Köyden kente göç, yalnızca bir mekân değişimi değil, toplumsal ve kültürel kodların da dönüşümüydü. Peki, bu değişim Türkiye’yi nasıl dönüştürdü? Hürriyet Yaşar'la son kitabını konuştuk.
Özkan Öztaş
Hürriyet Yaşar'ın kısa bir süre önce Yazılama Yayınevi'nden yayınlanan son kitabı, Türkiye'deki göç olgusuna ve bunun kültürel sonuçlarına odaklanıyor. "Göç Penceresinden Kent ve Toplum Yazıları" adını taşıyan çalışmasında yazar, iç göçün değiştirdiği bir yeni insan tipini ve artık yöneten-yönetilen, seçen-seçilen tüm kesimlere rengini veren bu "yeni insan"la içine düşülen sürüklenişi, "alarm çığlığı" denebilecek seslenişlerle göstermeye çalışıyor.
Hürriyet Yaşar ile yaptığımız söyleşide, yazarın yeni kitabı ve Türkiye'deki iç göç olgusu üzerine derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. Yaşar, kentleşme sürecinde yaşanan dönüşümleri ve kırılmaları çeşitli yönleriyle soL okurları için aktardı.
Göçün sebep olduğu çürüme...
'Göçmüş Köylü' kavramını ortaya koyarken, kentleşme sürecinde yaşanan kırılmaları hangi etmenler üzerinden değerlendiriyorsunuz?
Evet, bir yangının ateşleyicisini, bir göçüşü büyüte büyüte hızlandıran iç çürümenin varlığını haykırmaya çalışıyorum. Büyük bir hızlandırıcı bu.
Önce kavramdan başlayalım. ‘Göçmen’ diyemedim, başka çağrışımları var. ‘Köylü’yü ise mutlaka demem gerekiyor, çünkü kentlinin başka kente göçüşünde, böyle bir uygarlık yıkımı çıkmıyor.
Hangi dönemi kapsıyor peki bu? Uzun bir süreci kast ediyorsunuz değil mi?
Evet. Amerikan traktörlerinin gelişiyle 1950’lerde başlayandır ilk büyük kırılma. Gecekonduyu, minibüsü, arabeski doğurduysa da, 80’lerden sonraki büyük çürümeyi doğuramamıştı. İşbirlikçi 12 Eylül faşizminin yarattığı ‘köy göçüren’ uygulamalar, yani kentlerin ve bu yoldan yurtyönetimi kadrolarının, “doğa ile tanışmışlığı yararlanma üzerine kurulu” bir kültürle dolması, bize yaşatılan yıkımın en büyük kolaylaştırıcısı. Bu, sömürüyü de inanılmaz kolaylaştıran, sömürü sözcüğü az gelir, yutulmayı hazırlayan bir bilgisizlik ve körlemesine bir çıkarcılık sürecidir.
'Muhtarlık seçimi İstanbul'un seçiminden daha önemli hale gelebiliyor'
Köyden kente göç, yalnızca mekân değişimi değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal
kodların dönüşümünü de içeriyor. Bu dönüşümün Türkiye’de nasıl bir kırılma yarattığını düşünüyorsunuz?
Evet, tıpkı yazılımdaki gibi, kodlar değişiyor. İstanbul’da oturuyor ama bıraktığı bin km. uzaktaki köyüne muhtar seçiminde belirleyici olma isteği, ailesiyle, köylüleriyle birlikte yaşadığı yer olan İstanbul’un yerel yöneticilerini belirleme isteğine baskın gelebiliyor. Bunda doğruluğa bir aykırılık görmüyor. Üstelik yerleşim bilgisi olarak, artık oturmadığı köyü yazdırırken, yapacağı bu işlem için gittiği nüfus işleri yönetiminden durumunu gizlemesine gerek kalmayabilir de.
Yani bazı şeyler kanıksanmış ve olağan hale gelmiş durumda değil mi?
Evet. Çünkü o yönetici de yaşamı o işlemi isteyenin gördüğü gibi görüyor olabilir. Bu tek örnek bile öyle yaygın bir davranış ki, onlara bunun doğru olmadığını bir yazı okutarak ya da tartışmada anlatmak artık çok güç. Büyük bir bölümü, içtenlikle, bunda doğruluğa aykırı bir durum olmadığı duygusunda. Yani kuralların, yasaların yalnızca biçim olarak göründüğü, neden gerektiğinin bilinmediği, içselleştirilemediği bir yaşama geçtik yurtyönetiminde. Bu durum, siyasal partilerin arasındaki benzemezliklerin eskiden olduğu kadarını bile yok ediyor.
Kitabınızda köy kökenli göçmenin kentlerde oluşturduğu kültürel kimliği ele alıyorsunuz. Köylü göçmenlerin kentli olma süreçlerinde karşılaştıkları temel zorluklar neler? Bu zorlukların toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdiğini söyleyebilir miyiz?
Hem de nasıl derinleştiriyor. Sorun, çoğunluğa geçmiş olmalarından çıkıyor. Demokrasi dediğimiz yönetim biçimi de daha iyisini bulamadığımız sandık demokrasisi olunca…
Tanıyıp zararsız bildiğinden ‘başka’ olanla, ‘yeni’ ile karşılaştığında tehlike çanları çalıyor Göçmüş Köylü’nün kafasında. Kentte geliştirdiği tırmanma güdüsüyle zaten, kendinden bir yukarıda olduğunu düşündüğüne kendini bağlamaya kodlanmış bu yeni insandan doğacak tek yönetim biçimi baskı yönetimidir. Köydeki ideolojik eğilimleri, belirleyiciliğini bu kodlanma ile yitirmiştir. Yönünü, kendi gücüyle kendisinin dışından duyumsadığı güçlerin büyüklüğü belirler.

Köylünün kente göçü: 'Hakkını, kendi savunma özgüveni ve bilinci yok oluyor'
Köyden kente göçenlerin beraberinde getirdiği kültürel sorunlar, kentle bütünleşememesi, bugünün Türkiye’sinde hangi kültürel ve siyasal sonuçlara yol açıyor?
Her örgütlenmede tek adam yönetiminin oluşumunu ve baskıcı yönetimlere teslimiyeti kolaylaştırıyor. Kimliksizlik, donanımsızlık kompleksiyle başa çıkma arayışı, dinsel tutamaklar bulma ve donanımsızlık duygusundan böyle kurtulma sapakları doğuruyor. Bu da bilim düşmanlığının yeşermesi demek. Hakkını kendi savunma özgüveni ve bilinci yok oluyor, yukarıdan kendinin savunulmasını sağlama arayışları dönemine geçiliyor.
'Liyakat liyakat diye bağıranlar...'
Göçle birlikte ortaya çıkan hemşeri dayanışmaları, dernekleşme ve siyasi örgütlenme süreçlerinde hangi olumlu ve olumsuz dinamikleri görüyorsunuz?
Hemşeri dayanışması, doğruluktan korkunç bir sapma.
Bu aynı zamanda soruna dair çok net ve sert bir ifade sanırım.
Evet çünkü ölçütleri, yani kodları bozan bir sapmadan bahsediyoruz. Yanlış ölçüm kaynağı. Kapitalizm ve emperyalizmin klasik sömürüsü hemşeri dayanışması sapağıyla kol kola girince, insanlığın her şeye karşın gelebildiği uygarlık düzeyinin bile çok gerilerine düşülüyor. Bir yandan herkes liyakat liyakat diye bağırıyor, öte yandan o bağıranlar da yakaladığını sömürüyor. Çünkü doğrunun ölçütü bozulunca, karşımızdakinin elinde yanlış ölçen ölçüt, bizim elimizde de doğruyu göstermiyor. Ama biz ölçtük diye doğru sanıyoruz.
Köyden büyük şehirlere göç edenlerin kentsel mekânlardaki yerleşimleri, kent dokusunu ve toplumsal ilişkileri nasıl dönüştürüyor? İstanbul gibi metropollerde göçün belirlediği kent kültürüyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Sultanbeyli’de, Zeytinburnu’nda, Ümraniye’de dolaşmanın verdiği duygu, kente egemen olan, hattâ yurtyönetimine 25-30 yıldır egemen olan duyguyu da gösterir. Mimarlı mühendisli, projeli ruhsatlı üç katlı bir yapı edinme seçeneğinin -kente kimliğini verecek ölçüde ezici bir çoğunlukla- beş altı katlı bir yapı edinme seçeneğine kurban edildiğini görürsünüz. Bu seçim, güzelliğin ve doğruluğun mu, başka deyişle barışın ve bilimin mi, yoksa kapışmanın ve bilime boş vermenin mi yeğlendiğini de gösterir. Bunu önümüze bir değer değişimi olgusu olarak koymalıyız ve buna göre çözüm aramalıyız. Kuşkusuz, yeni türemiş yoz değeri benimseyerek değil.
Köylüleşen kentler
Kitabınızda göç eden köylülerin aidiyet krizine sıkça değiniyorsunuz. Bu aidiyet sorununu aşmak için nasıl politikalar geliştirilmelidir?
Buna ben ‘kimlik ve kültür bunalımı’ demeyi daha doğru buluyorum. Köylüleşen kentler üzerinden tüm yurtyönetimini örtmüştür bu bunalım. Kente göçmüş köylünün köyündeki tüm bilgisizliğiyle kentlerde çoğunluk olup ülke yönetme aşaması toplumbilimin de, siyasetbilimin de kendi önüne sorun olarak koyup düşünce ürettiği ve çözüm aradığı bir ilgi alanı olamadı hâlâ.
'Görevin büyüğü, kendini yurtsever sayanlara düşüyor'
Burada daha tarihsel bir şeyden söz ediyorsunuz değil mi? Yani anladığım kadarıyla kişinin kentte doğmuş olması bahsetiğiniz sorunu çözmüyor aslında.
Evet. Bu sözünü ettiğim yöneticilerin kentte doğmuş kuşaktan olması bu sonucu değiştirmiyor.
Yanlış anlaşılmamak için, ‘çoğunluk olup ülke yönetme aşaması’ diye yineleyeyim. Yoksa toplumbilim Göçmüş Köylüyü kuşkusuz ki tanıyor. Bilim, yaşamın ilerleyişine göre çok yavaş davranan bir uğraş alanı. Biz de 40-50 yılda başımıza geleni, bilim saptayamadan yakalandık bu felakete.
Başımıza gelen derken neyi kastediyorsunuz peki?
Başımıza gelen derken, kentte çoğunluk, ülkede yönetici olma durumunu kastediyorum. Çözüm, bilimin saptamasından da sonraki aşama. Görevin büyüğü, kendini yurtsever sayanlara düşüyor. Çözümün anahtarını bildiğimi kendim için de söyleyemem. Sorunu saptadığımdan beri, varlığını anlatmaya çalışıyorum.
Sanırım, bataklıktan birlikte kurtulmaya benzer arayışlarla bulacağız ipuçlarını. Ölçüt bozulmasından hepimiz etkileniyoruz çünkü. Bir bakıyoruz, arabamızı biz de kaldırıma park etmişiz. Ya da bir bakıyoruz, aday olduğumuz seçimde kazanmamızı isteyen dostlara boyun eğip hiç tanımadığımız seçmenlerin doğum günlerini kutluyoruz, onların bize yazamayacağı cep telefonu mesajlarıyla.
Kentlerde köy kökenli nüfusun ağırlık kazanması, sınıfsal mücadeleyi nasıl etkiliyor? Kapitalizm, göçü nasıl kullanarak sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor?
Sınıfsal mücadele bırakmıyor ortada. Herkesin kendini gurbetçi duyumsadığı yerde, ortak noktası ‘bizim oralı olmak’ olan ülkücü, cemaatçi, Atatürkçü, sendikacı, işçi, patron bileşiminde sınıf mücadelesi yaşayabilir mi? Sosyalist bilince yeşerme olanağı bırakmayan bir toprak bu.
Peki burada Türkiye’de göçü yönetme politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin göç politikalarındaki temel eksiklikler nelerdir?
İster kitabın konusu olan iç göç, ister son yılların sorunu yabancı sığınmacı göçü olsun, devletin de, devleti yöneten hükümetlerin de dış güdümlerden bağımsız bir politikası olamadığını görüyoruz. Ta 1950’lerin traktöründeki Amerikan markası bile bu görünümü pekiştiriyor. Hele 12 Eylül ve sonrası ‘köy göçüren’ politikaları, köy yakmalar, zorla köy boşaltmalar, son çeyrek yüzyıllık iktidarın köy tarımını, hayvancılığı bitiren ekonomi politikaları, seçim oyunları uğruna köyleri mahalle mevzuatına sokmalar… Hiçbiri eksik ya da yanlışlıkla yapılan işlere benzemiyor. Daha çok, göçüşü, yani çöküşü göçle gerçekleştirmenin uygulamaları olarak görünüyor.
Kitabınızda göçle oluşan "yeni insan tipi"nden söz ediyorsunuz. Bu insan tipinin kentli topluluklarla yaşadığı gerilimlerin temel nedeni nedir?
Göç alan büyük kentlerde kentli topluluk kalmadı ki. Bu durumda sorunuzu, “kent kültürüyle yaşadığı gerilim” diye anlamak yanlış olmaz sanırım. Gerilimin temel nedeni, bildiğinden, alıştığından ‘başka’ olanı tanımayan ‘köylü’ kapalılığının kentlerde çoğunluk olması. Çoğunluk olmadığı dönemlerde çekingendi, bilime de, sanata da saygılıydı.Çoğunluk olunca, kültüründe gerekli açılımlar olmadan ülke yönetmeye başladı.
Kim bunlar? Kimleri kastediyorsunuz?
Burada kentteki köy kökenli mahalle muhtarından belediye meclis üyesine, oda başkanından milletvekiline tüm iktidar derecelerini kastediyorum. Şimdi biri hastanede doktor dövüyor, bir başkası yargıyı baskılıyor, öbürünün oğlu karakolda polisleri sıraya diziyor. Trafikteki tartışmalarda ölümler sayılmıyor ama kadın öldürümlerinden az değilmiş gibi görünüyor. Bu, toplumca hastalanmışlıktır.
Türkiye’de kentleşme süreci, kapitalist modernleşme ile paralel ilerledi. Göçün, neoliberal ekonomi politikalarıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz? ,
Doğrudan ilgisi var. Tarım politikaları da köyü göçürüyor. Yaşamını kazanamayan köylü, 1950’lerdeki gibi kente göçüyor. Buna, ‘taşımalı eğitim’ adı altında köylerin okulsuzlaştırılmasını da eklemek gerek. Özelleştirmeler toplumu yoksullaştırdı. Yoksulluk, eğitim düzeyini düşürüyor. Göçmüş Köylünün çocuklarının eğitim düzeyinin ya düşük kalmasına ya da tabela üniversitelere mahkûm olmasına yol açıyor. Bir de özel üniversite sorunu var. Özel üniversitede bilim kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda ilerler. Şimdi bu benim kitapta anlattığım sorunun özel bir üniversitede özgürce ele alınabileceğini düşünebilir misiniz? Perde arkasındaki toplumbilimsel değerlendirmeler doğrucu bir yaklaşımla yapılır, kapitalist çıkarlar için gerekli önlemler alınır, topluma açık yüzünde ise başka değerlendirmeler yapılır.

'Kente köylü göçü, kentte tutuculuğu arttırıyor'
Küreselleşme, göç ve yerleşiklik üzerine düşündüğünüzde, Türkiye’de yerli-muhafazakâr kimlik inşasının göçle nasıl bir ilişkisi var?
Kente köylü göçü, kentte tutuculuğu arttırıyor.Göçmüş Köylü, tanımadığı kent kültürüne karşı savunma güdüsüyle, kimlik duygusu yetersizliğiyle dinsel yaşamı koyulaştırıyor. Hemşeri örgütlenmeleri onun ‘başka’ olana kapalılığını güçlendiriyor, ‘başka’ olanla tanışıp tutuculuğunun kırılmasını yavaşlatıyor. Bu, kapitalizm ve emperyalizm için tutuculuğun ve bilimdışılığın yeşereceği doğal ortam demektir. Göçmüş Köylü tipinin başka sakıncalarını kitapta göstermeye çalıştım.
Son olarak… Kentlere göç etmiş bireylerin kimlik krizi ile başa çıkabilmesi için nasıl bir toplumsal ve kültürel restorasyon önerirsiniz?
Ah bunu bilsem birkaç arkadaşla birlikte hemen adım atar harekete geçerim. Göçmüş Köylünün birçok yanlışını, -bilerek ya da bilmeyerek- başka türlüsünü yapamayacağı için öyle yaptığını, “Göçün Karanlığından” başlıklı yazımda onların kendi hemşeri dergilerinde onlara seslenerek anlatmaya çalışmıştım. O yazıyı şimdi bu kitapta okuyan bir arkadaşım, “sorumluyu tüm sorumluluğundan kurtarmışsın” dedi. Başka bir arkadaşım da giriş denemesi için, “Tüm faturayı Göçmüş Köylüye çıkarmışsın” dedi.
Oysa yapmak istediğim Göçmüş Köylüyü ne suçlamak ne de aklamak. ‘Başka’ olanı bilmeyen, hattâ bilimi bilmeyen bir kültür düzeyinin, çoğunluk olmuşluğunun sonucunda, resmi ya da sivil, kamu ya da özel her kurumda ülkenin gidişini yönlendirdiğini söylüyorum. Çözüm arayışı, hepimizin içinde olması gereken bir ivedi uğraş. Önce durumun saptanması gerekiyor. Bunu haykırıyorum.