'İnsan bu cehennemden örgütlenerek çıkar'

Yazarın insanı olumlu-olumsuz, karanlık-aydınlık, haklı-haksız yönleriyle bir bütün olarak sevmesi, düzenin ve insanın bütün çirkinliklerine rağmen ezilenlerin dönüştürücü gücünü yüceltmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kaya Tokmakçıoğlu

Alelade bir şubat sabahının işe gidiş saatlerinde, İstanbul’un sekiz ayrı köşesinden, sekiz ayrı kişinin hikâyesi. Akıp giden hayatın bir anında sekiz ayrı insan.

Murat Akgöz bu ilk öykü kitabında okuru, karakterlerin birbirine benzer tutkuları, düşleri ve korkuları arasında gezdirerek günümüzün bir sınıf panoramasını çiziyor.

-“Canavar”da işçi sınıfının farklı katmanlarından, birbirine benzer tutkuları, düşleri ve korkuları arasında gezindiğimiz karakterler yer alıyor. Bu çeşitliliği kurgularken, her bir karakterin hikâyesini tek bir potada mı eritmeye çalıştın, yoksa 21. yüzyıl Türkiyesi’nden sınıf manzaraları mı resmetmeyi hedefledin?

İlk ve ikinci söylediğin birbirinin karşısına konabilir şeyler değil bana kalırsa. Karakterlerin (veya gerçek hayatta kişilerin diyelim) tekil dertlerinin bir araya gelişi, farklı renklerden oluşan bir manzara yaratıyor kuşkusuz. Fakat manzaranın, her bakan göz için aynı gerçeğe işaret ettiği düşünülse de öyle değildir aslında. Gerçek, nesnel bir olgu değildir çünkü. Bugünün dünyasında dertler yaşayan pek çok insan var ama ben Canavar’da bu dertlerin toplamından daha fazlasına işaret etmeye, neyin bu manzaraya neden olduğunu ya da nedenlerden birini göstermeye çalıştım. Dolayısıyla bu eser bağlamında, dertlerimizin eridiği bir pota öne çıkıyor. Özetle evet, 21. yüzyıl Türkiyesi’nden sınıf manzaraları yaratmak istedim ama karakterlerin ortak bir derdini merkeze alarak bunu yapmaya çalıştım.

-Öyküler, sınıf atlamaya çalışan işçi sınıfının karşılaştığı zorlukları da anlatıyor. Öyküleri kaleme alırken, hangi toplumsal gerçeklikler seni en çok etkiledi ve en çok hangi deneyimlerden belirlendin?

Benim en çok etkilendiğim ve beynimizin en önemli özelliklerinden biri rasyonalize etme kabiliyetimiz. İnsan baş etmesi güç durumlar karşısında, o durumun gerçekliğini kavramak, anlamaya çalışmak yerine, mevcut gerçekliği kabul edebileceği bir başka gerçekliğe indirgiyor. Bu aslında son derece olumlu bir özellik. Bunu yapamasaydık, korkularımız nedeniyle hayatı hiç kavrayamaz, ilkel çağlardan bugüne hiç gelemezdik. Ama işte diyalektiğin cilvesi, bu özelliğimiz aynı anda baş düşmanlarımızdan biri. Çünkü indirgediğimiz gerçekliği, mutlak gerçek sanma eğilimindeyiz.

Rasyonalize etmek, insanı aynı anda hem ilerleten, hem tutuculaştıran, hem hayal gücünü körükleyen, hem karamsarlaştıran bir kabiliyet. Bu bana her zaman çok çekici geldi, bu kitabın çıkış noktasının bu kavram olduğunu söyleyebilirim.

Bizim bu kabiliyetimizin bugün için dolaylı bir sonucu var. Kapitalizmin bugününün, bilimin ve insan aklının gelişmişlik düzeyini de hesaba katarsak, rasyonel hiçbir yanı yok. Tabii düzenin içinden ve emekçi sınıfların cephesinden bakıyorsak bu böyle, yoksa egemen sınıflar için gayet rasyonel bir dünyada yaşıyoruz. Ama emekçilerin yaratıcı potansiyeli de olduğu yerde duruyor. Bu çelişki imkânsız düşler kurup, onlara tutunmamıza neden oluyor.

Mühendislik kariyerim boyunca pek çok işçiden aynı cümleleri duydum. O geçici süre için buradaydı, yakın bir zamanda bir ahbabı ile dükkân açacak, kripto paradan zengin olacak, iddiadan voliyi vuracak, ev tutup turistlere kiralayacak ve gidecekti fabrikadan, yeni bir hayat kuracaktı… Bunu düşleyen çoktu ve düş kurmak ne güzel ama yapanı hiç görmedim. Mümkün olmadığı aşikârken, neden herkeste böyle bir düş var peki? Çünkü insanlar, maddi - manevi çok acı çekiyorlar. Özlemlerine kavuşamıyorlar, beklentilerini karşılayamıyor, hedeflerine varamıyor ve sürekli başarısız hissediyorlar. Bu acı deneyim hayatlarında bir anlam bulamamalarına neden oluyor. İşte bu korkunç gerçekle yüzleşilemeyeceği için insanlar imkânsıza ikna olmaktan başka çare göremiyorlar. Kapitalizm insanlığı kolektif üretmekten tat alamayacak kadar ağır sömürüyor ve çalışkanlık, hırs ve kurnazlıkla bu çemberin kırılabileceği umudunu körüklüyor. Bu da işçi olmaktan, emek sarf etmekten, giderek üretim sürecinden tiksinmemize neden olup, çürümüş bir kültür yaratıyor. Bana göre başka çare var tabii, insan bu cehennemden örgütlenerek çıkar. Örgütlenmek o büyük, o acı gerçeği alt etme gücü verdiği için, o gerçeği kabul etmemiz ve kavramamız kolaylaşır. Ama bugünün dünyasında örgütlenmek henüz geçer akçe değil ne yazık ki… Canavar’ı biraz da bu çabayı güçlendirmek için yazdım.

-“İlk kitabın günahı olmaz” denir sıklıkla. Yazar çokça esinlenmiş olur sanırım ustalarından. Bu süreçte hangi yazarlar eşlik etti sana? Hangi kaynaklardan beslendin?

Hep söylenir “yazar olmak, önce okur olmayı gerektirir” diye. Dolayısıyla her yazar adayının pek çok esini olur. Ama cevabı sadece bu kitap özelinde sadeleştirirsem başa Orhan Kemal’i yazmam gerekir. Az önce de değindim, çıkışsızlığın kolektif ruh halimizi belirlediği bir dönemde yaşıyoruz ama yaratıcılığımız da olduğu yerde duruyor. Bu ikilik nedeniyle edebiyatta, yazarın insanı olumlu-olumsuz, karanlık-aydınlık, haklı-haksız yönleriyle bir bütün olarak sevmesi, düzenin ve insanın bütün çirkinliklerine rağmen ezilenlerin dönüştürücü gücünü yüceltmesi gerektiğini düşünüyorum. Orhan Kemal tam da bu nedenle örnek alınası bir yazar. Bir de onun, örneğin Yusuf’a, Filiz’e, Cemile’ye, Murtaza’ya mesafeli bir gözlemci olarak değil de bazen bir arkadaş, bazen bir abi veya ebeveyn gibi yaklaşan, onların dertlerini kendi derdi gibi duyumsayan üslubu da bana çok sıcak geliyor. Bu açıdan da Orhan Kemal’den esinlendiğimi söyleyebilirim. Hiçbir eserini diğerinden ayırmayayım ama Canavar için Arkadaş Islıkları’nın ayrı bir yeri vardır. Kitabı yazıp Yazılama Yayınevi’ne teslim ettikten sonra, bir nedenle Arkadaş Islıkları’nı yeniden okudum. Ve gördüm ki, farkında olmadan Canavar’daki Kama öyküsünün Ahmet’i, Arkadaş Islıkları’nın isimsiz karakterinden esinlenmiş. Günahsa günah...

Bir de, bir kitap ve bir atölye faaliyetinden de söz etmek istiyorum. Bugünün eserlerinde yaygın olarak karakterler ya iradeden ya da iradelerinin veya iradesizliklerinin nedenlerinden yoksun betimleniyorlar. Oysa insan bir özne olarak, içinde yaşadığı nesnellikle beraber anlatılmalı. Ama nasıl? İşte bu zor soruya Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları kitabından yanıtlar bulunabilir. Birkaç yıl önce Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları eseri üzerine bir çalışma yapıldı. Farklı disiplinlerden sanat emekçileri, pek çok oturum boyunca Manzaralar’ın bugün için ne anlama geldiğini tartıştı. Bu tartışmalardan ve dolayısıyla Nâzım’ın bu insan cümbüşü eserinden çok beslendiğimi söylemeliyim.

-“Bireysel problemlerimiz ve toplumsal problemler birbirini belirler.”

Öyküleri okurken aklıma yönetmen Selman Nacar’ın İki Şafak Arasında ve Tereddüt Çizgisi filmleri geldi. İki Şafak Arasında’da, karakterler arasındaki sınıfsal farklılıkların, bireysel kimlik çatışmalarıyla birleşerek insanın varoluşsal sorunlarına dönüştüğü bir anlatım biçimi vardı. Benzer şekilde Tereddüt Çizgisi’nde, toplumsal normlara karşı duyulan huzursuzluk, ana karakterin içsel çelişkilerini daha da derinleştiriyordu. Canavar’da da proletaryanın farklı katmanlarındaki karakterlerin sınıfsal ve bireysel mücadeleleriyle yüzleşmelerini görüyoruz sıklıkla. Sınıfsal çatışmalar ve bireysel mücadeleler öykülerinde nasıl bir rol oynuyor? Bunların işlenişinde sinemadan beslendiğini söylememiz mümkün mü?

Son sorudan başlayayım, aslında sinemadan ziyade edebiyattan beslendim. Herhangi bir sinema eserinin doğrudan katkısı, ilhamı olmadı. Ama elbette Kaya sen de iyi biliyorsun ki, yıllarca hem sinema alanında üretmeye çalıştım hem de şu anki mesleğim gereği sektörün içindeyim. Film izlemenin, üzerine düşünmenin ve okumanın bana en önemli katkısı sanırım görsel düşünebilmemi sağlaması oldu. Bunu ne kadar becerebildiğim okurun takdiri ama ben görselliğin detaylarını düşünmeyi ve diyalog yazmayı seviyorum. Bu da kitabın biçimine yansıdı.

Selman Nacar’ın bu iki filmi, başka disiplinlerden benzer örneklerle beraber işçi sınıfının görünür kılınması, üretim sürecinin dramatik çatışmanın konusu yapılması anlamında umut verici işler olduğu için bu eserlerin insanı cesaretlendirdiğini söyleyebilirim.

Sınıfsal çatışmalar ve bireysel mücadeleler arasındaki ilişkiyi sorduğun ilk soruna döneyim. Bu çok ince ve uzun yanıtı olan bir soru. Sade bir yanıt vereyim derken basitleştirirsem şimdiden okurlardan özür dilerim. İnsan hem içinde yaşadığı nesnelliğin bir ürünü hem de o nesnelliği değiştirebilme kudretine sahip. Buradan hareketle, kısa yoldan şunu söyleyebiliriz: bireysel problemlerimiz ve toplumsal problemler birbirini belirler. Bu nedenle ne bireysel problemlerimizin tek kaynağı örneğin psikolojidir, ne de toplumsal problemlerin tek kaynağı tarih, ekonomi veya insan malzemesidir. Elbette aralarında bir hiyerarşi olmakla birlikte, bunların hepsi birbiriyle etkileşimli.

Biliyorsun, Brecht’in ‘gestus’ diye bir kavramı var. Oyuncuların sahnedeki jest ve mimiklerinin, karakterin ait olduğu sınıfı ele vermesi gerektiğine işaret eder. Bu yaklaşımı duygu alanına doğru genişletip, insanların ait oldukları sınıflar (veya toplumsallıkları diyelim), onların olaylar karşısında ne hissedeceklerini, nasıl tutum takınacaklarını belirler, diyebiliriz. Dolayısıyla duygularımız bireyselliğimiz kadar, üretim sürecinin hangi tarafında olduğumuzla da doğrudan ilgili. Ve bu böyle olmasına, hem de hayatımızın büyük bir kısmı iş yerinde geçmesine rağmen üretim sürecinin kendisinin, yani basbayağı fabrikanın, tezgâhın, toplu taşıma aracının eserin merkezine koyulduğu örnekler günümüzde çok çok az.

Ben Canavar’da bunu denemeye ve toplumsal olanla, bireysel olan arasında gidip gelmeye gayret ettim.

-Kitabın girişinde yer alan Goya’nın Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır gravürü, insan aklının bastırıldığı veya işlemez hale geldiği durumlarda korkuların, hurafelerin ve kötülüğün ortaya çıkmasını anlatır. Gravür aklıma Mary Shelley’in Frankenstein romanındaki canavarı da getirdi. Sanayi devriminin ve gelişmekte olan kapitalizmin bir alegorisi olarak, insanın makineleşen toplumda kaybolan insaniliğini temsil eden canavarı. Canavar’da da işçi sınıfının farklı katmanlarındaki karakterlerin içsel ve toplumsal çatışmalarını, öykülerin merkezine yerleşmiş bir tür “canavar” laytmotifi üzerinden işliyorsun. Bu bağlamda, Goya’nın ve Frankenstein’ın canavarı ile kitabındaki “canavar” arasında nasıl bir ilişki kurarsın?

Açıkçası Frankenstein, bilinçli bir şekilde aklımın bir köşesinde değildi. Ama olabilirdi. Benim zihnimdeki canavar imgesi, sorunda ifade ettiğin alegoriyle bir düzeyde örtüşüyor çünkü, haklısın.

Goya’ya gelirsem, “canavar” diye bir laytmotif yaratma fikri ve bunun bendeki anlamı doğrudan Goya’nın eserinden geldi. Goya kâbuslara, toplumsal korkulara pek çok eserinde yer verir. Bunun Aydınlanma çağına ve aklın egemenliğine hem güvenmesi hem de bu sürece dair endişelerini korumasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. İdeallerine tutkuyla bağlı olduğu Fransız Devrimi’nin, bir gün gelip ülkesini işgal ettiğini düşünürsek, endişelerinde haksız sayılmaz. Sonuçta, senin de belirttiğin gibi insan aklının özgürleşmesi için hurafeden (ya da canavardan) sıyrılması gerekir ama hurafeyi (ya da canavarı) yaratan da yine aynı akıl değil midir? Bu nedenle Goya’daki canavar imgesi bir yandan korku ama bir yandan da insanın yaratıcılığına övgüdür. Bu, biraz önce sözünü ettiğim, insanın rasyonalize etme kabiliyetinin iki yönlülüğüne benziyor.

-Öykü yazmaya devam ediyor musun? Gündeminde roman ya da edebiyatın başka bir türünde yapıt vermek var mı? Heybende neler var?

Öykü yazmaya devam ediyorum, edeceğim de. Ama bir sonraki eserin roman olacağını sanıyorum. Henüz karakterleri belirlenmiş, olay örgüsü çalışılmış bir fikir yok aklımda. Çok daha rüşeym halinde bir düşüncem var. Ben her gün işe giderken Gayrettepe metro durağındaki hınca hınç kalabalığa baktığımda aynı şeyi hissediyorum, insanlar kendi varlıklarını sadece bu andan ibaret gibi görüyorlar. Bir yandan acele acele yürüyorlar, yani bir akış halindeler ama zihinleri bir anda donmuş halde. Bütün trajedilerimiz, hasretlerimiz, kaygılarımızla bu an oluşmuşuz, bir geçmişimiz ve geleceğimiz yokmuş gibi yaşıyoruz. Böyle olunca da bugün yaşadıklarımızın kalıcı, değişmez olduğunu düşünüyoruz. “Bu ülkeden bir halt olmaz” umutsuzluğu da buradan ürüyor. Şu kısacık ömrümüze ve deneyimimize bakıp, oradan bu sonucu çıkarıyoruz. Oysa, az önce söz ettiğimiz gibi, insan nasıl ki sınıfsallığın ürünüyse aynı anda tarihselliğin de ürünü. Biraz bunu hatırlatmak, tarihin sürekli bir akış halinde olduğunu, dolayısıyla dünyanın değişebilir olduğunu anlatmak istiyorum. Her zaman böyle değildi ve hiçbir zaman böyle olmayacak demek istiyorum.