''Modigliani’nin resimlerindeki ilkel güzellik, insanın kendini betimlediği eski tarihsel biçimlerle ilişki kurar, onlarla konuşur ama aynı zamandan modern zamanlarda yeniden ifadesini bulur.''
Fide Lale Durak
*Kapak resmi: Amadeo Modigliani, 1919, Otoportre, Çağdaş Sanatlar Müzesi-Sao Paula
İlkel sanat (Primitivizm), modern sanatın başlangıcında onun önemli ilham kaynaklarından biri olmuştur. 20. yüzyılın başında modern sanatta ilkelcilik etkisi bambaşka bir kol oluşturur. İlk kez 1905 yılında, Matisse, Derain gibi fovist sanatçıların ilkel sanatı keşfettiği söylenebilir. Özellikle Afrika sanatının indirgeyici anlatım biçiminden etkilenen sanatçılar, bu özellikleri modern sanat için tekrar yorumlarken renkleri de ham halleriyle ya da ilkel kelimesine atıfla söylersek ilk(el) halleriyle kullanmışlardır. Picasso’nun da ilkel sanatı Matisse sayesinde keşfettiği ve onunla birlikte modern sanatı bir zirveye taşıdığı söylenebilir. 1907’de yaptığı Avignonlu Kadınlar resminde, yüzlerine Afrika maskı geçirilmiş gibi boyanan figürler, ilkel sanatın modern sanattaki çarpıcı örneklerinden birini oluşturur.
Ressamlar, heykeltıraşlar kendi özgünlüklerini, ilkel sanatta buldukları doğrudan ve sembolik anlatımla birlikte oluştururken, sanatın temel tartışmalarından olan “espas” (derinlik) sorununa da yeni bir cevap bulurlar. Örneğin Rönesans’ta derinlik, belli kurallar çerçevesinde çözülmüş ve illüzyon yaratacak kadar gerçekçi sonuçlara ulaşılmıştı. Bu dönemdeki birçok portre resminin arka planında, geriye doğru uzanan gerçekçi manzaralar öndeki portre ile derinlik oluşturarak gerçekçilik hissini artırırdı. İlkelcilik ile bu çözüm toptan reddedilmiş ve resmin iki boyutlu yüzeyindeki tartışma derinleştirilmiştir.
Modern dönemde ilkel sanat etkileşiminde işler üretmiş bir başka önemli isim Modigliani’dir. Sanatçının ilk resimlerini 1907-1909 aralığında görürüz, resimsiz geçen beş yılın ardından tekrar 1914 yılı itibariyle resimleriyle karşılaşırız. Çünkü 1909-1914 aralığında, heykeltıraş arkadaşı Brancusi’nin de yönlendirmesiyle çoğunlukla heykel üretmiştir. Portre ve figür ağırlıklı çalıştığı heykelde de başarılı olarak 1912’de Salon’da (Salon d’Automne) sergilediği heykellerinin dikkat çekmesine karşın bir süre sonra heykeli bırakarak resim yapmaya geri dönmüştür. Modigliani’nin çocukken yakalandığı ve peşini hiç bırakmayan hastalıkları (verem ve tifo), onu sürekli zayıf düşürmüş ve muhtemelen heykel yapmanın gerekli kıldığı fiziksel zorluklar da tekrar resme dönmesinde etkili olmuştur.
Modigliani’nin resimlerindeki kendine özgünlük, daha çok onun heykelle olan alâkasından kaynaklanır. Örneğin, 1907’de yaptığı Maude Abrantes’in Portresine baktığımızda siyah kontörlerin göze çarptığı, hacmi oluşturacak tonların uygulanmayıp derinlik etkisinin yüzeyle sınırlı kaldığı ve hatta yarattığı duygu, renklerin kullanışı, figürün uygulanışı bakımından Picasso’nun Mavi Dönemiyle benzerliklerin hissedildiği bir çalışma görülür. 1915’te yaptığı, muhtemelen aynı zamanda arkadaşı da olan, Ukraynalı heykeltıraş Léon Indenbaum’un Portresine baktığımızda ise, tüm tek yüzey boyamasına rağmen yüzünde garip bir hacim hissederiz. Dikkatli baktığımızda alnında, gözlerinde, elmacık kemiklerinde hacim oluşturmak için uygulanmış renk tonlarını fark edebiliriz.
Modigliani’nin ilk resim dönemi ile ikincisi arasında heykel yaptığını söylemiştik. Arada oluşan etkileşimi anlamak için bir heykeline daha yakından bakalım. 1912’de yaptığı Kadın Başında uzattığı yüz ve simgeleştirdiği göz, burun, ağız ile oluşturduğu biçimin, Afrika maskları ile benzerliği aşikârdır. Resimlerindeki hacimselliğin heykellerindeki minimalist yaklaşımla sınırlı olduğu ve kendine özgü biçimin heykellerinin ardından orta çıktığı söylenebilir.
Modigliani’ni daha çok 1915 ve sonrasında yaptığı resimleriyle bilinir. Portrelerinin çoğu sanki bir Afrika maskı gibi yüze takılmak için yapılmış da takan kişinin görebilmesi için gözleri boş bırakılmış gibidir. Boş bırakılmış gözler ve indirgenmiş yüz hatlarıyla ifadesiz ve birbirine benzeyen portreler oluşması beklenir ama tersine ifadeler hep çok güçlüdür. Aynı ilkel sanatta olduğu gibi anlatı, abartıyla güçlendirilir. Kimi portrelerde küçük ağızlar, gözler, kulaklar, kimilerinde uzun boyunlar, burunlar, gövdeler istenen ifade için deforme edilerek kullanılır. Ve, hepsinde yoğun duygu vardır.
Modigliani’nin hayatı, Andy Garcia’nın başrolünü oynadığı bir film nedeniyle genelde biliniyor. Filmde özellikle Picasso ile olan ilişkisi oldukça abartılı anlatılıyor. En genel ifadeyle aralarındaki ilişki, Modigliani’nin Picasso’dan etkilendiği ve Picasso’nun da Modigliani’nin sanatını takdir ettiği ve ikisinin de Paris’in bohem hayatında ortak kafeleri, sanat ortamlarını, sergi alanlarını paylaştığı bir arkadaşlık olarak özetlenebilir. Modigliani’nin, alkol ve afyon bağımlısı olduğu, 1920’de henüz 35 yaşındayken tüberküloz ve menenjit nedeniyle öldüğü düşünülürse, zaten daha fazla arkadaşlık ya da düşmanlık için ömrü yetmemiştir.
Modern sanatın içerisindeki bir kolun ilkellik arayışında olduğu, yeni ve avangard olanın kendine yer açabildiği ve resmin özüne doğru bir tartışmanın kovalandığı bir dönemde; Picasso’nun da dikkatini çeken şey, Modigliani’de hem anonim bir estetiğin hem de sanatçının bireysel özgünlüğünün hissedilebilmesidir. Modigliani’nin resimlerindeki ilkel güzellik, insanın kendini betimlediği eski tarihsel biçimlerle ilişki kurar, onlarla konuşur ama aynı zamandan modern zamanlarda yeniden ifadesini bulur.
Tarihselliğin gücü, onu parçalamaya çalışan ve bu konuda da oldukça becerikli olan postmodernizme rağmen, beğenimizde, davranışımızda ve algımızda kendini gösteriyor.
2025’e başlarken, yeni bir yılın yazımında tarihselliğin gücünü hatırlamamıza…