GÖRÜŞ | Türban takma istemi bir insan hakkı mıdır?

Akademisyen/Yazar Neval Oğan Balkız, son günlerde yeniden canlanan türban tartışmasını kaleme aldı.

Neval Oğan Balkız*

Türban’a Yaklaşım Biçimleri ve Kavramsal Analiz Sorunu

Gündemden düş(ürül)meyen türban konusundaki tartışmalar, tam anlamıyla bir kavram kargaşası içinde sürüyor. Tartışmalarda taraflar; konuya ilişkin argümanlarının dayalı olduğu kavram ve bağlamları, kendi bildikleri ve yorumladıkları şekilde veya -kimin ne hoşuna giderse ya da neye ihtiyacı varsa- o anlamları yükleyerek fikir yürütüyorlar. Böylece, sorunsalın temelleri epistemolojik/bilgisel olarak ortaya konulmadan, soruna yaklaşım olanağı sunan ekonomi politik temelli bütünsel bir metodoloji oluşturulmadan, türban; “siyaseti ve güç paylaşımını temsil eder, bütün korku ve inançları içerir bir hale getirilmiş, kendisinden daha önemli bir anlam yüklenmiş bulunuyor.”1

Türbanı savunanlar; türban takma istemini kadınların bireysel seçimi olarak, bireysel hak ve hürriyetler bağlamında ele aldıklarını iddia ediyorlar ve haklarında olumlu değer yargılarının yaygın olduğu; "insan hakları", “özgürlükler”, demokrasi, (yerel) modernite ve "hoşgörü" gibi kavramlar ile arasında bağlantılar kuruyorlar.

Türban takma isteminin insan hakkı olduğunu, sınırlanamayacağını, demokrasinin gereği olan farklılığa ve kültürlere saygı temelinde hoş görülmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Öte yandan, türbana ilişkin engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeleri anayasa veya yasalarla gerçekleştirmeyi deniyorlar. Bu kesimler; iddialarının bilgisel değil, yaygın kanılardan oluşan temeller taşıdığını, dolayısıyla bilgisel olarak birbiri ile çelişkili ve bağdaşmaz olduklarını görmezden geliyorlar.

Zira; türban takma istemi bir insan hakkı ise (ki neden olmadığı aşağıda açıklanacaktır) bunun hoşgörü veya tolerans konusu olması mümkün değildir. Çünkü haklar (insan hakları da elbette), hoşgörü veya tolerans değil, pozitif hukuk (anayasa, yasa vb.) konusu olurlar. Bunlara da hoşgörü gösterilmesi değil, uyulması gereklidir. Yok eğer türban takma istemi hoşgörü veya tolerans konusu ise, o zaman bu talebin insan hakkı olmadığı, dolayısıyla pozitif hukuk (anayasa, yasa) konusu olamayacağı zaten açıktır.

Türbanın bir simge olduğunu, bunu takmaya ilişkin istemin belli bir siyasal ve toplumsal sistem oluşturma amacına yönelik propaganda niteliği taşıdığını ve sınırlandırılması gerektiğini savunanlar ise; -ne yazık ki- yukarıdaki bilgisel çelişkiyi fark etmedikleri gibi, epistemolojik yaklaşımlarla türban takma isteminin niteliğini sorgulamak yerine, bu istemin tehlikeli sonuç doğuracağını veya aşındıracağını düşündükleri toplumsal ilkeleri (laiklik gibi) veya kavramları (kamu alanı, devletin özellikleri vb.) öne sürüyorlar .

Tartışmanın her iki tarafı da, konunun bilgisel bir temellendirme konusu olduğunu ve dolayısıyla epistemolojik, antropolojik, felsefi-etik, hukuki ve ekonomi politik bir yaklaşım gerektirdiğini görmezden geliyorlar. Sonuçta toplumda kimin; neye, nasıl ve niçin karşı çıkacağını yada çıkmayacağını bilmediği bir durumun yaşanmasına yol açıyor.

Türban Sorunlaştıran Süreç Analizi ve Kültürel Gelişme Kavramı

Yüzyılımıza baktığımızda; sorunların büyük bir kısmı için çözüm arayışlarının sonuçsuz kaldığını, sorunlarla çözümlerin çoğunlukla yer değiştirdiğini, birbirine karıştırıldığını, üretilen çözümlerin sorun haline geldiğini ve yeni sorunlara yol açtığını görmekteyiz.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yoksullukla savaşmanın ve toplumsal ilerlemeyi sağlamanın yolu olarak; gelişme/kalkınmanın fikrine dayalı model; bütün ülkelerin ulusal politikalarının ana amacı haline getirildi. Ülkeler de, bu fikre dayanılarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler olarak ikiye ayrıldı. Gelişmekte olan ülkeler bu model doğrultusunda milli gelirlerini yükseltmeyi, sanayileşme ve teknoloji ithal etmeyi hedeflediler. Sanayileşmiş ülkelerin çoğunda ise, daha fazla gelişme ya da ilerleme çabaları, endüstriyel üretimi sürekli arttırma çabalarına dönüştü. Her şey, başta insan olmak üzere, bu acımasız yarışa bağımlı kılındı.

Fakat, gelişme/kalkınma ideali onu çözüm olarak getirenlerin beklentilerine ters düşen sonuçlar yarattı. İzlenen gelişimci politikalar yalnız ülkelerdeki sosyal adaletsizliği pekiştirmekle kalmadı, global adaletsizliği de pekiştirdi. Gelişmekte olan ülkelerde, önemi ölçüde dış yardımla yani gelişmiş ülkelerin siyasal beklentileri ile verdikleri faizli borçlarla finanse edilen bu gelişimci politikalar, yalnız bu ülkelerde zengin ile fakir arasındaki uçurumu genişletmekle kalmadı, zenginle yoksul ülkeler arasındaki uçurumu da genişletti.

Bu sürecin çıkmazlarından kurtulmak için de -yine gelişme sabit fikrine dayalı olarak- öngörülen yol; serbest pazar ekonomisi (ekonomik düzenin globalizasyonu, pazarların birbiriyle bağlanması, karşılıklı bağımlılıkların arttırılması ve sınırlanmazlığı- “küreselleşme”) olarak ortaya konuldu. Fakat bu süreç beraberinde başka bir şeyi de getirdi.

Özellikle başta sanayileşmiş ülkelerde olmak üzere, gelişmeci politikaların götürdüğü çıkmaz ve karşılaşılan yerel ve global sorunlar, insanı yeniden içine alan bir gelişme anlayışının yaratılması ihtiyacını doğurdu.

İşte bu anlayış; gelişmeye kültürel bir boyut getirme gerekliliğinden hareketle –“kültürel gelişme”den söz edilmesine yol açtı.

Fakat "Kültürel Gelişme" kavramından batının gelişmiş ülkeleri ile, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin anladığı farklı olmuştur. Dolayısıyla bunların eylem için gerektirdikleri de farklı olmuştur.

Batıda, sanayileşmenin götürdüğü çıkmazdan kurtulmanın bir yolu olarak düşünülen kültürel gelişmeden; kitlelere, kültüre ulaşma ve kültürel etkinliklere katılma (insansal olanaklarını geliştirmelerini sağlayan etkinliklere -sanatsal, bilimsel, felsefi etkinliklere) olanağının yaratılması anlaşılmıştır.

Bağımsızlığına yeni kavuşan az gelişmiş ülkeler ise, kültürel gelişmeden; “en başta kendi kültürlerini geliştirmeyi, yani, önceden sahip oldukları ve bir şekli ile bastırıldığını ya da unutulduğunu düşündükleri–kendi dünya, yaşam, insan görüşlerini ve değerlilik anlayışlarını arayıp bulmayı ve geliştirmeyi” anladılar.

Üçüncü bir kategori oluşturan bazı ülkeler de -ki bunlar çağdaşlaşmayı kendi tercihiyle seçmiş ve çağdaşlaşma sürecinde olan bazı ülkelerdir- kimi kesimler bu tartışmaya katılmış ve neticede ikinci anlamdaki kültürel gelişmeyi benimsemişlerdir. Bunların kültürel gelişmeden anladıkları; batı ile temasa geçmeden önce, o ülkelerde egemen olan kültür, yani dünya–insan–ve değerlilik anlayışını canlandırmak, kendi değişleriyle de kendi kültürlerini korumak oluyor.

Bu kesimler kendi kültür, kimlik, dünya–insan ve değerlilik anlayışlarını çoğu zaman şu andaki durumlarda bulamıyor ve geriye bakıyorlar. Kendi kültürlerini, yani batı kültürü ile karşılaşmadan önce o ülkedeki insanların sahip olduklarını düşündükleri dünya–insan ve duyarlılık anlayışları ve bunlardan kaynaklı normları bulup canlandırmaya çalışıyorlar. İşte Türban, bu canlandırma çalışmalarının bir parçasıdır. Bu tür talepler düşünce, din, kanaat özgürlüklerine de dayandırılarak yaygınlaştırılıyor. Küreselleşme süreci de; bütün kültürlere saygıyı, farklı olma hakkını (yani insan haklarına ters düşen temel öğelere sahip kültürlere de saygıyı) postmodernizm temelinde teşvik ediyor.

Türban Takma İstemi İnsan Haklarından Değildir

“İnsan hakları her şeyden önce düşüncedir. İnsanlar insan oldukları, yani bazı özellikleri olan insan türünün üyeleri oldukları için; özel muamele görmeleri gerektiği düşüncesi”.

Hak olarak da bu ilkeler, “insanın değerini tanıma ve koruma istemleridir. İnsanın değeri, insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini ona sağlayan, özelliklerinin, olanaklarının bütünüdür. Bu olanaklar veya özellikler, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak ortaya çıkar. Bunlar da insanın değerini yada onurunu oluşturur”. İşte insan hakları; “insana özgü etkinlik ve ürünlerin (yani; düşünme,düşündüğünü ifade etme, irade sahibi olma, maddi ürün ve her türlü sanat ürünü üretme, değiştirme, paylaşma, organize toplumsal yapıları oluşturma, yönetme vb.gibi) gerçekleşebilirliğinin koşullarına ilişkin talepleri dile getiren ilkelerdir”.

Yaşama hakkı, işkence yasağı, kulluk ve kölelik yasağı, düşünceyi ifade etme, eğitim, sağlık, çalışma hakları gibi. Bu hakların talep ettiği şey; “kişinin insan türüne özgü yukarıda sayılan belirli bazı etkinlikleri gerçekleştirirken engellenmemesi ve buna ilişkin koşullarının sağlanmasıdır”.

Bu hakların dediği şudur; bu koşullar varsa ancak kişiler, normal olarak insanın yukarıda sözü edilen olanaklarını ve etik olanaklarını gerçekleştirebilirler. Dolayısıyla kişi açısından bakıldığında bu haklar, kişilerin birbirlerine nasıl davranmaları veya davranmamalarını gerektiğini gösteren etik ilkelerdir. İnsan haklarına devlet açısından bakıldığında ise bunlar, belirli bir devlette devletin yurttaşlarına karşı temel ödevlerini dile getiren ilkeler oluyor.

Bu haklar, insanın, değerine zarar veren insansal yada tarihsel koşullar karşısında, bu değere zarar veren bir muamele görmemesi talebinden türetilirler. Öldürmemek veya işkence yapmamak gerekir gibi.

Oysa; belirli bir öğretiden (doktrin veya doğmadan) ve bununla bağlantılı olan bir ahlak sisteminden (bir değerlendirme ve davranış normları sisteminden) oluşan dinler; olara mensup kişilerin, kendilerine öğretilen öğretinin - bilgisel özelliğine bakılmaksızın- doğruluğuna inanmalarını ve bu öğretiyle ilgili olan değerlendirme ve davranış kurallarının emirlerini/gereklerini yaşamda yerine getirmelerini isterler.

Dolayısıyla dinsel normlar hem özellikleri, hem türetilme kaynakları, hem de talep ettikleri bakımından insan hakları normlarından oldukça farklıdırlar. Bunlar insan hakları değildirler ve insan haklarının türetileceği öncülleri de oluşturamazlar.

Bu bilgilerin ışığında bakıldığında; türban takma isteminin insan haklarından olmadığı/olamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira türban takma istemi, insanın değerinden türetilen bir norm değil, belirli bir dinsel öğretiden ve bununla bağlantılı olan bir davranış normları sisteminden kaynaklanmaktadır. Yani bu dinsel öğretiye göre yapılması gerekli olduğuna inanılan, hakkında olumlu bir değer yargısı bulunan bir şeyi yaparken -türban takarken–kişilerin engellenmemesini dile getirmektedir Oysa, yukarıda aktarılmış olduğu üzere, insan haklarının talep ettiği şey, kişilerin belli bir şeyi yapmakta, yada belirli bir şekilde davranmakta yada belli bir şekilde giyinmede engellenmemesi değil; insan türüne ait belli olanakları (insanın onurunu oluşturan olanakları) gerçekleştirirken engellenmemesidir.

Bu nedenle türban ancak “kişi tutumu olan toleransın” konusunu oluşturabilir fakat kamu işlerinin düzenlenmesi ve yönetilmesiyle ilgili istem niteliğindeki toleransın konusunu oluşturamaz. Zira kişi tutumu olarak tolerans; “her düşünceye, davranışa saygı göstermek değildir”. Aksine; “belirli bir konuda kişinin, kendisinin onayladığından farklı olan düşüncelere veya normlara sahip olan, dolayısıyla, farklı biçimlerde davranan kişilerin haklarına, verebileceği halde zarar vermemesidir”. Çünkü; saygı konusu olan birer insan olarak kişilerdir, düşünceler, normlar, kültürler inançlar değil. Bunlar saygı konusu değil, ancak bilgisel değerlendirme konusu olabilirler. Bu nedenle kişi tutumu olarak toleransın sınırı yoktur, ama kamu işlerinin düzenlenmesi ve yönetilmesiyle ilgili toleransın sınırı vardır ve bu sınırı da, toleransın konusu ile ilgili bilgi ve insan haklarının gerektirdikleri çizer.

*Akademisyen/Hukukçu

Ayrıntılı bilgi için bkz: İoanna Kuçuradi, Felsefe ve İnsan Hakları İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, TFK Yayınları,

Ayrıca Kuçuradi,İ, Etik ilkeler ve Hukukun Temel İlkeleri Olarak İnsan Hakları, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı 4, Ankara 2000,S. 5-10.

  • 1. Ayrıntılı bilgi için bkz: İoanna Kuçuradi, Felsefe ve İnsan Hakları İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, TFK Yayınları, Ayrıca Kuçuradi,İ, Etik ilkeler ve Hukukun Temel İlkeleri Olarak İnsan Hakları, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı 4, Ankara 2000,S. 5-10.