgili. Bu dönem de 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra iktidarın süreci ve seçimleri manipüle etmesi ve kasım seçimlerine giden dönemde bütün Türkiye’yi yeniden dizayn etmeye çalışması. Suruç’ta, Ankara’da ve birçok yerde bombaların patlamasını, 7 Haziran’dan sonra ortaya çıkan politik durumu tersine çevirme çabasıyla birlikte toplumun her kesiminde siyahla beyaza varan keskinlikte bir sertleşme durumunu görüyorduk. Böyle ortamlarda da linç kültürünün çalışması da çok fazla dokunur oldu diye düşünüyorum. Genel olarak da linç meselesinin çok tekil olaylar değil, aslında devletin ve sistemin bir parçası olduğunu gördüm. Bunun da çok daha uzun yıllar boyunca bir metot olarak kullanılmış olduğunu gördüm bir de. Bazen dinsel kimlik, bazen etnik kimlik, bazen de politik kimlik üzerinden uygulandığına dair yüzlerce örnek var Türkiye’de. Bu kötülük üzerine bir düşünme edimiydi, ilk fikir böyle çıktı. Bir de Kadıköylü olarak, filmi de adadığımız, Nuh Köklü’nün öldürülmesiydi. Tanıdığımız, hayatını bildiğimiz biri olması ve sokak ortasında sadece kartopu oynadığı için öldürülmesi herkes gibi beni de çok etkiledi. Açıkçası öldüren kişinin bu saikleri ve belki toplumun büyük bir kısmının da onun saiklerine veya şuursuzluğuna sahip olmasına kafa yormak istedim. Daha önceki filmlerden farklı olarak sadece mağdurun değil failin de tarafını, düşünüş biçimini ortaya koymak üzerine de biraz çaba sarf ettik galiba. Hikâyeyi ortaya koyduktan, yazdıktan sonra tanıdığım ve edebiyatını da sevdiğim Murat Uyurkulak’la paylaştım ve beraber konuşarak, tartışarak belki 2-3 yıla yayılan bir süreçte senaryoyu yazdık. Bazen haftada 1-2 buluşarak, buluşamazsak yazışarak çalıştığımız uzun bir dönemde çıkarabildik senaryoyu. 

Bir yandan da son üç filminizde senaryo aşamasında edebiyatçılarla çalıştığınızı görüyoruz. Tabii burada Aşıklar Bayramı’nı ayrı tutmak gerekir, o neticede Kemal Varol’un romanından uyarlamaydı ve yazarla çalışmanız da daha tabiydi. Ama gerek Rüzgârın Hatıraları’nda Ahmet Büke ile gerek bu filminizde Murat Uyurkulak’la çalışmayı neden tercih ettiniz?

Film dediğimiz şey en nihayetinde bir hikâye anlatısı, bu hikâyeyi anlatırken beraber yazabileceğiniz ortak akılda ortak estetik kaygıları olan biri varsa ortaklaşa yazmak bana çok ters gelmiyor. Film yaparken zaten neredeyse 100 kişiyle birlikte çalışıyorsunuz. Görüntü yönetmeniyle de bir işbirliği yapıyorsunuz, sanat yönetmeniyle de başka bir işbirliği yapıyorsunuz. Senaryoda da başka biriyle bir işbirliği yapmak bana doğal geliyor. Bu devam eder mi, edebilir ama tek de yazabilirsiniz, bazen sadece diyalog yazarken destek isteyebilirsiniz de. Ama burada gördüm ki, o sert, eril sokak dilini belki ben isteseydim öyle diyaloglara dökemezdim. Murat’ı bu konuda zaten edebiyatından biliyordum. Edebiyatında yeraltı ve sokağa değen yönlerinin olması senaryoda da, filmde de doğru kişi olduğunu gösterdi bence.

'Linç taşrada daha görünür olduğu için tercih ettik, şehirde olmadığı için değil'

Linç konusuna tekrar dönecek olursak, linç olayları sadece taşrada olan bir şey değil ama taşrada daha görünür oluyor diye mi tercihinizi bir kasabadan yana kullandınız?

Tabii şehirde de görüyoruz. Hatta en son, gördüğümüz diyemeyeceğimiz ama duyduğumuz, Ankara’da göçmenlere uygulanan linç ve şiddetti. Son yıllarda politik nedenlerle özellikle artan bir durum bu. Daha öncesinde biraz daha Kürtlere yönelikti, 90’larda Beyoğlu’nda LGBT+’lara yönelikti. Zaman zaman politik yapıyla beraber değişen dinamikler oluyor. Şimdi de Suriyeli göçmenler bu lincin hedefinde maalesef. Ve evet, taşrada daha görünür olduğu için tercih ettik, şehirde linç olmadığı için değil. Bir de kasaba tercihinin sebebi bir kasaba üzerinden bir Türkiye panaroması çizme isteğiydi. Muhtarı, memuru, çiftçisiyle bir toplum çerçevesini daha net çizebildiğimiz içindi. O kasaba, bir şehir de olabilirdi tabii ki. 

Tümdengelimle küçük bir ölçeğe inip bir şehri, hatta Türkiye’yi bir kasaba üzerinden anlatmak diyebilir miyiz? Her figürünün de Türkiye’de bir karşılığı olduğunu da söyleyebiliriz tabii.

Evet, aynen öyle. Bizim de düşüncemiz bu yöndeydi.

Başroldeki İshak karakterine gelirsek vicdani bir hesaplaşmaya giriyor ama bunu 7 sene sonra yapabiliyor. Annesinin ölüm döşeğinde olmasına binaen kasabasına gidiyor ve kendini bir adalet arayışı içerisinde buluyor. Burada İshak’ın bu arayışa girmesindeki dönüşümü/kırılmayı nasıl yorumlayabiliriz?

Aslında o kırılma noktası İshak’ın yıllar önce kasabayı terk etmesi bence. Ama esasen geri döndüğünde adalet arayışını ortaya çıkaran şey Ali’nin ölümünün üzeri kapatılsa da Ali’nin babasının orayı terk etmemiş olması, arıyor olması. Yani hâlâ hiçbir şeyin kapanmamış olduğunu fark etmesiyle oluyor diyebilirim. Vicdan dediğimiz şey de bence böyledir esasen. Gerçek hayatta da biraz böyledir, bir sorunla karşılaştığında oradan uzaklaşmak bizi psikolojik olarak rahatlatır ama herhangi bir biçimde her gün o durumu hatırlatacak şeylerin içerisinde kalırsak veya kaçamazsak o hisler de bizden uzaklaşamaz. 

'Türkiye’den de bildiğimiz gibi, adalete ulaşmak hiç de kolay olmuyor'

İshak’a dair dikkatimi çeken bir nokta da İshak yüzleşmeye, babaya yardım etmeye çalışırken, en azından Ali’yi bulmaya çalışırken İshak’ın da suçsuz olmadığını bize anlatmışsınız. İyilik yapmaya çalışırken gördüğümüz İshak’ın geçmişindeki yanlışının üzerini kapatmamışsınız. 

İshak da toplumdaki herkes gibi aslında. Siyah veya beyaz değil, gri bir karakter. Bir şekilde onun da neden olduğu bir durum sözkonusu. Tabii spoiler vermeyerek anlatmaya çalışalım. İshak işin geleceği noktayı belki tam olarak hesap edemedi, belki kıskandı, belki homofobiden ötürü öyle davrandı ama neticede vardığı yerin korkunçluğunu gördüğünde o çoğunluktan uzaklaştı. Kasabayı terk etmişti ama kasabaya geri döndüğünde yaşayabilmesinin tek koşulu tekrar o çoğunluğa dahil olmasıyken, ne zamanki çemberin dışına çıkabildi, o zaman herkesi karşısına almaya başladı. Adalet mücadelesine giriştiğinde de, Türkiye’den de bildiğimiz gibi, adalete ulaşmak hiç de kolay olmuyor ve ağır bir bedeli de oluyor. Aslında kasabadaki olaylar yine kendisi dışında geliştiği için çok da müdahil olamıyor.

Bir de 'karakulak'ın bir imge olarak kullanılmasını ve anlatılış hikâyesini de konuşmak istiyorum. Ali karakterinin sürekli karakulak araması ve özellikle son sahnedeki durum… Ben burayı biraz umut diye yorumladım aslında, karanlığın içerisinde.

Sonuçta Ali bir ideal uğruna orada. Aslında toplumun çoğunun peşinden genelde gidemediği hayalleri varken Ali hayalini gerçekleştirmek istiyor.

Bu kısmı ben pek öyle düşünememiştim, atanmış bir memur olarak düşündüm hep.

Oraya atanması, sadece orayı istediği için. Soyu tükenen bir hayvanı bulmak istediği için gidiyor. Bu açıdan bir ideal aslında, biz toplumsal olarak bu idealleri çok büyük hayaller gibi düşünebiliyoruz fakat Ali karakterini kurarken üzerinde en çok durduğumuz konu da buydu. Biz filmi, 2019’da çekmeye başladık ama Ali’yi Gezi’deki gençlerden biri gibi düşündük aslında. Hayali çok büyük olmayabilir fakat doğayı, ağacı, hayvanı kendinden daha çok önemsemesi tam da Gezi’deki birçok genci temsil ediyordu. O yüzden de onun aradığı, peşini bırakmadığı şeyi görmek bana da büyük bir umut gibi geliyor. 

Ben de öyle okudum ama filme dair çok fazla umut/umutsuzluk tartışması olduğu için bu konuyu konuşmasak olmazdı diye düşünüyorum. Herhangi bir sanat yapıtının illa umutlu olması gerektiğini düşünmeyenlerdenim ben de. Bazen umutsuzluk anlatmak da bir mücadeleye vesile olabilir. Filmde zaten 'bu ülkeden bir şey olmaz, lanet olsun bu halka' gibi düşüncelere kapılmadım, böyle bir çıkarım bana yansımadı. 

Katılıyorum ve hatta diyorum ki sanatta umut ve umutsuzluk üzerine bir konferanslar serisi mi olsa artık. Birkaç yıldır bunu sürekli konuşuyoruz tartışıyoruz. Hep söylerim; bir film veya başka bir sanat yapıtı, kendi başına yapay bir umut yaratırsa bu daha tehlikeli bir durum. Yapıtlar tartıştırdığı şeylerle umut yaratır. Ama burada da sanırım en büyük etki, Türkiye gibi politik olarak çok sıkışmış ülkelerde, insanlar çok fazla umutlu olmayınca, gündelik hayatta umudu bulamayan özellikle de sanatla ilgilenen gençler en azından sanatta umut bulmak istiyorlar. Bu da çok normal gibi düşüyorum.

'Film yapmak bile yeterince umutlu bir şey'

Tabii bir de salon/piyasa filmi diye adlandırabileceğimiz filmlerde kimse umut/umutsuzluk tartışmıyor zaten ama bağımsız yapımlarda veya sizin gibi muhalif veya solcu diyebileceğimiz yönetmenlerin filmlerinde bu tartışma açılıyor haklı olarak. Ki bu tiyatroda da böyle, resimde de böyle… 'Umutsuz olun' diye bir fikir dayatılmadığı sürece, var olanı yansıtmak ve tarihe bir not düşmek de yeterince değerli bir şey diye düşünüyorum.  

Film yapmak bile yeterince umutlu bir şey. Veya her koşulda ve her zaman durduğun yerde durmak, yan yana durduğun insanlardan kopmamak, ısrarla film ya da sanat yapmak bence de yeterince değerli. 

Sizin filmlerinizde genellikle karakterlerden biri, ki bu başrol de oluyordu, mutlaka politik bir özne olurdu. Net bir politik figürü bu filmde göremedik ve bu bir ilk. Film tabii ki her şey gibi politik ama bir karakter üzerinden anlatım yoktu. Bunu tercih etmenizdeki sebep nedir?

Politik özne yoktu demek istiyorsunuz yani. Çünkü diğer filmlerde daha doğrudan mağdur olan özneleri anlattık fakat bu filmde, Ali’yi saymazsak, doğrudan bir politik özne yok, evet. Aslında dediğim gibi çoğunluğa bakmayı tercih ettik. Yani mağduru değil, faili başrol olarak seçtiğimiz bir durum sözkonusu. Çoğu zaman tartışırız bunu, politik film dediğimizde öznenin politik olması akla gelir ama tam tersine filmin anlattığı meselenin ve filmin kurduğu ilişkilerin politik olması çok daha doğrudur. 

Dikkatimi çeken bir başka durum da son dönemde edebiyatta da, sinemada da 'baba' figürünün çok fazla işleniyor olması. Burada da yan karakter olsa da veya toplum genelinde çok da ön plana çıkmayan bir baba figürü de olsa Karanlık Gece’de de baba figürünü bir şekilde işliyorsunuz. Siz bu 'baba' figürü işlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok normal çünkü Türkiye’de baba ve erkek ilişkisi sadece aileyi ilgilendiren bir mesele değil. Hep söylediğimiz gibi erkek egemen toplum, erklik meselesi çok merkezde. İllaki kişisel olarak babalarımızla bir sorunumuz olması anlamına gelmiyor. Burada baba ve babaları, devleti de temsil eden gölge bir karakter olarak da düşünebiliriz. Türkiye’de de böyle olması çok tesadüf değil, düşünsenize son 20 yıldır bu ülkede başta böyle bir figür var. Toplumun bakış açısını da biliyoruz bu figüre; gerektiğinde bağırır, döver eder. Toplumun başındaki kişinin bir baba gibi algılanması ve her şeye hakkı olması gibi pek çok siyasal soruna da bakınca, bunun hem topluma hem de sanat üretimine yansıması çok doğal bir durum. Ayrıca bunun irdelenmesi, sanata konu edilmesi veya karşı taraftan da anlatılması bence doğru bir şey. Üzerine çokça konuşulması, tartışılması, yazılması çizilmesi de gerekiyor. Hatta sadece bizlerin değil psikologların, psikiyatristlerin de çokça üzerinde durduğu bir şey. Tersinden baktığımızda anne-kız hikâyeleri de anlatılıyor ve bu benim hoşuma gidiyor.

Sona gelirken tam olarak nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum ama samimiyetinize de güvenerek sormak istiyorum. Sizin kuşak için diyeyim, kişisel bir gözlemim var, belki AKP döneminin karanlığında üretim yapmaktan kaynaklı ama genel bir karanlık tablo çizimini çok görüyoruz gibi. Tabii ki bu döneme dair çok da iyi bir tablo çizemeyiz ama ‘80 sonrası filmlerde de benzer bir dönem vardı ya sanki. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Daha karanlık hikâyeler dinliyoruz diyorsun yani. Belki toplumun içinde bulunduğu ruh haliyle de ilgili olabilir. Buna doğrudan bir cevap vermek çok zor. Toplumsal, psikolojik bir sürü sebebi olabilir tabii ki.

Belki 10 sene sonra buna daha iyi bir cevap verebilirsiniz.

Seçim sonrası iktidar değişince daha umutlu, daha farklı bir tablo çıkacak mı onu da tam olarak bilmiyoruz. Biliyorsunuz bazen bunun yansımaları çok çok sonra olabiliyor. Buna öyle veya değil diye cevap veremiyorum. 

'Solun da Türkiye’de sinemayla ilgili bir sorunu, mesafesi var'

Ben de katılıyorum, sürecin uzun olabileceğinin yanında mücadele dolu olacağını da düşünüyorum. Ama demek istediğim filmlerin sonu umutlu bitse de bile çok büyük karanlıklar anlatılıyor hep.

Mesela sadece şu deprem sürecini düşünelim, halkın dayanışması çok büyük bir umuttu gerçekten ama asla olmaz dediğimiz, inanamadığımız durumlarla karşılaştık. Devlet kurumlarının ilk başta ulaşamamalarına, becerememelerine şaşırmadık belki fakat çadır satmalarından, her şeyi satmış olmalarınan, her şeyin para olmasından kötü daha ne olabilir ki? Bu dip nokta değilse, nedir? Daha büyük bir kötülük ne olabilir ki? Yine de tabii şunu tartışabiliriz: Sinema yapmak çok daha zor, daha refleksif daha hızlı filmler yapmak mümkün olsa daha iyi olabilir. Karanlığı anlatıyoruz ama o dayanışmayı anlatan üretimler yapmak da iyi olacak. Bence dengeler, Türkiye’de belgesel sinemadan yana değişti; daha çabuk, daha refleksif, meselelere daha hızlı dahil olarak yapılan işler ortaya çıkıyor. Buranın gelişmeye devam etmesi önemli. Tabii bunun yanında Türkiye’de de bu yöne bakan bir sinemanın gelişmesi, hem toplumsal mücadeleler hem de solun gelişmesiyle, mücadelesiyle ilgili. Fakat solun da Türkiye’de sinemayla ilgili bir sorunu, mesafesi var. Bu karşılıklı da diyebiliriz bu açıdan. Bizleri ve bizim kuşağı düşündüğümüzde 90’ların sonunda kurulan kültür merkezlerinin çok etkisi oldu. Mezopotamya Kültür Merkezi, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Evrensel Kültür gibi… Aynı şekilde dergilerin de. Şimdi bu tekrar geriye düştü? Bunu da sorgulamak gerekir.

Çok teşekkür ederim bu keyifli sohbet için. Dilerim daha fazla sinema, sanat tartışmaları yapabileceğimiz alanlara, mekânlara ve üretimlere sahip oluruz. 

Hepimizin dileği bu yönde. Ben teşekkür ederim.

'Karanlık Gece'nin fragmanı