Naci Ağbal’ın ardından: Serbest piyasa öldü, yaşasın serbest piyasa!

Kavcıoğlu’nun gelişi tek bir şeyi anlatıyor: Sermaye sınıfı gemiyi yürütememekte, Türkiye kapitalizmi ne Berat Albayrak’ın ne de Naci Ağbal’ın politikalarıyla yaşadığı tıkanıklığı açamamaktadır.

Mehmet Tuna Doğan

Türkiye kritik gelişmelerin yaşandığı bir haftanın ardından, yine gece yarısı yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin toz duman ettiği bir cumartesiye uyandı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP’ye kapatma davası açtığı, yüzlerce parti yöneticisi ve üyesine siyaset yasağının istendiği, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınıp adı sanı duyulmadık garip bir vakfa devredildiği bir haftayı geride bıraktık. 

Cumayı cumartesiye bağlayan gece ise yine Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Naci Ağbal görevden alındı ve Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden kesin olarak çıktı. Önümüzdeki hafta Çarşamba günü de Tayyip Erdoğan’ın AKP 7. Kongresi’nde kendi deyimiyle "2023’ün manifestosu olacak" konuşması önemli olacak. Her yönüyle daha da hareketli bir döneme girdiğimiz çok açık.

Bir haftaya sığan tüm bu olaylar dizgesi, ABD Başkanı Biden’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’i katil olarak nitelediği ve önümüzdeki dönemde ABD- Rusya geriliminin daha da yükseleceğine işaret eden konuşmasını takip etti. Bu dikkat çekici zira Karadeniz’de NATO varlığı, Azerbaycan-Ermenistan gelişmeleri, Suriye savaşı ve S-400 alımı gibi birçok başlıkta Türkiye’yi ABD-Rusya geriliminden soyutlamanın imkânsız olduğu düşünüldüğünde belli ki AKP, emperyalizmin bu yeni geriliminde kendisine bir hareket alanı açıldığını düşünüyor. Nitekim geçen haftanın gösterdiği Erdoğan’ın gerek uluslararası sermayeye verdiği yüksek faiz tavizini geri çekmek, gerek Kürt hareketinin üzerindeki baskıyı daha da artırmak gerekse de İslamcı ajandasını uygulamak konusunda kendisini daha rahat/cesur hissettiğidir.  

Ağbal’ın gelişi…

Türkiye kapitalizmi kabaca 2015 yılından bu yana birikim rejiminde yaşanan sıkışmayı palyatif önlemlerle aşmaya çalışıyor; önlemler bir yandan Türkiye kapitalizmine kısa süre soluk alma fırsatı sunarken bir yandan da bir sonraki krizin zeminini hazırlıyor. Brunson vb. şoklar ise iki kriz arasındaki zaman mesafesini kısaltırken krizin de şiddetini artırıyor. 

Bu bağlamda Berat Albayrak yönetimi de birikim rejimi krizi yaşayan ve üstüne pandemi şokunu yiyen sistemi ayakta tutmak için yüksek kredi büyümesine sarıldı ve para politikası mümkün olduğunca gevşek tutuldu (düşük faiz politikası izlendi). Bunun doğrudan sonucu olan liradaki değer kayıplarını hafifletmek içinse merkez bankası rezervleri eritildi. Daha başından çaresizliği belli olan bu politikaların sonucu borçluluk oranlarında mutlak bir yükseliş, merkez bankası rezervlerinin tüketilmesi, enflasyonun kontrolden çıkması ve karşılığında istihdam ve kalkınma ile bağları tümden kopmuş bir büyüme performansı oldu. 

Tablonun rakamsal boyutunun yanı sıra faiz, birçok başlığın yanında çeşitli sermaye katmanları arasındaki gerilimin, mücadelenin önemli de bir alanı. Nitekim inşaat patronları, küçük ölçekli üretim yapan ve lira cinsi krediye göbekten bağımlı imalat sanayi burjuvaları vb. kamu bankalarının saçtığı düşük (yer yer reel bazda negatif) faizli kredilerden önemli kazanımlar elde etti, büyük kârlar sağladı. Diğer yandan uluslararası sermaye ve bünyesinde bankaları da barındıran Türkiye’nin büyük/geleneksel burjuvazisinin çıkarları, merkez bankasının ‘fiyat istikrarını gözeterek’ yüksek faiz uyguladığı daha ortodoks ekonomi politikalarından yanaydı. Üstelik pandemi ve yüksek faizle küçük ölçekli sermayede yaşanacak iflasların iştah uyandırdığı da çok açık.  

2003-2013 arasında hissedilmeyen çeşitli sermayeler arasındaki bu gerilimi hissedilir kılan birikim rejiminde yaşanan bahsettiğimiz tıkanmadır, pastanın küçülmesi ahengi bozmuştur ve TCMB Başkanlık koltuğu birbirini izleyen darbelerin arenasına dönüşmüş haldedir. Bu dönem boyunca AKP, sermayenin bir bütün olarak desteğini ve onayını alabilmek için elinden geleni yapsa da bu çaba istikrarsız ve kararsız bir ekonomi politikaları tablosu ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede Kasım ayına gelindiğinde düşük faiz-yüksek kredi büyümesi ve rezerv yakarak kurların belirli seviyelerde tutulmaya çalışıldığı ‘modelin’ yaşadığı büyük tıkanma, Erdoğan’ın geri adımıyla; Berat Albayrak ve ekibinin tasfiyesi ve yerine Naci Ağbal’ın atanması ve para politikasında ‘ortodoks’ politikalara tam boy dönüşle sonuçlandı. 

Ağbal’ın gidişi…

Ağbal göreve geldiği ilk günden itibaren, ‘merkez bankası bağımsızlığını’, fiyat istikrarı (enflasyonun hedefin (%5) etrafına çekilmesi ve bu seviyelerde kalıcılaştırılması) için gereken ne varsa yapılacağını vurguladı. Bunun net karşılığı faiz oranlarının sert şekilde yükseltilerek parasal koşulların sıkılaştırılacağıydı. Nitekim Ağbal’ın 6-7 Kasım’da göreve getirilmesinin ardından, Merkez Bankası politika faizini 19 Kasım’da 4,75 puan birden artırarak %10,25’ten %15’e taşıdı. Faiz 25 Aralık’ta 2 puan artışla %17’ye ve en son 18 Mart’ta 2 puanlık daha artışla %17’den %19’a çekildi. Yani kabaca 4 ayda faiz 8,75 puan artırıldı. Merkez Bankası 18 Mart toplantısının basın metninde ise “Gerekmesi durumunda ilave parasal sıkılaşma yapılacaktır.” diyerek daha fazlasının gelebileceğini belirtti. 

Merkez Bankası’nın bu adımlarıyla, Temmuz ayında %8’ler seviyelerine kadar gerileyen –ki kamu bankalarında daha ucuz olduğunu varsayabiliriz- lira cinsi ortalama ticari kredi faizleri %20’lerin üzerine taşındı, son faiz artırımıyla bunun %25’lere uzanması da kuvvetle muhtemeldi. 

Ağbal’ın yüksek faiz politikalarına uluslararası sermayenin gecikmeyen cevabı ülkeye portföy girişlerindeki canlanma oldu; 2020 yılı Ocak-Kasım döneminde Türkiye hisse senedi ve tahvil piyasalarından toplam/net 13,5 milyar dolar civarı çıkış gerçekleştiren ‘yabancı yatırımcılar’, 12 Kasım 2020 ve 12 Mart 2021 haftaları arasında 5 milyar dolar civarı giriş gerçekleştirdi.  Madalyonun diğer tarafında ise yükselen kredi faizleri nedeniyle ağlayan sermaye kesimleri var. Bunun için Merkez Bankası toplantısından bir gün sonra, 19 Mart’ta Yeni Şafak Gazetesi’nin manşetten verdiği habere bakmak yeterli.

Tabloda düzen muhalefetinin konumu…

Türkiye’de Şubat itibariyle resmi tüketici enflasyonu %15,6. Yükselişin en azından Mart ve Nisan rakamlarında da devam etmesi bekleniyor. Döviz kurları son dönemdeki gevşemeye rağmen hâlâ oldukça yüksek seviyelerde ve pandeminin ekonomi üzerindeki gölgesi nin kalkması - büyüyen 3. dalga riski düşünüldüğünde- şu aşamada söz konusu bile değil. Buna Ağbal’ın uyguladığı para politikasının arkasında geleneksel sermayenin de tam desteğinin olduğunu eklemek gerekir. Dolayısıyla tablo bu iken, atılan son adım, AKP’nin kendisini Kasım ayında para politikasındaki ray değişimini geriye çevirebilecek bir düzlemde gördüğüne işaret ediyor. Bunun kaynağını ileriki günlerde daha iyi anlayabileceğiz. 

Öte yandan Cuma tasfiyesinin ardından ilk elden lirada bir tur daha değer kaybı yaşanması ve bunun gelecekte enflasyonu beslemesi, faiz hadlerinin aşağı çekilerek ilave borçlanmanın teşvik edilmesi vb. gelişmeler göz önüne alındığında, buradan emekçiler için iyi bir sonuç çıkması elbette söz konusu değil. 

Olan bitenler karşısında başını CHP’nin çektiği düzen muhalefeti ise Türkiye ekonomisinin yaşadığı yıkımda sermaye sınıfının baş aktör rolünün üzerini örtmekte ve sermayeye, Türkiye kapitalizmini “2003-2007 altın dönemine” sağ salim taşıma vaadinde bulunmaktadır. Konsolidasyonun bir kaç yıl öncesine göre çok daha yüksek olduğu aşikâr olan ‘millet ittifakı’ halk nezdinde yaşanan iktisadi yıkımın yegâne nedeninin “tek adam rejimi, damat, beşli çete” vb. olarak kabul görmesi, emekçi halkın biriken öfkesini kapitalizmden ve sermaye sınıfından uzak tutmak için var gücüyle çalışmaktadır. En azından 4 ayı biraz geçen görev süresi boyunca Ağbal’a doğru düzgün tek söz etmeksizin, dilinden ‘damat’ sözcüğünü düşürmeyen dünün IMF memuru bugünün CHP şefi Faik Öztrak, Ağbal’dan bir teşekkürü hak etmiştir. 

Bu bağlamda Pazartesi günü finansal piyasalarda sert dalgalanmalar ve Türk Lirasında şiddetli değer kayıpları görmemiz şaşırtıcı olmayacak ve yine şaşırtıcı olmayacak şekilde yaşananların tek müsebbibinin Erdoğan ve şürekâsı olduğunu dile getirenleri de göreceğiz. Oysa Murat Uysal’ın gidişi Naci Ağbal’ın gelişi, Naci Ağbal’ın gidişi Şahap Kavcıoğlu’nun gelişi tek bir şeyi anlatıyor: Sermaye sınıfı gemiyi yürütememekte, Türkiye kapitalizmi ne Berat Albayrak’ın ne de Naci Ağbal’ın -Ali Babacan/Mehmet Şimşeklerden devraldığı- politikalarıyla yaşadığı tıkanıklığı açamamaktadır.

Bu nedenle yalnızca AKP’ye değil, aynı zamanda düzen muhalefetinin yalanları ve emekçilere dayattığı “bu gitsin de ne olursa olsun” çaresizliğiyle de mücadele, yani ‘bin bir suretli düzen partisiyle’ bütünlüklü bir kavga emekçilerin cephesini inşa etmek için her zaman olduğundan daha fazla önem taşıyacak.