Karnesiz çocuklar bu yıl da tarladaydı: Okula gidemeyen mevsimlik tarım işçilerinin çocukları, karne gününü çapa yaparak geçirdi.
Özkan Öztaş
Hava sıcak. Bu aylarda Konya’da pancar tarlalarında çalışmak için geliyorlar. Diğer aylarda ise Niğde’de patates, Karadeniz’de fındık ya da Diyarbakır’da karpuz mesaisi başlıyor. Konya’nın Cihanbeyli ilçesindeki mevsimlik tarım işçilerinin önemli bir kısmı Şanlıurfa’dan geliyor.
İbrahim, 50 yaşına merdiven dayamış. “30 yıldır gelip gidiyorum. Çocukluğumdan beri. Şimdi çocuklarım da benimle geliyor. Burayı babam bulmuştu ilk. Buranın çavuşuydu. Çavuş dediğim, bizde aracıdır. Herkes birbiriyle akraba, eş dost, komşu. 2-3 ay burada konaklıyoruz. Çadırları buraya kuruyoruz. Pancar sezonu bitince başka yere göç ediyoruz. Ama hep aynı yerlere geliyoruz. Burası işte. Çapacılar derler bize. Tarlalarda çapa yapıyoruz,” diye başlıyor söze.

Çadırları birbirinden ayıran köy yolu, aynı zamanda işçileri de ikiye bölüyor. Yolun bir tarafında bir ekip, diğer tarafında başka bir ekip konaklıyor. Ekiplere göre yevmiyeler değişiyor.
Mehmet, “Bu sene ziraat odası yevmiyeyi 1040 lira olarak tavsiye etti. Yani her gün çalıştın diyelim, ayda 30 bin lirayı geçiyor eline. Bunun için evi barkı toplayıp buralara geliyoruz,” diyor. Sonra ekliyor: “1040 lirayı çok görenler de var.”
Temiz suya, sağlıklı yemeğe erişimi konuşmuyorlar bile. Çaylar doluyor. İnce belli bardaklarda kaçak çay etrafında sohbetimiz koyulaşıyor.
“Kaç kişi var burada?” diye soruyorum. İbrahim, “Yolun karşı tarafıyla birlikte 200 kişi vardır,” diyor. Yanındaki düzeltiyor: “Ne 200’ü, en az 300 kişiyiz. 300, 320 kişi vardır. Bak, say çadırları. Her çadırda en az 7-8 kişi var, çoluk çocuk.” Sivri Dağı’nın eteklerine kümelenmiş çadırlar derme çatma. Hemen hemen her çadırın bir de dolmuşu var. Dolmuşlar sadece ulaşım için değil, aynı zamanda kıyafet ya da eşya deposu olarak da kullanılıyor. Depoda çapa malzemeleri de var, baharatlıklar da. Elektriği olanlar şanslı; buzdolabı kullanıyorlar.


“Kaçı çocuk?” diye sorunca İbrahim gözlerimin içine bakıyor. Hafif yan yan, öfkeyle gülerek: “Burada çocuk yok. Bunlar çocuk mu şimdi? Sabahın köründe bizimle kalkıyorlar, çapaya geliyorlar. Sabah 6 gibi başlıyor mesaimiz. Güneş tam yükselmeden başlamak gerekiyor. Akşam 7-8 gibi bitiriyoruz, hava kararıncaya kadar. Yani 13-14 saat tarlada iki büklüm çalışıyoruz. Parmaklarım eğri benim, bak!” diyor ve parmaklarını üzerine oturduğumuz şiltenin üzerine sıralıyor.
Ne okul ne karne yüzü görüyorlar
Mevsimlik tarım işçileri her sezon başka bir yerde konakladıkları için sabit bir mekanları yok. Bu yüzden çocuklar okul yüzü göremiyor. Çapacılar çok çocuklu aileler. Bahsi geçen 300 kişilik toplamın yarısının 18 yaşın altında olduğu söyleniyor. Yani, burada çalışanların yarısı okula gitmesi gereken yaşta.
Ama ne okul yüzü görüyorlar ne karne.
Oğlu çayları tazelerken İbrahim anlatıyor: “Ben de böyle büyüdüm burada. Çocuklarım da böyle büyüyor. Bak, yüzüne karşı söylüyorum, oğlum 18 yaşında. Bu şekilde nasıl bir gelecek kurabilir bu çocuk kendine? Var mı bir ihtimal, bir olanak? O da kendi hayatına göre bir hayat kuracak mecbur. Okul okuyamadı, başka bir şans bulamadı.”
Çocuk değiller artık; her biri bir tarım işçisi. 12 yaşındaki de, 15 yaşındaki de... Ortaokulda olması gereken de öyle, liseyi hiç hayal etmemiş olan da...
Mevsimlik tarım işçilerinin çocukları, bu karne gününü de sessiz sedasız geçiştirdi. Ne akla geliyorlar ne sınıfta isimleri anılıyor. Öğretmenleri varsa eğer, karneleri bir ara teslim edilmek üzere öğretmenler odasında saklanıyor.

Sebzenin çürüğü, suyun sıcağı
Çapacılar ekonomik zorluklardan da dert yanıyor. “Eskiden olsa, iyi kötü biraz geçim şansımız olurdu ama artık o da yok,” diyorlar. Malum, her şey daha pahalı.
“İlçeye gidip sebze meyve alacağımız zaman, yalan yok, doğrudan çürük meyve sebze arıyoruz. Bazen bedava veriyorlar, bazen üç kuruşa. Başka çaremiz yok. Bu kadar insanı doyurmak da mesele, giydirmek de. Tarlada desen, soğuk su bile zor bulunuyor. Öğleden sonra artık sıcak su içiyoruz. Ne diyeyim, görüyorsun işte,” diyor biri.

Yan çadıra geçiyoruz. Akşam vakti. Çapadan yeni dönmüş herkes. Akşam yemeği hazırlıkları yine kadınlara ve çocuklara düşüyor. Onların mesaisi bitmiyor. Kimisi yoğurdu, hamuru sacın üzerinde pişiriyor; kimisi patlıcanla karıştırdığı kıymayı tepsiye diziyor. “Kolay gelsin,” dediğimde, “Kıyma kurban etinden abi,” diyor biri. Yemeğe konulan et mahcubiyet konusu. Kibarca, “Yanlış anlama,” diyorlar. Yani, bu sefaletin içinde et bulduğumuz yok. Kurban Bayramı’nda et dağıtımından paylarına düşenle akşam yemekleri hazırlanıyor.
Sofraya oturan bir aile, çapadan az önce gelmiş. Buyur ediyorlar. Teşekkür edip sohbete devam ediyoruz. Bize eşlik eden Enes, 18 yaşında. Çadırları bir bir gezdiriyor. Gündüz sıcaktan, gece soğuktan durulmuyor içlerinde. Mavi brandaları direklere gererek yaptıkları çadırlar, yağmur yağınca su basıyor. “Daha bir hafta önce tüm yataklar, döşekler çamur içinde kaldı,” diyor içlerinden biri.

Konteyner verse devlet, çok mu zor?
Sohbet uzadı. Artık bitirelim diyoruz. Yorgun çapacıları bir de biz yorduk. İbrahim, “Estağfurullah, olur mu öyle şey?” diyor. Ama oturduğu her dakika, başka işlerin birikmesi demek. Biliyoruz. O yüzden yavaşça müsaade istiyoruz.
“Kardeş,” diyor kalkmadan. “Şimdi deprem bölgelerinde bir sürü konteyner var. Allah korusun, gözümüz yok hiçbirinde. Ama tapuları teslim edilenlerin konteynerleri ne olacak? Devlet onları bize verse ya. Çadırdan kurtulmuş oluruz belki. Bunu da yaz” diyor sohbet biterken.

Haklı. Boş kalan bir konteyner ne olacak? Her yıl sabit yerlerde çadır kuran tarım işçilerinin hayatını kolaylaştırırdı belki, diye düşünüyoruz.
Sonra elini havaya sallıyor. “Amaan, neyse” diyor ve devam ediyor: “Zaten İsrail akıllı tohum çıkaracak diyorlar. Pancar artık çapa istemeyecekmiş. Biz de işsiz kalacağız herhalde. Neyse, bakalım, gün doğmadan neler doğar.”
Biz ayrılırken İbrahim motoruna biniyor. Tarlaları kolaçan edecek. Yemekler pişmek üzere. Karnesiz çocuklar, aileleriyle birlikte sofraya oturacak birazdan.