Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…
Anıl Çınar
Türkiye bir dairenin çeperinde hareket ediyor. Sanki aynı olaylar farklı bir şekilde gerçekleşmek üzere ortaya çıkıyor ve her seferinde dairenin başlangıç noktasına yeniden varılıyor.
Balkanlar, Kıbrıs, Ortadoğu, Kafkasya…
Baskınlar, katliamlar, suikastler, darbeler…
Türkiye’nin dünyadaki yeri ile “iç düşman”larını buluşturan bu dairenin başlangıç noktasını doğru saptamak gerekiyor.
Nesillerdir bu topraklarda yaşadıklarımız, çilelerimiz ve bütün dertlerimiz elbette NATO ile başlamadı. Ama Türkiye’nin bütün çözümsüz sorunlarının kaynağında NATO’nun bulunduğu kesindir.
Türkiye’nin NATO’ya girişi “ilk günah”tır.
Tan Baskını, 6-7 Eylül ve Kıbrıs’ta terör: NATO bütün kötülüklerin anasıdır
Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu 1952’dir. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden 1952’ye uzanan dönemeç Türkiye’nin nasıl bir belanın içerisine adım atmakta olduğunun nüvelerini sunar.
1945’te “Tan baskını olayı” gerçekleşmiştir. Türkiye - Sovyet dostluğunun bitirilmesi ve Sovyetlerin düşman bellenmesi için tezgahlanan bu baskın, sonrasında bir kural halini alacak olan “iç düşman” yaratma mekanizmasının da örneklerinden biridir: Türkiye’nin dış düşmanı komünizmdir, iç düşmanı da komünizm olacaktır.
Ancak başka bir mesele daha vardır. Türkiye’nin “uykuda” bekleyen fay hatlarının hareket etmekte olduğu anlaşılacaktır. İki partili düzene geçiş, İttihat ve Terakki geleneğinden beri varlığını koruyan, fakat Mustafa Kemal’in ağırlığı sayesinde bir süre kabuğuna çekilmek zorunda kalmış eğilimleri canlandırmıştır. İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık, maceracılık…
Çünkü NATO’ya üye olmak “askeri ittifaka katılmak” demek değildir. NATO, tepesinde ABD’nin bulunduğu ve emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden siyasi, askeri, iktisadi ve ideolojik bir yapılanmadır. ABD ve İngiltere’nin istediklerini yerine getirmek birincil önceliktir.
Türkiye NATO’ya üye olmadan önce Tan Baskını ile “ben de antikomünistim” demiş, 1947 yılında IMF’ye üye olmuş ve Kore’de kan dökmüştür. 1950 yılında Kore’ye asker gönderme kararı alınır. Kore Savaşı başka bir kural daha ortaya çıkarır: NATO için sınırlarının ötesinde kan dökenin sınırlarının içerisi de kana bulanmak zorundadır. Türkiye NATO’ya girmiştir bile. Sırada NATO’nun Türkiye’ye girmesi vardır.
Bütün bunlara iki partili sisteme geçiş eşlik ederken ve Türkiye’nin iç siyaseti eski gerilimleri canlandırırken Türkiye’nin yeni düzeninin işleyiş mekanizması da belli olmuştur: Bundan böyle NATO sadece Türkiye’nin askerini değil, fay hatlarını kontrol eden güç olmaya başlamıştır.
Nitekim, 6-7 Eylül 1955’te Türkiye, tarihinin ilklerinden birine tanıklık etmiştir. Türkiye’deki NATO’cu iktidar kendi yurttaşına saldırmanın yeni bir biçimini keşfetmiştir. Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yalanını devletin doğrudan organize ettiği terör saldırıları takip eder.
6-7 Eylül, sonrasında “Özel Harp Dairesi” olarak duyacağımız NATO aygıtının ilk örneklerindendir. Tan Baskını’nda iç düşman yaratmayı öğrenenler, 1955 yılında Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerini birleştirmenin ilk egzersizlerini yapmaktadır.
Çünkü 6-7 Eylül saldırılarıyla gayrimüslimlerin mallarına çökülmüş; Türkçülük, Turancılık (ve İslamcılık) iktidarın siyaseti dizayn etme enstrümanları olarak kullanılmıştır. Öte yandan, 6-7 Eylül mutlak surette “Kıbrıs meselesi” için sahneye koyulmuştur.
Fakat İngiliz emperyalizminin Türkiye için Kıbrıs’ın ötesinde de planları vardır. İngiltere Ortadoğu’da Türkiye’ye piyonluk önermektedir. Bağdat Paktı ile Arap dünyası bölünecek, Ortadoğu’da İngiliz, Fransız ve İsrail düşmanlığının merkezi olan Nâsır iktidarı kuşatılacaktır. Ne var ki bu Türkiye için bir dış politika değişikliği anlamına gelmekte, komşu ülkelerle dostluk politikasının terk edilmesini zorlamakta ve bu da aynı zamanda bir iç politika konusu olmaktadır.
6-7 Eylül ile bir kilit diğer kilidi açmış, Türkiye Bağdat Paktı’na dahil olmuş, Demokrat Parti iktidarından bugüne gelinmesini sağlayan makas değişikliğinde ilk adım atılmıştır.
Kıbrıs’ta ise üslerini terk etmek istemeyen ve Kıbrıs’ın kontrolünü elinde tutmak isteyen İngiliz emperyalizmi ile adadaki Sovyet dostu iktidarı bitirmek isteyen ABD emperyalizminin çıkarları ortaklaşmış, Türk ve Yunan NATO’cularına sahneyi hazırlamak görevi düşmüştür.
“Türk gladiosu” Türkiye’de, Kıbrıs’ta ve dünyada terör estirecektir.
Dönemin “Özel Harp” başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”1 demekte ve 2010 yılında Habertürk’ten Tülay Şubatlı’ya Kıbrıs meselesi için şunları söylemektedir:
"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.”
Habertürk muhabirinin "Cami mi yaktınız?" sorusu üzerine "Mesela diyorum..." diye düzelterek yanıt vermek zorunda kalmıştır.
“Kıbrıs’ta sivil direnişi örgütleyen” sıfatıyla bilinen bu NATO’cu İngiliz-Amerikan çıkarları için her yerde terör estirmeyi görev edinen bir örgütün mensubuydu.
Bu kafa ile yıllar sonrasında “gerekirse Suriye’den füze attırır, türbe işgal ettiririz” diyen ve Türkiye’yi kan gölüne çeviren Yeni Osmanlıcı kafa arasında hiçbir fark yoktu.
Sadece, birkaç on yıl daha geçmesi, tarihin ilerlemesi ve çemberin tamamlanması gerekecekti.
Özel Harpçi Milletvekilleri ve NATO - TÜSİAD işbirliğinde 12 Eylül
70’li yıllarda NATO’nun Türkiye’ye hediye ettiği bu gerçek iç düşmanın Türkiye’yi nasıl kana buladığına tanık olacaktık.
90’lı yılların “arınma” atmosferine uygun biçimde bu terör yapılanmasının ne olduğuyla ilgili sayısız açıklama ortaya çıkacaktı. Bülent Ecevit de 28 Kasım 1990 tarihinde Milliyet’e verdiği röportajında şunları söyleyecekti:
“1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon istedi. Benden istenen miktar örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı... Genelkurmay'dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. 'Özel Harp Dairesi için istiyoruz' yanıtı geldi. Öyle bir resmi dairenin o zamana kadar adını bile duymamıştım... 'Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu' diye sordum. O zamana kadar dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD'nin karşıladığı; ancak artık ABD'nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık'ın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi... Özel Harp Dairesi'nin nerede bulunduğunu sordum. 'Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada' yanıtını aldım... Hayrete düşmem ve kaygılanmam herhalde doğaldı... Bu dairenin işlevleri ve kuruluş biçimi hakkında bilgi istedim... Benim için bir brifing düzenlendi. Bilgi vermek üzere de rahmetli Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'la, o sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olduğunu öğrendiğim General Kemal Yamak ve bir-iki subay katıldı.”
Halbuki Kemal Yamak “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” isimli kitabında bu yapılanmanın hiç de öyle gizli saklı değil, bayağı NATO bünyesinde kurulan ve bilinen bir şey olduğunu açık açık anlatacaktı. Hatta sadece MHP değil bütün partilerden, CHP’den de isimler var diyecekti:
“Özel Harp Dairesi’ne üye olan milletvekillerinin isimlerini bilmem. Onlar gençliklerinde örgüte alınıyor, sonra milletvekili oluyorlar. Bu da onların seçilmelerindeki isabeti gösteriyor. Kimliklerini bilmiyorum, ama sonradan milletvekili olduklarını kesin biliyorum. Zaten onların isimlerini kimse bilmez, belki örgüte alan ilk kişi bilebilir. Çünkü hepsinin kod adı var. Çalışırken biz onları kod adları ile çağırırdık. Bir de sadece CHP’de değil, tüm partilerde var.”2
Kemal Yamak kuyruğu dik tuttuğunu ispatlamak, arınıp arındırmak, ve belki de bir tür kendi kendine terapi için yazmış olabilir anılarını. NATO’culuk, kendi halkına kurşun sıkmak, eğer psikopat değilseniz, geçmişinize dair böyle bir hesap kitabı zorunlu kılıyor olmalı. Bilemeyiz… Öte yandan, NATO’da kimin borusunun öttüğünü de söylemek durumunda kalıyor:
“Özel Harp Dairesi’nin Amerika Birleşik Devletleri özel yardım fonundan her yıl alınan ve hesabı resmi bütçeye karıştırılmadan, ayrı bir muhasebede tutulan 1 milyon dolarla ilgili, yıllık görüşme zamanı gelmişti. Amerikalı geldi. Mutat konuşma ve pazarlıklar başladı. Biz ihtiyacımız olan silah ve teknik malzemeyi istiyor, o bize, ihtiyacımız olmayanı, ellerinde olanı vermeye çalışıyordu. Münakaşa uzadı, anlaşamıyorduk. Israrımız karşısında bir ara sertleşti ve ‘Para bizim değil mi? Ne istersek onu veririz. Önerdiklerimizin dışında bir şey veremeyiz’ dedi. Bunu duyar duymaz, ‘O zaman hem paranız, hem de vereceğiniz malzeme sizde kalsın’ dedim. Ayağa kalkıp ‘Toplantı bitmiştir’ diyerek görüşmeyi bitirdim. Sonucu Genelkurmay Başkanlığı’na arz etmek ve bu ihtiyacın örtülü ödenekten karşılanarak Amerikan yardımından vazgeçilmesini teklif etmek kararına vardık.”
Türkiye’deki NATO’cular uyuşturucunun zehrini alan ve ondan vazgeçemeyen müptezeller gibi kaynak arayıp bulmayı bir huy haline getirdiler. NATO’cu akademisyenler için bu ilişki “prestijli kürsüler”, medyadakiler içinse “masum fonlar” biçimindeydi. Herkesin tuttuğu silah farklıydı, ama aynı seri numarayla atış yapıyorlar, aynı sınıf için çalışıyorlardı.
70’lerin ikinci yarısında Bülent Ecevit bir alternatif olma özelliğini kaybettiğinde, yükselen solu bitirmenin ve TÜSİAD’ın tepesindeki patronları işçilerden kurtarmanın başka bir alternatifi de kalmayacaktı. Türkiye’yi ABD ve İngiltere’nin dünyaya reçete ettiği ekonomik programla buluşturmak, özelleştirmeleri iple çeken Türkiye sermaye sınıfını tatmin etmek için büyük engel işçi sınıfının siyasetteki varlığıydı. NATO’nun terör örgütünde iş başa düşmüştü.
1977 1 Mayıs’ı, 1978 Çorum ve Sivas’ı, 1980 Maraş’ı halkın direncini kırmak, enerji kaynaklarını kurutmak ve nihayetinde 12 Eylül’de memleketle olan duygusal bağını da koparıp atmak için yapıldı.
Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, Kemal Türkler, Doğan Öz ve sayısız diğer cinayeti de aynı terör şebekesi gerçekleştirdi. NATO’nun Türkiye’deki gizli ordusu(!) afişe olmasın, aydınından fabrika işçisine ve köylüsüne ne direnç varsa yok edilsin diye…
Demek ki NATO’ya üye olmak bırakın Türkiye’nin güvenliği sağlamayı, Türkiye’yi sonu gelmeyen iç ve dış tehlikelere açık hale getirmişti.
Türkiye’de kurulan üsleri, o üslerden kalkan uçakların Sovyetler Birliği üzerinde, Ortadoğu’da ve başka yerlerde neler yaptığını, Türkiye’yi nasıl bir savaş alanına çevirdiğine değinmiyoruz bile…
NATO babamız, döver de dinler de!
NATO zirvesinde NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, ABD Başkanı Donald Trump için söyledi: “Trump babamız”.
Sonrasında Trump'a NATO müttefiklerini “çocukları” olarak mı gördüğü sorusu sorulduğunda şu yanıtı vermişti:
"Hayır, Rutte beni seviyor. Bence beni seviyor. Eğer sevmezse size haber veririm. Geri dönerim ve onu sert şekilde eleştiririm, tamam mı? Ama bunu gerçekten sevgiyle söyledi.”
Herhalde emperyal otoriteyi daha iyi tarif eden başka bir “psikanalitik” örnek olamazdı… Çünkü gerçekten de NATO’nun işleyiş mekanizması tam olarak buydu. NATO’da kararlar “oy vererek” alınmıyordu. Söz gelimi Avrupa ülkeleri savunma harcaması yapmak istemediği durumda “baba” müdahale ediyor, tehdit ediyor ve savaş çıkarıyor, nihayetinde tuhaf bir sevgi-zor ilişkisiyle karar hasıl oluyordu.
Kasetler, mali ilişkiler, şantaj ve suikastler… Günün sonunda ihtiyaç olunan 1 milyonun baba elinden senin cebine girmesi gerekiyordu…
Wikileaks ve Cablegate belgelerinde sayısız örneği var. ABD’nin Türkiye’de MGK toplantılarını, Fransa’da Almanya’da İngiltere’de ve diğer ülkelerde devletin en tepesindeki isimlerin telefonlarını, yazışmalarını nasıl dinlediğinin sayısız belgesi var.
Almanya’nın Kuzey Akım boru hattının ABD şefliğinde nasıl el birliğiyle havaya uçurulduğunu, 15 Temmuz 2016’da İncirlikten havalanan uçaklara ait resmi araştırma raporlarını, NATO aparatı Fethullahçılarla Türkiye’nin altının üstüne getirildiğini ne çabuk unutuyoruz.
Bütün bunlar hiç de bir NATO ülkesinin diğer NATO ülkesine yapacağı şeylere benzemiyor oysa ki…
Üstelik NATO’nun “askeri kanadından çıkmak” da yetmiyor bütün bunlara engel olabilmek için. NATO’nun da ülkeden defolup gitmesi gerekiyor. Fransa’nın NATO’nun 1966’da askeri kanadından çıktığını ancak bunun “içerideki NATO”yu tasfiye etmek anlamına gelemediğini görmek için tarihe dönüp ders çıkarmak gerekiyor.3
NATO geçmişte eski Nazileri en önemli pozisyonlara yerleştirdi. Uluslararası uyuşturucu trafiğinin, kiralık katil şebekesinin yönetimini organize etti. Hatta bir kere şebekeye dahil olunduğunda Papa’yı vurmak üzere yurtdışı görevine çıkmak bile mümkündü.
Türkiye ve NATO: kim kimden çıkmalı?
NATO’da ancak büyük ağabeyin sözünün geçtiğini öğrenebilmek için Türkiye’nin dairenin çemberinde yeniden ve yeniden tur atması ve başa dönmesi gerekiyordu.
Nasıl 50’li yıllarda İngiltere’nin isteğine çekinceyle bakıldığında “Türkiye’deki NATO”nun yetenekleri çekinceleri gidermenin bir enstrümanı olduysa, yakın geçmişte Irak’ta, Yugoslavya’da ve Suriye’de gerçekleşenler de çok farklı değildi.
Türkiye devletinde 90’ların başında ABD ve İsrail’in çizdiği sınırı aşmak isteyenler suikastle ortadan kaldırılırken, ABD’nin Irak saldırganlığına rezervle yaklaşanlar Çuval Olayı’yla terbiye edilip, AKP ve Fethullahçıların işbirliğiyle davalara ve hapishanelere sürülürken ABD’nin elindeki asıl güç, zorbalığından çok işte hâlâ NATO’dan çıkmayı aklından bile geçiremeyen, öyle ya da böyle NATO’ya yaranmanın bir yolunu bulabilen bir toplamın varlığıydı.
Neticede, Türk Silahlı Kuvvetleri Yugoslavya’nın bombalanmasına F-16’larını yolladı. Irak’ın işgal edilmesi, Suriye’nin çökertilmesi, İran’ın kuşatılması için üslerini seferber etti, ordusunu emperyalist planların hizmetine sundu. Çünkü NATO üyesi olmak bunu gerektiriyordu. Ama kağıt üstünde, ama işin raconu bunu gerektirdiği için…
Öncesi bir yana, geçtiğimiz on yılda Türkiye’nin iç siyaseti seçimleriyle, açılımları ve çözüm süreçleriyle ama sonuçta dünyadaki yeriyle birlikte yeniden tasarlanırken NATO’nun terör şebekesi cinayetlere, suikastlere ve hatta darbe girişimlerine devam etti. Her adımda “içeriden” birilerinin bilgi sızdırdığı, sabote ettiği, “düşmana çalıştığı” örnekler ortaya çıkıyordu.
Şimdiyse İran’a bakıp burun kıvıranlar için kötü haber. Yolun sonuna geliniyor. Kıbrıs’ta, Ege’de, Karadeniz’de ve Kafkasya’da sular ısınırken Anadolu’da da ısınmasının önünde bir engel yok. Bu fasit daireden çıkış yok.
Ama, Türkiye NATO’dan çıkmalı, bunun için NATO Türkiye’den…
Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…
Bütün bunların karşısına ancak direnci yüksek bir halkla çıkılabilir. Bunun için de öncelikle a’dan z’ye NATO’ya dair ne varsa sorgulanmaya başlanmalı ve bu direncin önüne geçen ne varsa tek tek yıkılmalıdır.