GÖRÜŞ | TÜSİAD’ın Kripto-Erdoğancılığı

'Türk büyük burjuvazisinin genlerinde demokrasiye bağlılığın zerresi yoktur... TÜSİAD’ın güçler ayrılığı ilkesinden dem vurması da ikiyüzlülüğün daniskasıdır.'

Sait Çakır

TÜSİAD iktidara dönük bir süredir dile getirdiği üstü kapalı eleştirileri nedeniyle pek çok kesim tarafından muhalefet cephesinde görülmektedir. Geçtiğimiz yılın Eylül ayında başlayan faiz indirimlerinin döviz kurlarını sıçratması nedeniyle Kemal Kılıçdaroğlu’nun önce TÜSİAD’ı ziyaret etmesi, ardından TÜSİAD’ın hükümete dönük eleştirilerini yüksek sesle dillendirmesi gerektiğine dönük çağrıları hâlâ akıllardadır. Tayyip Erdoğan’ın, bilhassa cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte izlediği politikalar nedeniyle TÜSİAD’la çatışma yaşadığına dönük iddialar, hatta uygulanan para politikalarının sermayenin iç savaşı olarak nitelendirilerek TÜSİAD’ın AKP ile karşı karşıya konumlandırılması bu çerçevede ele alınabilir. Tayyip Erdoğan’ın adını vererek TÜSİAD’ı hedef alan açıklamalarda bulunmasının bunda elbette payı vardır.

Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan rejimini beşli çeteye indirgeyerek TÜSİAD’ı yanına çekme stratejisi bizzat TÜSİAD tarafından akamete uğratılmış; Kılıçdaroğlu da beşli çeteye dönük söylemlerine ima yoluyla TÜSİAD’ı da dahil etmeye başlamıştır. Erdoğan’ın aksine Kılıçdaroğlu açıktan açığa TÜSİAD’ı hedef almamaktadır; ancak beşli çetenin yanına “bazı zengin derneklerini” de eklemekten de geri durmamaktadır.

Bu yazıda TÜSİAD’ın AKP’ye dönük örtük eleştirilerini ele alarak AKP-büyük sermaye ilişkilerinin ekonomi politiğini yapacağım.

TÜSİAD’ın eleştirileri: İkiyüzlülüğün anatomisi

TÜSİAD açıklamalarındaki güçler ayrılığı ilkesine, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye dönük vurgular AKP’ye dönük bir eleştiri olarak yorumlanmaktadır. Oysaki yakın sınıf mücadeleleri tarihi sermayenin daima faşist rejimlerden yana olduğunun delillleriyle doludur.

12 Mart darbesinin  doğum ebeliğini yaptğı TÜSİAD’ın 12 Eylül’e giden süreçte açıkça darbe çığırtkanlığı yaptığını, Bülent Ecevit hükümetini devirmeye teşebbüs ettiğini ve 12 Eylül gerçekleştiğinde de önde gelen oligarkların cuntaya şükranlarını bildirdiklerini hatırlatarak başlamak gerekiyor. 12 Eylül darbesi gümrük duvarlarını ve işçi sendikalarını yıkmış; doyuma ulaşan iç pazarın büyük sermayeye dar gelmeye başlaması üzerine ihracata dönük sanayileşmeye ve büyük bir devalüasyona dayanan 24 Ocak kararlarını hükümet programı olarak uygulamıştır. Türk büyük burjuvazisinin genlerinde demokrasiye bağlılığın zerresi yoktur.

Bu sadece tarihsel bir olgu değil, aynı zamanda güncel bir durumdur. Sermayenin hukuku ve emekçi haklarını hiçe sayması pandemi sürecinde bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi. TÜSİAD’çı oligark Zorlu’ya ait Vestel fabrikalarında, TÜSİAD’çı bir diğer oligark Niyazi Önen’in Dardanel fabrikalarında işçiler koronavirüs tehdidi altında kapalı devre çalışma sisteminde çalıştırıldılar. Demokratik özgürlükler konusunda vaaz vermekte pek mahir olan TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, sendikaya üye oldukları için Migros işçilerini kod 29’la işten attı; sokağa attığı işçiler kendisini protesto etmesinler diye kaymakamlıktan villasının sokağına özel eylem yapma yasağı getirtti. AKP yıllarında 200 bine yakın işçiyi kapsayan 19 grev milli güvenlik ve sair gerekçelerle iptal edilirken TÜSİAD’ın anayasal hakları hatırlattığına tanık olmadık; zira ertelenen grevler arasında Akbank, MESS Grup, Şişecam gibi doğrudan TÜSİAD üyelerinin sahip olduğu veya yönettiği firmalar da bulunuyordu.

TÜSİAD’ın güçler ayrılığı ilkesinden dem vurması da ikiyüzlülüğün daniskasıdır; güçler ayrılığının tarihe gömüldüğü günlerde cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin hayırlı olmasını temenni eden sabık TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, yeni sistemin en önemli özelliğinin hız olacağını düşünüyorum, diyerek islamofaşist diktatörlükten beklentilerini dile getirmişti. Sermayenin talebi güçler ayrılığı değil, yürütme erkinin baskın olduğu diktatoryal rejimlerdir. Bu sayede toplumsal muhalefetin devleti etkilemesi asgariye indirgenir ve devlet mekanizması burjuvazi lehine çok daha etkin bir şekilde örgütlenir. Uzatmak istemiyorum; zira TÜSİAD’ın hayalini kurduğu düzeni en güzel Nurettin Nebati tasvir etmiştir: “Bir problem mi var, rahat olun, doğrudan bize ulaşın, mevzuatı aşarız, bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanı var.” Hukuk; sendikalaşma, toplu sözleşme, grev, bürokrasi, mevzuat demektir. Bu kelimelerin her biri bir burjuvanın tüylerini diken diken etmeye yetecektir.     

Burjuvazinin tanıdığı tek bir özgürlük vardır: Özel mülkiyet özgürlüğü. 2015 yılında TÜSİAD YİK Başkanı Özilhan, Erdoğan’ın kimi aşırılıkları nedeniyle, AKP yıllarında elde ettikleri kazanımların tehlikeye düşmesinden korktuğunu ifade etmiştir. Bu korkusunu TÜSİAD kurum olarak iki defa açıktan dile getirdi. İlki, 2015 yılında fethullahçı Koza-İpek’e kayyum atandığında gerçekleşti; TÜSİAD, devletin özel bir şirkete el koymasının yatırım ortamına zarar vereceğini belirterek endişelerini beyan etti. Diğeri ise, Kılıçdaroğlu’nun beşli çetenin zenginliklerine el koyacağını söylemesinden sonradır; TÜSİAD hemen, herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır, şeklinde bir açıklamayla sınıf kardeşinin yanında saf tuttu. 

TÜSİAD’ın en büyük korkusu emekçi halkın sırtından elde ettikleri zenginliklerin kamulaştırılmasıdır. AKP’nin emperyalistlere ve yerli oligarklara peşkeş çektiği kamu varlıklarının; TÜPRAŞ’ın, Petkim’in, Telekom’un, Petrol Ofisi’nin bir gün ellerinden alınacağı korkusu, her büyük Türk burjuvasının ruhunun derinliklerinde yatmakta olan bir duygudur.

Peki, Erdoğan’ın açıktan TÜSİAD’ı hedef almasına ne demeli?

Tayyip Erdoğan’ın TÜSİAD’a dönük iki temel eleştirisi vardır. İlki, Erdoğan’ın TÜSİAD’a yaptığı, olağanüstü halden niye şikayet ediyorsunuz, OHAL sayesinde grevlere anında müdahale ediyoruz, şeklindeki çıkışıdır. İkincisi ise, sıkışınca bizim kapımıza gelip faizlerin yüksekliğinden şikayet ediyorsunuz, size ucuz kredi veriyoruz, yine bize sallıyorsunuz, şeklindedir. Tayyip Erdoğan’la TÜSİAD arasındaki kavganın tamamı budur ve hukukla, demokrasiyle bir ilgisi yoktur.

Erdoğan’ın dış politikasının ekonomi politiği

TÜSİAD her toplantısında Türkiye’nin Batı’yla ve Avrupa Birliği’yle ilişkilerinin mülteci eksenli alışveriş ilişkisi olmaktan kurtarılması gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre, AB’yle entegrasyon Türkiye’nin ilerleme çıpası olarak görülmelidir. Emperyalizme işbirlikçilik büyük burjuvazimizin genlerinde olsa bile AB’yle entegrasyon talepleri bile ikiyüzlüdür.

TÜSİAD, Türkiye’nin Batı’dan yana konumlanmasını istemekte; ancak Batı’nın Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’ya dönük yaptırımlarına Türkiye’nin katılmamasından da en çok TÜSİAD üyeleri yararlanmaktadır. Reuters’in Refinitiv verilerine dayandığı haberine göre, Batı’nın Rusya’ya yaptırımlarından sonra Türkiye Rusya’dan petrol ithalatını iki katına çıkartarak günde 200,000 varil seviyesine yükseltti. Koç Holding’e ait TÜPRAŞ da Ural petrolüne dönük talebini günlük 45 bin varil seviyesinden 111 bine çıkarttı. Ural petrollerinin fiyatı bahar ve yaz ayları boyunca uluslararası brent petrolün ortalama 35 dolar altındadır; Sözcü’den Emre Deveci’nin haberine göre, ucuza aldığı petrolleri Cenova fiyatlarıyla satan TÜPRAŞ 2022’nin ikinci çeyreğinde kârını 1,7 milyar TL’den 10,7 milyar TL’ye yükseltti. UEFA Avrupa Ligi’nde Dinamo Kiev’li futbolculara “Putin” tezahüratı yapan Fenerbahçe tribünleri adına özür dilemeyeceğini açıklayan FB Başkanı Ali Koç’un Rusya’yı incitmeme hassasiyetinin sadece ucuz Ural petrollerine dayanmadığını biliyoruz.

Koç Holding’in diğer şirketi Arçelik, yaptırımlar nedeniyle Rusya’dan çıkan ABD’li şirketleri satın alarak Rusya ve iç Asya pazarına giriş yapma imkanı elde etmişti. Arçelik, yıllık 2,8 milyon adet soğutucu ve çamaşır makinesi kapasitesiyle Rusya’da üretim gerçekleştiren; satış ve pazarlama ağı Kırgızistan, Türkmenistan, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Belarus ve Moğolistan’ı kapsayan Indest ve Whirlpool’u 220 milyon euroluk bir satın almayla bünyesine katmıştı.

Batı’nın Rusya’ya dönük yaptırımları ve Erdoğan iktidarının yaptırımlara dahil olmaması en çok Koç Holding’ yaramış görünüyor. Hatta o kadar yaramış ki; ABD Hazine Bakanlığı’nın TÜSİAD’a mektup göndererek, yaptırım uygulanan Rus kurumlarıyla iş yaparsanız size de yaptırım uygularız, diye uyarıda bulunmasına neden olmuştur.

Erdoğan’ın bir diğer dış politika manevrası 2013’te hamisi olduğu Müslüman Kardeşler’e darbe yaparak iktidara gelen Mısır Başkanı Abdülfettah Sisi ile tokalaşması oldu. Erdoğan’ın Mısır kapılarını açmasından sonra içeri ilk giren yine Koç Holding’in Arçelik’i oldu; 100 milyon dolarlık bir yatırımla inşa edilecek fabrika; buzdolabı, televizyon, iklimlendirme sistemleri alanında yıllık 1,5 milyon adetlik üretim kapasitesine sahip olacak ve 2000 kişiye istihdam sağlayacak. Üretimin yüzde 60’ının ihracata ayrılması planlanıyor.

Bir diğer deyişle, Erdoğan’ın dış politika manevraları sayesinde Koç Holding iki kıtaya birden güçlü bir şekilde girmiş oldu.

Erdoğan’ın seçim dayanağı: TÜSİAD

Geçtiğimiz hafta düzenlenen TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nda konuşan Özilhan, bankacılık sektörüne dönük regülasyonlar nedeniyle reel sektörün kredi erişimi zorlaşıyor, böyle giderse ithalat yapamayacak hale geleceğiz, diye Erdoğan hükümetinin para politikalarından şikayetini dile getirdi. Merkez Bankası’nın enflasyonla yeteri kadar mücadele etmediğinden dem vuran TÜSİAD’ın ticari kredi bulamamaktan yakınması arsızlıktır; üretici enflasyonunun yüzde 140’larda, tüketici enflasyonunun yüzde 85’lerde gezdiği bir konjonktürde ortalama faizi yüzde 14 olan ticari kredilere erişememekten şikayet etmesi açgözlülüklerinin itirafıdır. Zira buna kimse kredi diyemez; bunlar hibedir. TÜSİAD YİK başkanı, Erdoğan’dan hibe istemektedir.

Erdoğan’ın düşük faiz politikası ise, sadece ve sadece bir seçim manevrasıdır. Bu manevrayla Erdoğan kendi seçim kampanyasının finansörlüğüne büyük banka sermayesini tayin etmiştir.

Düşük faiz takıntısının ardında Erdoğan’ın seçim kazanma kaygısı yatmaktadır. Erdoğan bir islamcıdır ve kıyas mantığıyla düşünür. 2018 yazında Rahip Brunson kriziyle dolar kuru 4,5’tan 8’e yükselince Merkez Bankası faizleri yüzde 24’e çıkarmıştı; kurlar yeniden 5’li seviyelere gerilmiş, enflasyon beklentileri kontrol altına alınmıştı. Ancak bunun bedeli resesyon oldu; üst üste üç çeyrek boyunca milli gelir daraldı. Yüksek faiz-ekonomik küçülme ikliminde girdiği belediye seçimlerinde AKP metropolleri CHP’ye kaybetti. Erdoğan, bu ağır kayıptan sonra, never again, demektedir. Seçimlere ne olursa olsun düşük faiz-iktisadi canlılıkla girmekten başka bir çaresi olmadığını düşünmektedir.

2021 Eylül’ünden itibaren faizlerin düşürülmesinin ardındaki siyasi motivasyon budur. Ancak bu faiz indirme patikasının doğrusal olduğu anlamına gelmemektedir.

Düşük faizle kredi genişlemesi yaratıldı; MB Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun İstanbul Sanayi Odası’nda aktardıklarına göre, 24 Şubat 2022’den itibaren sadece kamu bankaları ortalama yüzde 15-16 faizle yaklaşık 500 milyar TL kredi dağıttılar ve şirketler bu düşük maliyetli kredi genişlemesi sayesinde 55 milyar dolar satın aldılar. Kur Korumalı Mevduat ve örtülü döviz satışlarıyla bir-iki ay istikrara kavuşan döviz kurları şirketler kesiminin talebiyle yeniden yükselişe geçti. Ucuz kredilerle 2022’nin ilk yarısında yüzde 7,5’lik bir büyüme elde edilse de yeniden artışa geçen dış ticaret açığı ve yukarı tırmanan döviz kurları Erdoğan rejiminin seçim planlarını tehlikeye atıyordu.

Kavcıoğlu’nun İstanbullu sanayicilere, ucuz krediyle döviz alanların listesi elimde, diye gözdağı vermesinden sonra bankacılık sektörüne, yukarıda Özilhan’ın şikayet ettiği bir dizi regülasyonlar getirildi. Bu tedbirlere göre; kredi ve mevduat faizleri baskılanmaya devam edecek ancak bankalar bol keseden kredi dağıtamayacaktı. Hatta Temmuz-Aralık döneminde kredi stoğu yüzde 10’un üzerinde artan bankalara ceza verilecekti. Nitekim özel bankaların 13 haftalık yıllıklandırılmış ve kur etkisinden arındırılmış ticari kredi büyümesi 2 Aralık haftası itibariyle yüzde 12’nin altına düştü. Enflasyonun yüzde 85’lerde gezindiği bu şartlarda reel kredilerin daraldığı anlamına gelmektedir.

Peki kredi genişlemesi olmayacaksa, faizlerin sopayla düşürülmesinin mantığı nedir? Cevap basit; bankaları devlet tahvili almaya zorlamak. Makroihtiyati tedbirlerle bankalar sabit getirili devlet tahvili tutmaya mecbur bırakıldılar; bugün Hazine’nin iç borç stoğunun yüzde 77’si bankacılık sektöründedir. Beş sene önce bu oran yüzde 45’lerdedir. Yine beş sene önce yabancı portföy yatırımcılarının payı yüzde yirmilerdeyken bugün bu oran yüzde birin altına inmiştir. Yabancılar devlet kağıtlarından çıkarken yerlerine bankalar gelmiştir. Özetle, hükümetin bütçe açıklarını bankalar finanse etmektedir.

Hem de ucuza finanse etmektedirler; 2022 başında sabit faizli TL iç borçlanma maliyeti yüzde 24-25 bandındayken Ekim ayında yüzde 11’in altına inmiştir. Bankaların bilançoları yüzde 10 getirili devlet tahvilleriyle dolup taşmaktadır.

Tabii, bu fırsatı yakalayan Hazine borçlanırken coşmuş; Ocak-Kasım 2022 döneminde 458 milyar TL iç borç ödemesi yapıp 589,5 milyar TL borçlanmış ve iç borç çevirme oranını yüzde 129’a çıkarmış. Aralık 22-Şubat 23 döneminde bu oran yüzde 146’ya çıkacak. Bunun anlamı şu; yılı yüzde 80 enflasyonla kapatırken Hazine yüzde 10’la faizle ihtiyacının çok üstünde borç almış. İhtiyaç fazlası bu kaynakların Erdoğan’ın seçim cephanesi olduğunu eklememe gerek yok.

Elbette faizler enflasyonun bu denli altındayken ve Erdoğan seçim ekonomisi uygulamaya hazırlanırken döviz kurları nasıl tutulacak? Elbette, Merkez bankasının örtülü döviz satışlarıyla. Peki bu döviz nereden bulunacak?

Akkuyu kanalıyla Rusya’dan (7-8 milyar dolar), mevduat yoluyla Suudi Arabistan’dan (5-10 milyar dolar), swap yoluyla Katar’dan gelecek dövizler ne kadar önemli miktarlarda olursa olsun tek seferlik girişler; Erdoğan’a seçim kazanması için döviz akışı gerekiyor.

Bu maksatla ihracatçı burjuvalara döviz gelirlerinin yüzde 40’ını Merkez Bankası’na satma zorunluluğu getirildi. KKM’ler sayesinde sisteme 30 milyar dolar sokuldu. Ancak en önemli kaynak, bankacılık sisteminde park etmiş dövizler. BDDK’nın düzenlemesiyle döviz varlığı olan şirketlerin TL kredi çekmesini yasaklayan bir düzenleme yürürlüğe konarak şirketler kesiminin 75 milyar dolarlık döviz mevduatına göz diktilerini cümle aleme duyurdular. Diğer taraftan bankalar zorunlu karşılık ve swap kanalıyla Merkez Bankası’na yaklaşık 120 milyar dolar emanet etmiş durumda; beş yıl öncesine kadar yurtdışı bankalarda 100 milyar dolar tutan bankacılık sistemi bunu asgariye indirerek 20 milyar dolar seviyesine çekti. Geri kalan bütün dolarları Merkez Bankası’na verdi. MB bu dolarları arka kapıdan döndüre döndüre satıyor ve bu sayede döviz kurlarının yükselmesini önlüyor.

Erdoğan’ın seçim kampanyasını bir sınıf olarak burjuvazi finanse etmektedir. İhracatçıların döviz geliri, şirketlerin döviz mevduatları, bankaların döviz varlıkları; hepsi Merkez Bankası’nın devir daim makinasının birer dişlisi görevindedir. Şirketlere krediyi tayına bağlayıp düşük getirili devlet tahvili alan bankalar seçim harcamalarının bir numaralı finansörüdür.

Türkiye’de sermaye hiyerarşisinin tepesinde bankacılık sektörü bulunmaktadır; özel bankaların en irileri ya yabancı sermayeye aittir ya da TÜSİAD’a bağlıdır. Bir diğer deyişle Erdoğan seçim masraflarını dayandığı sınıfın üzerine yıkmaktadır. Grevleri yasakladım, reel ücretleri enflasyonla ezerek milli gelirden emeğin payını yüzde 40’tan yüzde 25’e çektim, yüzde 80 enflasyon varken yüzde 20 faizli kredi hibe ettim, bankalar ve şirketler olarak hepiniz kârlarınızı 5’e katladınız; şimdi sıra sizde, seçim kampanyam için pamuk eller cebe, demektedir.