'Fötr Şapkalı Şıh'

Sahi, dini örgütlenmeler ele aldığımız dönem içerisinde neyi ifade ediyor? Tüm işlevleri, devletin tüm engelleme girişimlerine rağmen Kuran öğretmek, Arapça ezan okumaktan mı ibaret?

Ecem Küçükdere

2022 yılını geride bırakmaya kısa bir zaman kala İletişim Yayınları’ndan çıkarak raflarda yerini alan Fötr Şapkalı Şıh kitabı, genç Cumhuriyet’in din ile olan ilişkisinin izlerini taşradan sürmesi bakımından konuyla ilgili okuyucuların ilgisini çekebilecek bir eser. Özdemirci, gerek önsözde vaat ettiği, gerek kitap boyunca pek çok kez tekrarladığı ve en nihayetinde son sözünde meramını açıklamayı nihayete erdirirken de altını çizdiği üzere eserini belirli yaklaşımlar üzerine inşa ediyor; laiklik, sekülerizm, direniş ve en önemlisi de tarihi ele alışa dair yazarın benimsediği yaklaşımlar daha önsözden adeta kitabın geri kalanı hakkında okurlara büyük bir ipucu veriyor.

Özdemirci’nin çalışmasında ortaya koyduğu iddialardan bir tanesi, şu zamana kadar devlet merkezli yürütülen sekülerleşme tartışmalarını, taşra ölçeğinde, toplumsal ilişkiler üzerinden incelemek. Yazarımız, konunun devlet merkezli ele alınışının bizi devleti toplum kesimlerinin hayatında muhakkak güç ve söz sahibi, toplumuysa pasif ve edilgen, kendi sözü ve sesi olmayan ve hatta özne olmayan bir bakış açısıyla değerlendirmeye ittiğini söylüyor. Bu yaklaşımı doğuranınsa kralların hayat öyküleri ve savaş destanlarından ibaret, o odaktan hareket eden bir tarih okuması olduğunu da ekliyor. 

Tarihin egemenler tarafından yazıldığını, gerçeklerin egemenliklerinin meşruiyetini sağlamak ve onu sürdürmek üzere manipüle veya hasır altı edilebildiğini söyleyen yazarımız, bunu çalışma boyunca 19 farklı görüşmecinin anlatımlarından belli örneklerle de desteklemeyi kendine amaç ediniyor. Olayları belli bir çizgisel süreç içine yerleştirdiğini ve önemli olduğu düşünülen kişi ve dönemleri ele aldığını söylediği geleneksel tarih anlayışını eleştiren ve Sünni Müslüman taşra halkının devletle arasındaki güç ilişkileri üzerinden erken cumhuriyet döneminde sekülerleşmenin ele alınmasında bu anlayışın yetersizliğini vurgulayan yazar, karşısına kendine belli başlangıç ve son noktaları belirlemeyen, “tekilliklere yönelerek, onların tarihten dışlanmalarına karşı çıkan” soykütükçü çözümlemeyi koyuyor. 

Gerçekten de çalışması boyunca gerek kavramları ele alışında, gerek çalışmanın yöntemi ve bütününde tekilliklerin önde tutulmasından kaynaklanan pek çok tartışmayı gözlemlemek mümkün. Bu tartışmalardan belki de en göze çarpanı, ama yazarımızın da bir o kadar az üzerinde durduğu laiklik-sekülerizm tartışması. Yazarımız kitabın ilk bölümünde seçtiği kavram setlerini açıklamaya girişse de nadiren geçirdiği laiklik kelimesini çoğunlukla sekülerizmle eş anlamda kullanırken laiklik ve sekülerizm kavramları arasındaki farka ilişkin bir tartışma verme niyetinde olmadığını da ekleyerek sekülerizmi daha önce de tekrar ettiği üzere toplumsal ilişkilerde kendini var edişi üzerinden tanımladığını da ekliyor. Burada, yazarımız kavramların genel anlamlarıyla değerlendirilmesindense, benimsediği tarihsel yaklaşıma benzer şekilde, bulunduğu zaman ve mekana özel anlamlar kazandığını öne sürüyor. Öne sürülen bu düşüncenin kavramların özgül bağlamlarına dair bir tartışma açma niyetinden ziyade, onları bir bütünün parçası olmaktan koparıp tekil olarak ele almak niyetini taşıdığını söylememiz daha doğru olur. 

Özdemirci, sekülerleşme tartışmasını devletin kendi otoritesini taşrada sağlama çabaları üzerinden kuruyor. Devletin (kitapta bu şekilde ifade edilmese de) tarikat ve cemaatlere karşı yaptırımları, ezanın ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi gibi unsurlar “resmi din” yaratma çabası olarak değerlendiriliyor. Hatıratlar ve yazarın da sözlü tarih anlatımına yüklediği önemin ışığında yaptığı görüşmelerle erken cumhuriyet döneminde devletin dini hayata müdahaleleri ve taşra halkının bu müdahalelere “direniş” örnekleri ele alınıyor. Yazar, gündelik direnişlerden söz açarken merkezden uzaklaştıkça devletin müdahale alanının sınırlanması; kılık kıyafet, dil ve dini eğitim alanındaki uygulamaların her yerellikte farklılıklar göstermekle beraber yine taşradan uzaklaştıkça pratikte karşılık bulmaması gibi önermelere sırtını yaslıyor.

Yazarın direniş olarak nitelendirdiği eylemlilikler, pek çoğumuzun gündelik hayatında direniş olarak nitelendirdiklerinden belli farklılıklar taşıyor. Örneğin yapılan görüşmelerde görüşmecilerin anlattıkları doğrultusunda: polis memurlarının izinde olmasından istifade ederek 19 Mayıs, 23 Nisan gibi günlere dini toplantılar koyulması, etrafta herhangi bir memur bulunmaması durumunda ezanın Arapça okunması ve hatta ezanın Türkçe okunmasının jandarmanın geldiğine dair bir şifre haline gelmesi gibi durumlar yazarca direniş olarak nitelendiriliyor. Ve hatta, özellikle ezanın Türkçe okunduğu dönem belli müezzin ve imamların ezan okumak ve kıldırmaktan imtina etmesi, görev yerlerini değiştirmesi gibi örnekler “kaçarak direnme” başlığı altında detaylıca ele alınıyor. Belirli memurların halkın dini uygulamalarını görmezden gelmesi, müsamaha göstermesi, polis ve memurların belli örneklerde kendini “emir kulu” olarak tanımlaması devletin görüşlerini taşrada görev alan tüm unsurlarına benimsetemediğine örnek olarak verilirken CHP’nin o dönem taşra illerindeki yönetim kadrolarının partiyle ideolojik bağları da, partinin o dönem kendi milletvekillerine yaptırdığı yazılı araştırma üzerinden, irdeleniyor ve bir çoğunun kendi çıkarları doğrultusunda parti içinde görev aldıkları, özellikle sekülerleşme yönündeki uygulamalardan ya bihaber oldukları ya da benimsemeseler de bu duruma sessiz kaldıkları ifade ediliyor. 

Halkevleri’nin taşra halkının gündelik hayatında ne kadar yer kapladığından dönemin iktidar partisinin yönetim kadrolarına kadar kapsamlı bir araştırma yapılırken, görüşmecilerin de adını geçirdiği ve yazarın devletin halkın direnişiyle engelleyemediği dini örgütlenmeleri kapsamında ele aldığı, hatta devlet memuriyetinde olan bazı taşralıların aynı zamanda tarikatlarda da yer aldığı hususunda örneklemelerde dahi bulunduğu Nakşibendi, Kadiri gibi tarikat ve cemaatlere dair muğlaklık ise gözden kaçmayacak cinsten.

Sahi, dini örgütlenmeler ele aldığımız dönem içerisinde neyi ifade ediyor? Tüm işlevleri, devletin tüm engelleme girişimlerine rağmen Kuran öğretmek, mevlüt düzenlemek, Arapça ezan okumak gibi masumane (!) direniş timsallerinden mi ibaret? Yoksa bu direnişleri, tarikat ve cemaat örgütlenmelerinden bağımsız ele alarak halkın “gelenek ve göreneklerini, yaşam tarzını muhafaza etmesi” olarak mı görmek gerekiyor? Yazarın, taşra halkının çoğunun erişimi dahi olmadığını belirttiği resmi gazete veya iktidara yakın gazeteler yerine okumayı yeğlediğini söylediği dini, muhafazakar yayınlar içerisinde neyi barındırıyor, neyi örgütlüyor? Güç ilişkileri üzerine dayanan bir yorumlama yapmak üzerine çıkılan yolda kitapta cevaplarını bulamadığımız bu sorular bize başlı başına bir taraf olan ve kitapta da dini örgütlenme pratikleri başlığında ele alınan tarikat ve cemaatlerin neden bu ilişkilerden azade tutulduğunu sorduruyor. Yazar, adeta tarikat ve cemaatleri başlı başına bir aktör olarak değil de halkın direnerek korumaya çalıştığı ve onlara halka içkin olarak ele aldığından taşra halkının buralara mensup üyelerini de tekil olarak, bu örgütlenmeden bağımsız değerlendiriyor.

Kitap süreklilik ve kopuş ilişkilerini reddeden tarihsel yaklaşımıyla, kavramların tarihsel bağlam ve bütünlüğünden koparıldığı yöntemiyle dahi yeterince tartışma konusu olabilecekken özellikle Cumhuriyet’in savunulması en yakıcı ve önemli ilkelerinden biri olan ve en kaba tabirle dinin kamusal alanın dışına itilmesi anlamına gelen laikliğe dair verilecek herhangi bir tartışmanın etrafından dolanarak Erken Cumhuriyet Dönemi’nin kamusal alanda dine yönelik uygulamalarını resmi ideoloji yaratma yolunda dini bir araç olarak kullanma ve bu amaç doğrultusunda resmi din yaratma olarak tariflediği sekülerleşme hamleleri olarak ele alması; taşra halkının bu uygulamalara nadiren ve oldukça tekil örneklerde iktidara başkaldırı halini alan ve genellikle düzenin içinde, kendini ona ayak uyduruyormuş gibi göstererek veya durumun kendisinden kaçarak var eden direniş hali, elbette ki yukarıda saydığımız yaklaşımların hepsi gibi ilk defa Özdemirci ile karşımıza çıkmıyor.

Fakat bu kitabı okurken bu susan, ayak uyduran ve hatta kaçan “direniş” konseptinin kendisiyle bir kavga vermemiz gerektiğini vurgulamamız gerekmekle birlikte, kitapta ortaya çıkan direncin kaynağını da sorgulamak gerekiyor. Gördüğümüz bir zulme direnç pratiği mi, yoksa eskinin yeniye karşı olan direnci mi? Kitaba adını veren şıhın fötr şapkasının altına sakladığı tekkenin gölgesinin düştüğü yeri anlamak burada tamamıyla ve kasten okura bırakılıyor gibi gözüküyor.

Fötr Şapkalı Şıh – Cumhuriyet Modernleşmesi ve Taşra,  İlbey C. N. Özdemirci, İletişim Yayınları, Aralık 2022