50’li yılların ikinci yarısı. Adana’da, on sekizinde bir delikanlı. Okumaya, edebiyata meraklı. Adana’da bir film şirketinde çalışıyor. Kendi ifadesiyle, kazandığı paranın büyük bölümü kitaba gidiyor. Lise yıllarında başlıyor ilk öykülerini yazmaya. Arkadaşlarla para toplanıyor, dönemin edebiyat dergileri alınıyor, okunuyor: Varlık, Yeni Ufuklar, Pazar Postası… Henüz sosyalizmi bilmiyor. Anlamaya çalışıyor, yaşadıklarını, gördüklerini anlamlandırmaya ve anlatmaya. Bir insan, kendini inşa ediyor…
Yılmaz Güney, 70’li yılların sonunda Güney dergisinde yayımladığı Oğluma Hikâyeler başlıklı öykülerini bir yana bırakırsak, 1955 ile 1958 arasında yazar öykülerini. Vedat Günyol’a 1957 yılında yazdığı bir mektupta öykülerinden söz ederken yazdıklarını “sosyal sürrealizm” olarak tanımlamaktadır. Çalıştığı film şirketlerinin oynattığı filmler, izledikleri, gözlemleri üzerinden sinemasal bir dil daha o zaman öykülerinin yapısal parçası haline gelir. Yılmaz Güney’in öykü ile başlayan, romanı arzu eden edebiyat tutkusunun bir gün sinemaya akacağının işaretleridir. Varoluşçu bir duyuş ile gerçeküstü ve gerçekçiliğin kol kola yürüdüğü öykülerde yer yer fantastik unsurları kullanır, yoksul halkın yaşantısını karakterlerin bilinçaltını da sunarak anlatmaya çalışır. Okur için bir not: Sait Faik’in öykücülüğümüzde yeni bir kulvar açan son eseri Alemdağ’da Var Bir Yılan 1954’te yayımlanmıştır.
'Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri' ve komünizm propagandası
Yılmaz Güney’in ilk öyküsü Ekim 1955’te On Üç dergisinde yayımlanır. Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri isimli öykü nedeniyle hakkında daha sonra komünizm propagandası yapmak iddiasıyla dava açılacak, 1961 yılında temyiz sürecinin ardından Güney bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezası alacaktır. Öykü, yapısı itibariyle çok katmanlıdır. Yılmaz Güney bu öyküde bir tiyatro sahnesi çizer ancak zaman zaman okuru sahne gerçekliğinin dışına çıkarır. Anlatıcı, sahneyi dışarıdan izleyen olmasına rağmen an gelir sanki oynayan birinci şahsın kendisi olur, sonra yeniden kendi anlatıcılığının dışına çıkar. Zengin bir genç erkek ile bir hayat kadınının diyalogları içinde seyirci-okur sahnelenen ve okudukları ile yüzleşmeye davet edilir. Öyküdeki hayat kadını kendisine birlikte yeni bir hayat kurmayı teklif eden zengin gence aralarındaki eşitsizliği anlatır: “İnsanlar hep senin gibi olmazlar. Herkes bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı; cennet olurdu buraları. Cennet.” Öykünün sonunda hayat kadınının kendisini çağıran “sarı oğlana” gitmeye yeltenmesi üzerine o ana kadar iyi yanı ile gördüğümüz zengin karakter “Ona mı gidiyorsun? O basit bir işçi…” diyerek öfkelenir. Bu anda hayat kadınının öfkesi, “ben de işçiyim” demesi ve öfkesinin sınıfsal içeriği devreye girer: “Ah domuzlar sizi. Domuzlar. Bir gün hepinizin topunu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman!”
Gençlik öyküleri
Unutulmuş Adam öyküsünde Yılmaz Güney’in çığlığı bir bayram günü şehrin kenar mahallelerinin birinden duyulur. “Ben de sizler gibi balon patlatmak, atlı karıncaya binmek, cigara içmek, gülmek istiyorum” der. Bir bayram günü şarap içenlere, bir bankacı kıza, küçük insana hareketli biçimde çevrilen bir kamera gibidir anlatısı. Unutulmuş adam, dünyaya, akıp giden hayata, bayramı kutlayabilenlere, ayakkabılarının dibi delik yoksula, sancılarını duyumsadığı herkese çığlığını ulaştırmak ister: “Duyuyor musunuz? (...) Bu dünya sizindir.”
İçimizden Biri öyküsünde köyden göçenin yok sayıldığı, yalnızlaştığı kente ve o kentin insanlarına öfke biriktirmektedir öykünün kahramanı. Yılmaz Güney onu birinci şahıs olarak karşımıza çıkarır, gösterir, okuyanı/izleyeni rahatsız etmeye çalışır. Açlarla tokların çelişkisinin yaşantımızın orta yerinde, kentte görülmeyen, görülmek istenmeyen, görünmezmiş gibi davranılan anlatıcı kahraman üzerinden aktarılması, yok sayılanın bir özne olarak karşımıza dikilmesi adına yapılmış bir tercihtir: “Topraksız köylülerle birlikte kente geldik. Bozkır çiçeklerini, kerpiç evleri bırakıp. İnsan içine girecektik. Yağmur yağıyordu. Kapınızı çaldık. Açmadınız.”
Kötüsünü de Seviyorum Şu İnsanların öyküsünde, dışarıdaki yağmurdan kaçıp girdiği pastanede sıcak salebini içerken başlangıçta kendisini yalnızlık içinde duyumsayan karamsar bir adamın (aynı zamanda öykünün anlatıcısı) yağmur dindikten sonra, dışarıdan pastane vitrinine bakan yoksul bir çocuğa salep ısmarlaması ile değişen ruh haline tanık oluyoruz. Karamsarlığı yalnızlıktan kaynaklı adamın ruh hali salebi ısmarladığı çocuğun varlığı ile değişir: “Girdiğimde sessiz olan bu yer, şimdi insan kokusu ile dolu. Onların çılgın çocuksu neşesi, sevinci sevincim oluyor. İyisini de kötüsünü de seviyorum şu insanların.”
Yasaklar Hiç Bitmeyecek, gerçeküstü bir anlatı olarak karşımıza çıkar. Dokuz aydır işsiz olan anlatıcı, alt sınıflara yasak olan yaşama itiraz eder: “Bu yasaklar hiç bitmeyecekti. Yasakların arkasında bir adam gülecek, biz bu yasakların içinde eriyip gidecektik. Ne yapsak yasak. Sevsen yasak. Konuşsan yasak. Yazsan yasak. Tüm ömrümüz böyle geçecekti.” İçindeki sancıyı dindirmek için Van Gogh gibi kulağını keser öykünün kahramanı. Yaşamak güzeldir, ama nasıl yaşamalı? Yoksullara yaşamak bile yasakken yoksulluk neden yasak değil? Okur hayatın mevcut dengesine itiraz eden, ama bir çıkış bulamayıp neredeyse bir delirme halinde kendisine ölmek dışında bir eylem bulamayan karakterin gözünden bu sorularla başbaşa bırakılır. Kendini sulara bırakanın ölümü alkışlanacak mıdır?
Üç Köşeli Dörtgen’de yoksulların şarap sofrasına, onların bilinç akışında iç içe geçen diyaloglarına, düşüncelerine tanık oluruz. Öykünün adı sembolik olarak kendi nesnel gerçekliği ile uyumsuzdur, eksik bir şeye işaret eder. Yoksulluk, onunla baş edemeyiş, yaşamın bu biçiminin sorgulanması ile öykü ilerler: “Yağmurlardan korkardı. Yağmurlar büyüktü. Yükleri belirsiz. İri pabuçlarının dibi delik olanlar korkardı yağmurlardan. (...) Pardösüsü olanlar kışı özlerdi. Ekmeği olanlar akşamı, uykusu olanlar geceyi beklerdi…” Bütün bu düşüncelerin içinde “üzülme Sadık, düzelir” diyen sestir içimizi ısıtan.
Mavisiz Yalnızlık’ta Ceyhan’da köprü üzerinde resim yapan Orhan’ın tuvalinde hareket eden hayat ve karakterler, Orhan’ın onlarla ilişkisi, mavi rengin azlığı, resme konu olanların istekleri yine gerçeküstü bir kurgu içinde aktarılır. Ona’da ateşi yükselen ama parasızlıktan doktora götürülemeyen küçük kız, gelin olarak kaçırılan küçük kız, Çin’de pirinç tarlalarında çalışan Ona, hepsi bir sayıklama halinde gibi iç içe geçer ve Yılmaz Güney’in kentinde bilinir ki “Taş köprüden geçen bütün insanlar mutluluğa gitmezler.”
Sürüngenler’de bir rüyanın içinde gibi içine sıkıştığımız ya da ait olmadığımız bir dünyadan çıkışı ararız. Yılmaz Güney tüm gerçeküstü unsurların arasında gerçeğin ta kendisine bakar her zaman olduğu gibi: “Çocuklar, sabahları adamların papuçlarını boyuyorlar. Sonra, boş kalınca, her biri eline sabunlu bir bez alıp gökyüzünü sabunlu suyla iyice yıkıyorlar. Bir kısmı da sabah karşı sokakları temizliyor. Bütün çalışmaları ilk bakışta kendileri için görünüyor. Karanlıklarında para alıyorlar. Ama hiçbir zaman, kendileri için parlattıklarını sandıkları gökyüzü altında rahat bir soluk alamadılar.”
Lastik isimli öyküde bu defa tamamen gerçekçi bir estetik karşımıza iki çocuk çıkar. Yoksul mahallesinde lastik bulan, kıçının yırtığı olmayan bir pantolonun, pastaneden sıcak, taze börek yemenin hayalini kuran Ali ile Çolak’ın hikâyesine tanık oluruz. Lastiği satıp eve ekmek, peynir, soğan almaktır istekleri. Paraları artarsa hiç yemediği taze börekten yemektir Çolak’ın düşü, işsiz babasına kaliteli tütün götürmek Ali’ninki. Orhan Kemal öykülerini andırır.
İyi Günler Pazarı ise düşünce ve iç konuşmalarla zaman geçişlerinin arasında bir gitmekten, terk etmekten vazgeçme öyküsüdür. Öykünün kahramanı fakülte okumak için geldiği şehri, sevdiği kadını terk edip ailesinin yanına dönüp dönmeyeceğine karar vermeye çalışır. “‘Senden önce burda kalan çocuklar fakülteyi bitirip gitmişti’ dedi. ‘Onlar da öğleden sonra işe gidiyorlar mıydı?’ dedim. ‘Yok’ dedi, ‘her ay paraları gelirdi.’” Ancak gitmez, yeni bir hayatın öznesidir artık, hayatla baş etmeye, sevdiğini terk etmemeye kararlıdır.
Kendini yeniden inşa etmek
Kendini inşa eder Yılmaz Güney. Öyküleri bir başlangıçtır. İlk öyküsü nedeniyle 1961 yılında cezaevine girerken kendi kendisine şöyle söyler: “Burada 1,5 yıl yatacaksın. Altı ay da sürgünün var. Bir program yap kendine… sen roman yazmak istiyorsun. Burada roman yazmanın en iyi şartları var. Bir; roman yaz. İki: siyasi olarak belli hedeflerin var. Kendine sosyalist diyorsun. Komünizm propagandasından ceza yedin. Bunu öğrenmeye çalış. Üç: çıkınca ne yapacaksın, sanatla, sinemayla ilgileneceksin. O zaman sinemadaki taktiğin, stratejin, hedeflerin ne olacak? Bunları tespit et.”
Bir iradedir bu. Öfke duyduğunu ve sevdiğini, arkasını döndüğünü ve kavuşmak istediğini, reddedip tarihin çöplüğüne göndermek istediğini ve ümit ettiğini… hepsini daha iyi anlama, anladıkça daha iyi anlatma, anlatmak için yaşama, bütün bunları yaparken kendi kendisini yeniden kurma, bir heykel gibi yontma, her an bir yeniden inşa iradesi… Adanalı on sekiz yaşında delikanlının, Asaf Güven Aksel’in Solabakan Portreler’deki tanımlamasıyla “Yenice’nin yılkı atı”nın gençlik öyküleri ile başlayan yolculuğu bu kuruculuk çabasından bağımsız anlaşılamaz.
Gençlik öykülerinin anlamak için bir başlangıç olmasını umarak…