Narin’e çıkan Yol

Toprak sarsılıyor ve unutmamıza izin vermiyor. Narinciğimizin adını yumruklarımıza yazıp, dişlerimizi sıkıyoruz ve ağzımızdan aynı isyan sözcükleri dökülüyor: Layığımız bu değildir.

Çağrı Kınıkoğlu

Yılmaz Güneyimizi yitireli kırk yıl oldu. 

Neredeyse yarım yüzyıl…

Bu neredeyse yarım yüzyılda neler neler değişti dünyada: Umutlarımızın ete kemiğe büründüğü ülkeler mi karışmadı tarihe; ekmek, gül ve hürriyet günleri için sokağa dökülen yüz binlerle bir nehir gibi akan sendikalar mı kuruyan pınara dönmedi; rüzgârda bir kızıl bayrak gibi salınan dizeler, notalar, cümleler, renkler, kareler mi atılmadı unutuşun kuyularına… 

Ve tabii Güneyimizin filmleri… Şu dijital çağda istenilen her an ulaşılabilirmiş gibi bir hissiyatın eşliğinde, o unutuş kuyusundakiler arasında onun filmleri de.

Ama işte hayat öyle bir şey ki, iyi ki mi demeli, maalesef mi, o unutuş kuyusunun içine kazıldığı toprak öyle sarsıntılarla çalkalanıyor ki, içindekileri yüzeye çıkarıyor, olanak tanımıyor unutmaya.

Yine bir sarsıntı yaşadık, çok ağır, çok yıkıcı, kahredici… Ve sarsıntı Güneyimizin “Yol”unu fırlattı yüzeye bir daha.

Sarsıntının hatırlattığı “Yol” filmi bir yangın alarmı, bir kıyamet borusu, bir isyandı!

Kendisi bir mektubunda şöyle anlatıyordu tasarısının konusunu: “Bir yarı açık cezaevinden mahkumlar bayram iznine çıkarlar. (…) Bizim hikâyesini konu edeceğimiz grup on kişi. (…) Değişik yörelerden, değişik bölgelerden, değişik gelenek göreneklerden insanlar. Acının, hüznün, özlemin, ayrılığın filmi bu (…) ” diye yazıyordu Ekim 1980 tarihli bu mektubunda. Kasım 1980 tarihinde bir başka mektubunda yine konu ediyordu filmini ve anlatacağı Türkiye’yi: “Öyle bir Türkiye ki, akıl almaz bir hızla gözlerimizin önünde dönecek…” Mart 1981’deki bir mektubunda ise karakterlerin artık altı kişiye inmiş olduğunu haber veriyordu.

Cezaevinden çıkan mahkûmlar memleketlerine gidecek ve sevdikleriyle buluşacaklardı. Konusu buydu filmin ama öyle bir örülmüştü ki film, az önce kurduğum cümledeki kelimelerin hemen hemen tamamı sorguya çekiliyordu adeta: Cezaevi, cezaevinden çıkmak, mahkûm, memleket, ulaşmak, sevmek, buluşmak… Ne demekti bunlar? 

Bir “namus meselesi” bekliyordu Seyit Ali’yi; Memed Salih’i ihanet, pişmanlıklar; Ömer’i ağabeyi hasreti; Mevlüt’ün mutluluk hayallerini “taassubun karanlığı”; Yusuf’u bir kafeste yaşayan kuşun kaderi… 

Öyle bir anlatıyordu ki Yılmaz Güney, öyle bir Türkiye akıyordu ki gözlerimizin önünde…

“Yol'a gelince: evet dışarısı da bir hapishanedir. İnsanların bunun bilincine varmış olması ileri bir şeydir. Yani içerdeyken dışarıyı özlüyorlar, ancak dışarıya çıktıktan sonra, dışarda da özgürlüğün olmadığı, dışarının da bir hapishane olduğunun anlaşılması ileri bir şeydir. Bunun içindir ki filmin sonunda insanlar düşünmeye başladılar. O hapishaneye mi dönelim, yoksa bu hapishane içinde mi kalalım, yoksa mücadele mi edelim?”

Sadece filmdeki ana karakterler değil, çevrelerindeki herkes… hep birlikte, tüm toplum arzularıyla koşulları arasında duvardan duvara vuruluyordu adeta.

“Layığımız bu değildir!” diye haykırıyordu Yılmaz Güney bu filmiyle, halkına ve memleketine dönük sevgisinin tüm şiddetiyle.

Karakterlerin her biri karşı karşıya kaldıkları ve kendilerini kuşatan korkunç koşullara karşı onları aşmak için bir tavır geliştiriyor, ancak bu tavır bir başka açmaza sokuyordu onları bir kez daha; gündelik, geçici çözüm çabası yalnızca daha büyük bir başka drama taşıyordu kahramanlarını: Seyit Ali’nin, Memed Salih’in, Ömer’in, Mevlüt’ün, Yusuf’un, karılarının, çocuklarının, analarının, babalarının, kardeşlerinin, arkadaşlarının layığı bu olamazdı!

Kokuşmuş karanlığa karşı isyan ediyordu Yılmaz Güney.

Ölümünün kırkıncı yılında karanlık bazı açılardan daha koyu, bazı açılardan aynı. 

Toprak sarsılıyor ve unutmamıza izin vermiyor.

Narinciğimizin adını yumruklarımıza yazıp, dişlerimizi sıkıyoruz ve ağzımızdan aynı isyan sözcükleri dökülüyor:

Layığımız bu değildir.