Yıl 1949. Otuzlu yaşlarının başında genç bir aydın. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro bölümünde öğrencisi olduğu Sabahattin Ali bir yıl önce katledilmiş. İki arkadaşı ile birlikte gizlice Bulgaristan sınırını geçiyor. Siyasi göçmenliği böylece başlayan bu genç aydının adı Fahri Erdinç.
Kemal Özer, Fahri Erdinç’in Bulgaristan’a gidişi ile birlikte hayatında açılan yeni dönemi, onun direnci ve kendisini yeniden kurma becerisi ile anlatıyor:
“Siyasal göçmenlik, insana zamanla başa çıkılmaz gelecek koşulları içermesine karşın, onun bu koşullara övülesi bir dirençle karşı koyduğunu görüyoruz. Olumsuzu olumluya dönüştüren bu büyük direnç, Erdinç’in bir kişi olarak kendisini bir makine gibi söküp tepeden tırnağa yeniden kurmasıyla sonuçlanırken, yazar olarak da, dilini, benliğini, ülkesiyle bağını titizlikle korumayı başarıp en büyük engeli aştıktan, okursuz kalmayı bunca yıl göğüsledikten sonra bugün bizlere sunduğu ürünleri veriyor.”
Seçilmiş Hikâyeler Dergisi 1948 yılında bir özel sayısını ona ayırmışken yurdunu terk etmek zorunda kalmak, 1950’li yıllar boyunca Soğuk Savaş siyasetinin gölgesinde memleketinde okurlardan uzak tutulan bir toplumcu yazar olarak yaşamak, 1960’ların sonuna kadar neredeyse unutulmaya yazgılanmak, ancak inatla ve memleketi için, insanlık için üretmek… Bu mecrada, Sahaflar Çarşısı’nda Yusuf Şaylan ve Özkan Öztaş’ın hatırlattığı Yusuf Ziya Bahadınlı’nın 1969’da onun “Diriler Mezarlığı” adlı öykü kitabını basmasıyla yeniden yurduna kavuşacaktır Fahri Erdinç.
Yıl 1950. BM Güvenlik Konseyi, üye devletlerin Güney Kore'ye askeri birlikler göndermesini kabul eder. Türkiye’de Demokrat Parti iktidardadır. Menderes hükümeti Amerikan parasal yardımını almanın ve Soğuk Savaş ile birlikte yer alacağı kampı seçmiş olan sermaye sınıfının çıkarları adına Nato’ya üye olmanın hesaplarını yapmaktadır. 25 Temmuz’da Bakanlar Kurulu’nda Kore’ye tugay seviyesinde bir birlik gönderilmesi karara bağlanır.
Dönemin siyasi iklimi, sınıfsal mücadeleleri ve 1950 ile 1953 yılları arasında Kore Türk Tugayı’nın hazırlanmasından dönüşüne kadar yaşananlar Fahri Erdinç için bir aydın onuru ile kaleme alınması gerekenler arasındadır. 1965 yılında tamamladığı romanının başında yazdığı “Birkaç Söz”de “Kore Nire”yi “Bayar-Menderes yönetiminden, Yassıada gündemine alınmamış baş suçun hesabını soran bir rapor” olarak nitelendirirken şu notları düşer:
“Ben, okuyucularıma, kendi anti-emperyalist milli kurtuluş mücadelesiyle Doğu’nun mazlum milletlerine örnek olan Türkiye’nin, Kore kurtuluşçularının da yanıbaşında olması gerekirken, nasıl olup da onların karşısına konduğunu, böyle haksız bir harbe katılmanın acı sonuçlarını da göstererek anlatmaya çalışıyorum. Böylelikle, o zaman yurdumuzdan 15 bin kilometre uzakta, “komünist saldırısına karşı vatanı savunmaya gidiyoruz” diyenlerin maskesini düşürmeğe, “köyde sıtmadan ölmektense, Kore’ye gidip Amerikalı hesabına harbederek şehit düşmek yeğdir” demagojisiyle alfabesiz yığınların temiz din duygularını da sömürenlerin içyüzünü ortaya koymağa çalışıyorum. Bunu bir yurtseverlik ödevi, insanı, hayatı, barışı savunma ödevi sayıyorum. Çünkü Türkiye’yi bugün de aynı demagojik zihniyet, aynı tehlike kemiriyor.” (s.15)
Sınıflar mücadelesinin sahnesi olarak roman
Fahri Erdinç “Kore Nire”yi kurgularken büyük bir titizlikle çalışır. Dönemin tugay ve alay komutanlarının (Kore’den döndükten sonra ilki Demokrat Parti, ikincisi ise CHP’den milletvekili olmuşlardır) “gerçekte kendilerini temize çıkarmak için yayınladıkları” kitaplarını, Sovyet ve Bulgar yazarların Kore gezi notlarını, Kore yazarlarının Bulgarca ve Rusça’ya çevrilmiş eserlerini inceler.
Roman farklı zamansal ve mekânsal katmanlar üzerinde Türkiye ve dünya tarihinin bir kesitine sınıf mücadeleleri gözüyle bakar. Romanın başlangıcında 555K’nın Kızılay’ında üniversite öğrencilerini, “Harbiyeli, subay, gazeteci, işçi, memur” ve emekçi halktan insanları, kolluk kuvvetlerini ve aynı zamanda Menderes’i görürüz. Menderes’in aracıyla Kızılay’a gelişi canlı biçimde anlatılır. Bayar, Menderes, 1960 Mayıs ayı geldiğinde artık emekli Tümgeneral Kazıcı, içişleri bakanı, meclis başkanı, vali, egemen sınıfın temsilcileri, zenginlik ve refah içinde yaşayanlar bir yandadır roman boyunca. Sınıflar mücadelesi öyle berrak biçimde dışavurmaz kendini elbette. Bunu romanda da görürüz. Mevcut iktidarı eleştiren, onun karşısında görünen muhalifler, iktidar kadar Amerikancı ve düzenin sürmesinden yanadırlar. Devlet çözülürken sıkıyönetim komutanının vur emrini dinlemeyen bir binbaşı da görülebilir sözgelimi. Diğer yanda yurtseverler, Kore gazileri, iktidarın zorbalıkları nedeniyle işsiz kalanlar, hapse düşenler, topraksız köylüler, işçiler, memurlar, akademisyenler, gençler, düzeni değiştirmek isteyenler sahnededir.
Roman 1960 Mayıs’ının siyasi panoramasını çizerken, cezaevinde yatmakta olan gazetecilerin koğuşuna götürür bizi. “Ellerim gardiyan eli belki benim, amma yüreğim yanlış, (...) aklım burda, sizinle beraber kilit altında” diyen Gardiyan Ali Dayı ile diyalogları içinde, gazeteleri kapatılan ve yazılarından, fikirlerinden ötürü tutuklanan, işkence gören gazetecilerin gözünden okuruz bir de olan biteni. Hapse düşen yoksullar, meydancılar, hamamcılar, görüş gününe gelen analar, gelinler, jandarmalar Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nı anımsatırcasına hayatımıza giriverirler. Üstelik burada bile iktidar bir ajanını gazeteciler koğuşuna sokmak ve gazetecileri izlemek gayretindedir.
Bu güncel siyasi ve toplumsal arkaplan eşliğinde, cezaevindeki gazetecilerden Kore Savaşı yıllarında muhabir olan Solak’ın tanıklıklarından yola çıkarak 1950 yılına, önce Ankara’ya, İskenderun’a, sonra Kore’ye gideriz.
Kore Harbi, yoksul emekçilerin durumu, egemenlerin 1950’deki pozisyonu, 1960 Mayısında artık emekli olmuş ancak savaş zamanında da fikir ayrılıkları mevcut general Kazıcı (Tuğgeneral Tahsin Yazıcı) ile albay Bora (Albay Celal Dora), Behice Boran ve Adnan Cemgil’in önclüğünde kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti’nin çalışmaları, Kore’ye gönderilen Türk Tugayı ve içinde 241. Alay, “23 sentlik asker”ler, tugayın yola çıkışı, Kore topraklarına ayak basışı, harp hazırlıkları, ilk çatışmaları, cephe savaşı, ileri atılmaları, geri çekilişleri, tüm bunları Amerikan birliklerini korumak için yapması, ölümler, esir düşmeler, komuta kademesindeki fikir ayrılıkları, cesaret, korku, esaret, hainlik, dayanışma, insanlık … hepsi, zaman zaman asker köylü Veli’nin savaş öncesi yaşam zorluklarına ve aynı anda umutlarına dönerek, kimi zaman 1960 Mayısında cezaevinde tutuklu gazetecilere bakarak, sonra yeniden savaşa sıçrayarak, sonra tekrar 1960’ın Mayıs ayında, bu defa Kore gazisi köylü Veli’nin haciz gelen evindeki güçlüğünü okura göstererek dinamik bir kurgu içinde anlatılır.
Egemen sınıf ve temsilcileri
Özellikle egemen sınıf temsilcilerinin kendi aralarındaki konuşmaları, zihin ve duygu durumları, sınıfsal güdüleri kurgusal ve çoğu kez teatral bir biçimde sunulurken, okur da bir sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin yurduna, halkına ne denli yabancılaştığının örneklerini görür.
Tarihi egemen sınıfın anlatısı oluşturur belki, ancak sanat, özelde edebiyat ve daha özelde “Kore Nire”, o günlere dair günümüzde yeniden üretilen egemen sınıf anlatısını kıran, darmadağın eden bölümleri, egemen anlatının meşruluğunu da sorgulatarak okurla buluşturur.
555K eylemi sırasında Adnan Menderes’in aracı ile Kızılay’a girdiği sahneyi kitabın henüz başında şöyle anlatır Fahri Erdinç:
“Gelen koca bir Buik arabası. İçindeki de Başbakan. (...) Arabanın içinden bakan gözler buğulu. Araba sanki Ankara’da Atatürk Bulvarından değil, Aydın’da Çakırbeyli’nin Kodallı çiftliğinde başağa kalkmış arpa tarlaları arasından geçiyor. Ve sayın bay, sadece kuşağa kadar eğilen kâhyalarını görüyor; kasketlerini arkadan kavrayıp alınlarına doğru sıyırarak kendisini selamlıyan ırgatlarını görüyor.” (s.18)
Namazını sadece Adnan Menderes’in telefonu için bölen generalin 555K eylemleri sonrasında Menderes’in duvardaki portresine bakarak portre ile konuştuğu bölüm de Türkiye’nin Soğuk Savaşı’na dair önemli bir veri sunar:
“Devlet idare ederken, kadife eldiven giymeyeceksin Adnancığım. Demir yumruk gerek. (...)
Nedir bu canım, 1950’de ‘Barış hareketi’ dedikleri o bozgunculuk kimlerin başı altından çıkmıştı, bilmiyor muyuz? Komünistlerin! (...) ‘Amerikan sermayecisine elini veren kolunu alamaz’ diyenler kimlerdi? Hep komünistler! Hatta al işte, geçen hafta İstanbul’da kurşunu yiyen üniversiteli, ‘kanlı gömleği bayramımızdır’ dedikleri o Emeksiz miydi neydi, o da komünistmiş… Söyle Adnancığım, nerde yok bu komünist parmağı? Valla her yerde, ama her yerde bu komünist parmağı!..” (s.24-25)
General ile Menderes’in telefon konuşmaları ise onların yoksul emekçilere bakışını ve dinin egemen anlatıdaki yerini açık eder:
“Kore’de Mehmetçik kırdırmışım diye nankörlerin yakama yapışacakları günleri de görecekmişim, baksanıza!”
“Üzülmeyin beyefendi. Şehitlerimiz cennettedir. Bu sevap size yeter.” (s.32)
1950’de Kore’ye asker gönderilmesi konusunu konuşmak için Köşk’te buluşmalarına ve konuşmalarına tanık oluruz Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın:
“Diimi efendim…” dedi Menderes. “Zaten yumurta kırmadan omlet yapılmaz!”
“Ya muhalefet direnirse?”
“İsmet, Amerikalıları kırmak istemez. Hem mırın-kırın etse de biraz, bizim demokrat basına bir milyon daha yatırırız Örtülü Ödenek’ten, muhalefete karşı bir yaylım ateşi açtırırız…”
“Ama Barışseverler Cemiyeti sineceğe benzemez. Kore’ye asker gönderme kararını ancak Meclis verebilir diye tutturdular bile. (...)”
“Biz de Ceza Kanunu’nun 141-142. maddelerini ileri sürer, sustururuz hepsini, a efendim!”
“Mümkün, amma efkârı umumiyeyi de hesaba katmak gerek. Böyle bir karar Misakı Milli dışında bir taahhüt olur, diyenler var. (...)”
“Hepsine cevabımız hazır beyefendi: Komünizm tehlikesi mevcuttur! Böyle olunca da, bizim gibi memleketlerin istiklal ve mevcudiyetleri mutlaka kendi coğrafi hudutları içinde müdafaa olunmaz!”
“Bravo Adnancığım! Evet, biz Milli Misak prensibini de genişletiyoruz. Ve artık Türkiye’nin hudutları Kore’den, 38. paralelden geçer. Demek ki, Kore harbine katılmak bizim için vatan müdafaasıdır… Valla, bomba gibi söz! Bu mantık İsmet Paşa’yı da, Barışçıları da kıçüstü oturtur.” (s.118-119)
Ve Menderes, Esenboğa’da Amerikan senatörü ile buluşarak pazarlık yapmaktadır. Mademki Türkiye Nato’ya girmek istemektedir, mademki Amerika’dan finansal yardım beklenmektedir ve mademki bir Türk askerinin günlük maliyeti sadece 23 senttir, o halde pazarlık sünnettir:
“Ne kadar istiyorsunuz?” diye başladı Menderes. -Ve etli parmaklarını birbirine geçirerek şırak diye çıtlattı.- “Biz, prensip itibariyle, yardım talebine müspet cevap vermeğe hazırız.”
“Eh…” dedi Senatör. “Şöyle sembolik bir birlik de olsa…”
“Yani beş bin, on bin?”
“Ciiii?..” dedi Senatör. (Bu “ciiii” bizim “abovvv”, “vay anasını” filan deyişimizin Amerikancası olmalıydı!) “Hani, ne bileyim, beş yüz asker de yeterdi…”
“Aman efendim, beş yüzün lafı mı olur! Köylerinde sıtmadan öleceklerine, varsın Birleşmiş Milletler bayrağı ve kumandanız altında Kore’de döğüşerek şehit olsunlar. (...)” (s.120)
Fahri Erdinç, romanda biçimsel olarak yer yer teatral dokunuşlarla akışı kırar, okuru “normal”in dışına çıkarır, onun bir katharsis yaşamasının önüne geçer. Bununla birlikte mizahi bir ton ile çatışmayı daha da görünür kılar:
Ve o gün, Kore’ye gidecek 241. piyade alayımız Ayaş’tan Ankara’ya gelmiş, Sarıkışla’ya yerleşmişti. Genelkurmay’da toplantı vardı. Amerikan uzmanlarının elinde kalem, bizim “kurmaylar” söylüyor, onlar yazıyordu: “Yazın efendim. Adına “Kore Türk Silahlı Kuvvetleri” dediğimiz Tugayımızın kadrosu şöyle: Ana kuvvet 241. piyade alayı. Sonra, bir motorlu topçu taburu… Yazdınız mı efendim? Güzel. Elleriniz dert görmesin. Bir de motorlu uçaksavar bölüğü ekleyin. Birer de motorlu istihkâm, muhabere, nakliye, sıhhiye, inzibat, depo, ordu donatım bölüğü… Tamam mı? Çekin altına bir çizgi bunların bir zahmet, toplayın efendim. Evet, 269 subay, 395 assubay, 18 askerî memur, 4 sivil memur, 5 imam, 4414 er… hepsi eder… durun, toplamadan, bir de Tugay Bandosu katın efendim. Etti mi 5090? Tamam. Vur davulcu tokmağı! İlk marş, “Hey gaziler, yol göründü yine garip serime!” Nereye? Kore’ye. Kore nire? “Karar veren niye gitmez acep benim yerime?” (s.122-123)
İtiraz edenler, direnenler de var
Sahnenin bir tarafında egemenler varsa, diğer yanında da yaşananlara itiraz edenler, direnenler olacaktır. Onların her görünüşünde, her sözünde egemenlerin, onların ideolojilerinin, yoksul köylü ve emekçi ailelerin çocuklarının binlerce kilometre ötede savaşa gönderilmelerinin meşruiyeti sorgulanır.
19 Eylül 1950’de Kore Türk Tugayı’nın yolculuğu başlar. Toprakkale istasyonunda (Osmaniye) yaşlı bir köylü dede ve bir nine, askerleri uğurlayanların arasındadır. Dede, alay komutanı ile görüşmekte ısrar eder. Dede ile nineyi Albay Bora’nın karşısına götürürler:
“Sen misin?” dedi ihtiyar.
“Benim dede, buyur.”
“Eski bir muharip olaraktan, sana iki çift sözüm vardı da…”
“Dinliyorum dedeciğim.”
Dedenin açık yakasından ak kıllar taşan göğsü körük gib inip kalktı.
“Darılmaca yok emme!”
“Söyle dedeciğim, darılmak ne demek?”
“El toprağına çıkan askerin cepanesi tez tükenir!”
Bora’nın kaşı gözü yıkılıverdi:
“Moskof’a karşı gidiyoruz, dede!”
“O Moskof bizim toprağa girdiyse, haber ver de beraber gidelim.”
“Emir böyle… Askeriz… Gidilecek…”
“Gidin bakalım. Bir serencem bin nasihatten yeğdir!”
“Allahın yazdığı bozulmaz, dede.”
“Yazının bozuğunu da Allah tanımaz. Unutma bu dediğimi…” (s.150)
1960 yılının Mayısında gazetecilerle aynı cezaevinde yatan, görüş günü sevdiği kadın ile jandarma arabasında birlikte olurken yakalanan köylü genç isyan etmektedir:
Gelin başını silke silke ağlıyordu.
“Ağlama!” dedi delikanlı. -Sonra müdüre döndü.- “Hem çiftleştik Müdür bey, hem üçleştik! Ne cezası varsa, hangi kanunda yazılıysa, ekleyiverin altı yılıma. Ben heç bi ayıp etmedim. Ayıp eden, bizi topraksız koyanlardır. Ayıp eden, ağanın üstüne oturduğu toprağımızı sürdük diye bizi buraya atanlardır!..” (s.61)
Yine 1960’ın 19 Mayıs’ında törenlerin yasaklanması üzerine “19-9 A K” parolası ile Anıtkabir adres verilirken sınıf karşıtlıkları görünür haldedir:
Rüzgârda bu parola esiyordu. Yalnız, sıkıyönetimcilerin işitemediği bir fısıltıyla. Kuşlar bile böyle söyleşiyordu. Yalnız polisin anlıyamadığı bir kuşdiliyle. Fabrikada, yapıda işbaşı ve paydos sirenleri, kampanaları gerçekte bu parolayı söylüyordu. Yalnız patronların anlamadığı dille… (s.91)
Mizah ise büyük güçtür; sansürün ve baskının ortasında akla özgürlük olanakları sunar. Hapishanede gazeteci Onbaşı arkadaşlarına şu fıkrayı anlatır:
“Adam postanede, ne kadar uğraştıysa, yepyeni pulu bir türlü yapıştıramamış zarfa. Geri verecek olmuş postacıya, bu pullar yapışmıyor diye. E, neden yapışmıyor? Kaçtır tükürüyorum yapışmıyor birader! Ver bakayım, demiş postacı, beyaz yanını çevirip ıslatmış ve şıp diye yapıştırıvermiş. Hay Allah kahretsin, demiş adam, o tarafına mı tükürülecekti onun, yanlışlık bende, ben hep resimli tarafına tükürdüğümden yapıştıramıyormuşum.” (s.105)
Savaş…
Türk Tugayı ve bu tugayın merkezinde 241. Alay Kore’ye gidiş hazırlıklarını yaparken bambaşka manzaralar ile karşılaşırız: Kore’ye gitmemek için kendini çürük yazdırmaya çalışanlar, alay içinde “uyuzları Kore’ye götürmeyecekler” söylentisinin yayılmasıyla herkesin birbirine uyuz satmaya başlaması, Amerikan silahlarının gelmemesi, alayın hazırlıksız oluşu, Kore’ye uçakla değil, önce Ankara’dan İskenderun’a tren, sonra da İskenderun’dan gemi ile gidileceğinin öğrenilmesi… Sonra İskenderun Limanı’ndan gemilere biniş ve on beş bin kilometrelik deniz yolculuğu…
21 günlük gemi yolculuğunda yaşananlar da çarpıcı biçimde yansıtılır. Fahri Erdinç, egemenlerin “kahramanlık” hikâyesi çıkarmaya çalıştığı yerde okurunun karşısına yoksulluğun ve savaşın gerçekliğini çıkarır. Uyuzla baş etmeye çalışan, kumanyası yeterli olmayan, Amerikalı komutanların aşağılamasına maruz kalan, memleket özlemleri depreşen, bir gemide alafranga tuvaleti öğrenmeye çalışan askerler bir yanda, kâğıt üzerinde savaş planları yapan, kahraman olma rüyaları gören, rütbe almaktan başka gayesi olmayan rütbeliler diğer yandadır.
Seylan Adası’nda, Kolombo Limanı’nda verilen bir mola sırasında Albay Bora’nın düşüncelerinin sunulduğu bölüm, karşıtlığı açıkça sergilemektedir:
Hindu’ların çektiği iki tekerlekli bir Rikşa ile yaptığı gezi Albay Bora’nın hoşuna gitti. Ama bu arabaları insanların çekmesi, insanın insana hayvan olması, onu biraz düşündürdü. Diii mi efendim, bu uygarlık yüzyılında olacak iş miydi bu? Şaştı kaldı Albay. Nasıl şaşmasın ki, kendi memleketinde insanın insana hamal olduğunu görmemişti. Sözgelişi, karakoldan karakola tutuklu götüren jandarmanın, taban tepmekten usanarak, köylü veya aydın tutukluların sırtına bindiğinden haberi yoktu. Toprak ağası, parababası, yoksulun sırtına binmiş diyorlarsa da, Albay böyle şey görmemişti. Kızı, Ankara garında iki yanağından öptüğü kızı, Keziban kızımız gibi daha bir kerecik bile sabana koşulmuş değildi. Karadeniz boylarının “Küfeli Melek” dediğimiz kadınlarını da bu Albay bilmezdi. Nihayet o, bugüne kadar, kendi üniformasından ve omzundaki apoletlerinden başka bir şeyin hamalı olmamıştı. (s.179)
Ekim 1950’de Kore’de askerler gemilerden iner. Askerlerin hazırlıkları devam ederken bu bölümde gazeteci Solak’ın ağzından öyküleştirme ile Kore tarihine ilişkin bilgiler ediniriz. Mevcut Amerikan işgali ve Amerikan askerlerinin savaş suçları çarpıcı biçimde anlatılır.
Kasım ayı sonunda Knuri’de Amerikan ordusunun çekilmesini sağlamak için Türk Tugayı adeta tampon olur. Knuri ile başlayarak cephede yaşananlar, taarruzlar ve geri çekilmeler, askerin isyanı, komuta kademesinde yaşanan kişisel hesaplaşmalar, mevcut duruma itiraz ederek rütbelerini söken subaylar, siperlerde yaşananlar, yaralanmalar, esir düşmeler, ölümler, ölü askerlerin cesetlerini soyanlar, ölülerini gömenler, hepsi bir savaş muhabirinin, Solak’ın tanıklığı ve tüm çıplaklığı ile aktarılır.
Türkiye Knuri muharebesinde yüzlerce askerini yitirmiştir, ancak Bayar, Menderes ve Koraltan Türkiye’de, Genelkurmay brifinginin sonunda viskilerini tokuşturmaktadırlar:
“Adnan bey” dedi Bayar, “siz lütfen Erkânı Harbiye Reisine söyleyin, şehit subaylardan birkaçının ismini bildirsinler. Valiye ve Belediye Başkanına da emir verin ki, başkentte birkaç sokağın adı hemen değiştirilerek bu şehit subayların adları konsun ve keyfiyet Kore’ye, Tugaya da tebliğ edilsin.”
“İsabetli olur beyefendi, bendeniz de bunu düşünüyordum.”
Koraltan da ekledi:
“Matbuat, radyo, bu zaferi enine boyuna değerlendirip yaymalı…”
“Evet Diyanet İşleri Reisliği de, camilerde Şühedanın ruhuna Mevlûtler okutmaya hız vermeli.”
(...)
Ve ikisi de ellerini oğuşturdular. Bir daha gözgöze geldiler. Birinin gözleri “Artık NATO’ya giriş biletimizi tez elden istemeliyiz,” dedi. Ötekinin gözleri de “Amerika’dan da 400 milyon daha!” dedi.
Sonra Koraltan’ın gözlerine baktılar. Kurt gibi anladı:
“Okey!” (s.310-311)
Umut ve aydın sorumluluğu
Solak’ın anlatısı 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece son bulur. Roman böylece 27 Mayıs 1960 sabahı ile sona ererken egemenler hayal kırıklığı, telaş ve korku içindedir. Düzen muhalefetinin temsilcileri şimdi bizim sıramız demektedir.
Diğer yanda cezaevinde gazeteci Solak ve arkadaşları, Kore’de savaşırken Solak ile kurduğu ilişkide daha da bilinçlenerek dönüşen doktor Kutlu, Kore’de bacağını kaybetmiş, esir düşmüş, artık tekerlekli sandalyeye mahkûm, ancak nişanlısı ile birlikte Mayıs 1960’ta hükümet karşıtı gençlik eylemlerine destek olurken gördüğümüz Kore gazisi teğmen Vehbi, Veli’nin köyünün öğretmeni, Veli ve ailesi vardır.
Roman başkalarının değil onların umuduyla sonlanır:
Bu sırada Memet bir sevinç çığlığı bastı:
“Bubaa, eriğe bak, çiçek patlıyo!”
Gerçekten, Veli’nin dert açtığı bu uzun gecenin sabahında, artık erik çiçek açıyor, tomurcuklar âdeta pıtır pıtır çatlıyordu. O sabah bütün yaylada, bütün memlekette geciken ağaçlar da çiçeğe durmuştu. Balarıları da bütün ağaçlarda vınıl vınıl. Arının işi tatlı bir kuyumculuk, demişler. Çiçekten çiçeğe çapkınlığı da cabası… (s. 350)
1965 yılında romana yazdığı önsözde “Türkiye’yi bugün de aynı demagojik zihniyet, aynı tehlike kemiriyor” diye yazan Fahri Erdinç, bir dönemin suçlarını mahkûm ederken, uzun bir gecenin aydınlığa ermesi umuduyla Veli’lerin yanındadır.
Mendereslerin karşısında Velilerin yanında olmak bir aydın sorumluluğudur çünkü.
Biz bunu “23 Sentlik Asker”de “şaşmayın, / yarın çok pahalıya mal olursa size, / bu 23 sentlik asker, / yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim” diyen Nâzım’dan biliriz.
“Kore’de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes’e Söyledikleri” şiirinde “Diyetimi istiyorum Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum,/ alacağım da.” diye yazan Nâzım’dan…
“Adnan Bey”e, “Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz. / Yüz Türkiye olsa / elinizden de gelse / yüzünü de zincire vurur / yüz kere satarsınız.” diyen, “halkını satanın” gece korkudan uyuyamayacağını hatırlatan Nâzım’dan…
Ve Nâzım gibi niceleri vardır. Bizim tarihimiz, sınıf mücadeleleri tarihimizin aydınları.
Bugüne bir soru düşer o halde Nâzım’dan, ona yoldaşlık etmiş Fahri Erdinç’ten:
Sınıf savaşımları sürerken, karanlık, gericilik, savaşlar kol gezerken, milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş göçerken, yoksul emekçiler, kadınlar, küçücük kız çocukları, Narinler hayata tutunmaya çalışırken, ölürken, öldürülürken, işçiler, emekçi halk el yordamıyla direnmeyi öğrenirken, olan bitene itiraz ederken, “böyle gidecek demek değil bu işler” derken yaşananların, yaşanamayanların, yaşanması muhtemel olanların şiirinin, romanının yazılması gecikmedi mi?
Veli'lerden yana olanlar, göreve!