Kime iyi yazar denmez? Mario Vargas Llosa’nın ardından

Zira “iyi yazar” olmak, sadece bireysel bir yetenek ya da biçem sorunu değil. Edebiyatın bir vicdan ve toplumsal sorumluluk alanı olduğu göz önüne alındığında, siyasal duruştan, sınıfsal bakıştan bağımsız bir “iyilik” de söz konusu değil.

Kaya Tokmakçıoğlu

Geçtiğimiz hafta yaşama veda eden Mario Vargas Llosa’nın ardında bıraktığı külliyat kadar, temsil ettiği dünya görüşü ve siyasal konumlanışı da “iyi yazar” sıfatının tekrar tartışıldığı bir gündemi beraberinde getirdi. Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra yaptığı ilk açıklamada, “Gelecekte özgür yaşamak istiyorsak iyi edebiyat çok önemlidir, çünkü iyi edebiyat iktidardakilerin kolayca yönlendiremedikleri yurttaşlar yaratır,” diyordu Perulu yazar. Ona göre, edebiyat “eleştirel ruhu” uyandıran, tüm diktatörlüklerin korktuğu bir alandı. Edebiyatın, kitapların, dijital çağda “banalleşme” riski taşıdığını da söylüyordu. Ne var ki Llosa’nın bu “evrensel özgürlükçülük” söyleminin altı, onun siyasal tutumları ve yazdıklarıyla birleştiğinde son derece muğlak, hatta çelişkili bir tablo ortaya çıkartıyor. Zira “iyi yazar” olmak, sadece bireysel bir yetenek ya da biçem sorunu değil. Edebiyatın bir vicdan ve toplumsal sorumluluk alanı olduğu göz önüne alındığında, siyasal duruştan, sınıfsal bakıştan bağımsız bir “iyilik” de söz konusu değil.

Boom Kuşağının Ayrıkotu ve Bir Yumruğun Anatomisi

Llosa, 1960’larda Latin Amerika'nın Boom kuşağının bir parçası olarak parladı. Gabriel García Márquez, Julio Cortázar ve Carlos Fuentes gibi yazarlarla birlikte kıtanın edebiyatını dünya sahnesine taşıdı. Kent ve Köpekler (1963), Yeşil Ev (1966) gibi romanlarla kıtanın edebiyatına yeni bir soluk getirdi. Ne var ki, bu kuşağın pek çok üyesi zamanla toplumsal mücadelelerle daha sıkı bir bağ kurarken, Llosa tam tersi yönde ilerlemeyi seçti. Bu tercihte, sıkça anlatılan bir hikâyedeki magazinel detaylardan çok yazarın ideolojik tercihleri ön plana çıkar.

Söz konusu hikâyenin iki kahramanı Gabriel García Márquez ve Mario Vargas Llosa’nın 60’lı yıllarda başlayan dostlukları, Latin Amerika edebiyatının yükselişiyle koşut gitti. Her iki yazar hem siyasette hem de edebiyatta kıtanın kaderini değiştirmeye soyunmuşlardı. Hatta Márquez, Llosa’nın Kent ve Köpekler romanını yayınlatmak için uğraşmış, onun yeteneğine hayranlığını açıkça dile getirmişti. Tarihler 12 Şubat 1976’yı gösterdiğinde Meksiko kentinin Ulusal Film Arşivi’ndeki bir film gösterimi sonrası dostane bir biçimde kendisine sarılmaya gelen Márquez’e sert bir yumrukla karşılık veren Llosa on yıllarca sürecek bir küskünlüğe yol açtı. “Bir gün bunun uzun bir hikâyesi olacak,” demişti Márquez. Yıllar sonra kavganın nedenine dair bir soruya ise Llosa şöyle yanıt verdi: “Sorduğunuz bu şey özel bir meseledir. Anlatmamak üzere anlaştık.” Rivayetlere göre Llosa’nın yumruğu (kıtadaki machismo kültürünü yansıtacak bir biçimde), eşi Patricia ile Márquez arasında birkaç yıl önceki yakınlaşmadan duyduğu rahatsızlığın dışavurumuydu ve Llosa kamusal alanda bir güç gösterisi sahneliyordu. Öte yandan, Boom kuşağı bu yumrukla iki kampa ayrılıyor; büyülü gerçekçiliğiyle daha kolektif, halkçı, sol eğilimli bir çizgide üretimine devam eden Márquez ve karşısında liberal, Batıcı ve bireyci bir perspektifle hareket eden Llosa kuşağın yazarlarını da istemsizce taraflaşmaya zorluyorlardı. Birbirine taban tabana zıt dünya görüşlerini temsil eden bu iki kamp Latin Amerika solunun içindeki yarılmayı da beraberinde getirdi. Dolayısıyla Llosa’nın attığı yumruk ideolojik/siyasal bir bölünmenin de simgesiydi.

Özellikle 1970'lerden sonra, Latin Amerika soluna duyduğu mesafe, Llosa’yı yalnızca politik olarak değil, edebiyatın işlevi konusunda da farklı bir çizgiye taşıdı. Cortázar’ın devrimci yazılarında ya da Márquez’in Fidel Castro ile kurduğu dostlukta görülen halkçı damar, Llosa’da yerini bireyci, burjuva ideolojisine özgü bir özgürlük anlayışına bıraktı. Perulu Marksist önder ve denemeci José Carlos Mariátegui (1895-1930) hakkında 1971 yılında yazdığı ağır eleştiriler, Latin Amerika solunun pek çok entelektüelinden tepkiler almasına yol açtı. Llosa’nın bu çıkışı, Boom kuşağının sadece estetik değil, politik olarak da ikiye bölünmesine işaret ediyordu. Ona göre edebiyat, “totaliter hayaller”in değil, bireysel özgürlüğün ifadesi olmalıydı. Ancak bu özgürlük anlayışı, onu zamanla piyasa yanlısı söylemin edebiyattaki taşıyıcısı haline getirdi. Bu dönüşüm, sadece köşe yazılarına değil, romanlarındaki ideolojik altyapıya da yansıdı.

Mario Vargas Llosa’nın romanları çoğu zaman sömürgecilik, şiddet, iktidar ilişkileri ve birey-devlet çatışması gibi temaları işler. Ancak bu temaları işlerken yöneldiği çözüm her zaman "liberal bir bireycilik" olmuştur. Bu romanların hiçbirinde sınıf mücadelesi, kolektif örgütlenme ya da halkçı bir kurtuluş tahayyülü yer almaz. Aksine, sosyalizm, devletçilik ve halkçı liderlikler, çoğu zaman otoriterlikle eşanlamlı olarak sunulur. Bu tutum, Llosa'nın Latin Amerika’daki pek çok lideri —Fidel Castro, Hugo Chávez, Evo Morales, Rafael Correa— hedef alan köşe yazılarıyla da örtüşür.

Başkan Adayından Batı’nın Entelektüeline

1990 yılında Peru’da devlet başkanlığına aday olan Llosa, neoliberal politikaları savunan bir kampanya yürüttü. Özelleştirmeler, serbest piyasa, devletin küçülmesi gibi IMF patentli reçetelerle halkın karşısına çıktı. Kampanyasında sıkça “devletin elini halkın cebinden çekmesi gerektiği” vurguladı. Seçimi kaybettiğinde karşısındaki aday Alberto Fujimori idi; ironik biçimde Fujimori de iktidara geldikten sonra benzer neoliberal politikaları uyguladı. Ancak Llosa'nın bu süreçte edindiği kamusal aydın rolü, çoktan değişmiş yazarlık kariyerini bir üst aşamaya taşıdı. Artık yalnızca bir romancı değil, aynı zamanda Latin Amerika sağının küresel sözcüsü, Washington merkezli liberal düşünce kuruluşlarının gözdesiydi. Nobel Edebiyat Ödülü’nü 2010’da aldığında yaptığı konuşmada bireysel özgürlükten, piyasa ekonomisinin gerekliliğinden ve “ideolojik tutkulara” karşı edebiyatın gücünden söz etti. Bu sözler, onun tarafsız değil, aktif bir ideolojik özne olduğunu bir kez daha gösterdi. Latin Amerika’daki sol hükümetlere ve halkçı projelere yönelik sistematik eleştirileri, zamanla “liberal entelektüel” etiketinin ardına saklanan bir karşı-devrimci pozisyona dönüştü. Bu yeni pozisyon, onun edebî üretimini de şekillendirdi. Kelt Rüyası (2010), Latin Amerika tarihini Batılı bir liberal kahraman üzerinden yeniden kurgularken; Mayta’nın Öyküsü (1984) bürokrasiyi yerden yere vurduğu halde, sorunun kökenine değil sadece belirtilerine odaklandı. Yazar, halkçı iktidarların yol açtığı sorunlardan söz ederken; piyasanın, emperyalizmin, toplumsal eşitsizliklerin adını neredeyse hiç anmadı.

Latin Amerika’ya Avrupa’dan Bakan Bir Kozmopolit

Llosa, yıllar içinde İspanya vatandaşlığına geçti; Avrupa'nın sağcı entelektüel çevrelerinde saygın bir figür haline geldi. Fransız Akademisi üyeliğine seçildi. El País gibi yayınlarda yazdı, Avrupa sağının etkinliklerinde konuşmalar yaptı. İspanya’da özellikle Vox gibi sağcı partilere yakınlaştığı yönündeki haberler, onu Latin Amerika’daki ilerici çevrelerden daha da uzaklaştırdı. Böylece, Latin Amerika'nın içinden gelen ama dışarıdan konuşan bir figüre dönüştü. Bu süreçte Latin Amerika’ya yalnızca “konuşan” değil, adeta “vaaz veren” bir figür olarak, kendi coğrafyasına yukarıdan bakan, onu sürekli Batı değerleriyle terbiye etmeye çalışan bir pozisyona yerleşti. 2007’de The Guardian’a verdiği bir röportajda, Chávez için “Latin Amerika’nın altını oyan bir demagog” ifadesini kullandı. Yine aynı röportajda, Küba için “özgürlüğün mezarı” benzetmesi yaptı. Bu tür ifadeler, yalnızca ideolojik duruşunu değil, Batı’daki egemen sınıfların Latin Amerika imgelemini de yansıtıyordu.

Llosa’nın yazarlığı, bireysel özgürlük ve direnişi vurgulayan bir çerçeveye yerleşse de bu direnişin nereye yöneldiği ve kimlere karşı olduğu, esasında onun ideolojik tercihlerinin ipuçlarını verir. Latin Amerika’nın tarihi boyunca var olan halkçı ve devrimci hareketler, onun politik ve edebî yolculuğunda sıklıkla birer hedef haline gelmiştir. Bu durum, onun eserlerinin ideolojik derinliğini sorgulamak için önemli bir anahtar sunar. Edebiyatın toplumsal değişim için bir araç olması gerektiğini savunarak, sanatçıyı başkaldıran, eleştiren, toplumsal yapıyı sorgulayan bir figür olarak tanımlamak mümkünken, Llosa'nın eserlerinde tam tersine, toplumsal yapıyı pekiştiren, değişimdense sabır ve bireysel özgürlük gibi kavramlara odaklanan bir yaklaşım göze çarpmaktadır. Özellikle 1990’larla birlikte gelen siyasal yönelimi ve faşizan söylemleri edebiyatını derinden etkilemiş, bireysel özgürlüklerin hikâyesini anlatmaktan çok kapitalizmin ve emperyalizmin amansız bir savunusuna adanmıştır.

Ardında azımsanmayacak bir külliyat bırakan Llosa, edebiyatını dilin zarafetiyle değil, gerici dünya görüşünün hoyratlığıyla şekillendirdi. Yazdıkları, bir halkın acılarını dile getirmekten çok, o acılara neden olan düzenin aklanmasına hizmet etti. Kalemini halkın sesine değil, piyasanın suskun terazisine bıraktı. Orada ne yoksulların adaleti ağır bastı ne de devrimlerin umudu. Tarih, yalnızca ne yazıldığını değil, kimin için yazıldığını da kaydeder. Ve Llosa’nın sayfalarında, Latin Amerika’nın direnenleri değil; onların karşısına dikilen çıkarlar anlatıldı. Gabriel García Márquez’e attığı yumruk, kişisel bir öfkenin değil, halkçı bir tahayyüle karşı duyduğu ideolojik tahammülsüzlüğün sembolüydü. O yumruk, sadece bir yüze değil, bir hayale indirildi — eşit, özgür ve adil bir Latin Amerika hayaline. Şimdi, ardında kalan sessizlikte, o hayalin sesi yankılanmaya devam ediyor. Bizlerse o yumruğu asla unutmuyoruz.