Enis Rıza Sakızlı ve Suat Derviş: ‘Tarihi insan üzerinden okumak’

"Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi..."

osman çutsay

Türkiye’de belgesel sinemacılığın önde gelen ismi ve yayıncı Enis Rıza Sakızlı, geniş üretim paletine bir de oyun ekledi.

Sahnelenme çalışmaları süren bu yapıtıyla Suat Derviş’e dikkat çekme gereği duyan Enis Rıza Sakızlı, Türkiye tarihindeki kesitler, “kahramanlarımız”, hatta “antikahramanlarımız” ve saklı bahçelerimizdeki değerler üzerine sorularımızı yanıtladı.

- Belgesel sinemayla başlayalım: Türkiye gibi neredeyse olağanüstü hızlı değişen bir mekân ve bu mekânda değişmemek için direnen insanlar, nasıl bir belgesel sinema olanağı içeriyor? Bu tablo, belgesel sinema için ne anlama geliyor? Bir fırsat mı, yoksa belgesel sinema, tanıklığın önünü mü tıkıyor? 

Enis Rıza Sakızlı- Sizin sorunuzun taşıdığı kavramlar üzerinden gideyim... Değişim, mekân, direniş, tanıklık… 

Sondan başlarsak, belgesel sinemanın, tabiatı gereği bütün zamanların sözcüsü ve tanıklığı olduğunun altını çizmem gerekiyor öncelikle. Çünkü belgesel sinema, sanat alanları içinde kendine gerçekliği mesele etmiş bir anlatım biçimi. Bu, onu ayrıştıran “etik” bir duruş. Eklemek gerekir ki “gerçekliğin kendisi” değil, “gerçekliğin estetiğine kavuşmuş hâli” dönüştürücüdür. 

Bir ikincisi de... Geçerken ifade edeyim, geçmişin bilgisi olmadan gelecek inşa edilemez. Bir toplumun gelişimi çünkü “tarihi kavrama olgunluğu” ile açıklanabilir.

Direniş kavramı bizim için “akıntıya karşı” duruşu ifade etmeli. Ne ki o “akıntıyı” savunma hâlini ifade edecek bir başka kavram yok ne yazık ki. 

Belgesel sinemanın çatışma mevzisi de orası. Orada “değişimden’” çok, yok oluştan söz etmek daha doğru olur. Genel bir kavram olarak “mekânın” ve onunla birlikte “hafızanın” yok oluşuyla yüz yüzeyiz çünkü içinde bulunduğumuz konjonktürde. 

Zaten tarihin ve doğanın ortak özelliği üstünü örter. Bir yandan yok oluşa karşı dururken, bir yandan da kazmak zorundayız. Belgeler, tanıklıklar, sokaklar-evler, olaylar-olgular... Zamanı, hayatı ifade eden ne varsa, geleceği kurmak adına bizim gündemlerimizde hep. Elbette buna yaşadığımız anların doğrudan tanıklığını da katmalı.. 

Dolayısıyla anlatacak, anlattığımız çok hikâyemiz var. İktidarın ve sermayenin konformizmi yolumuzun üstünde, barikatları ile oysa. 

Belgesel sinema ve Nâzım

- Belgesel sinema sizce şu anda Avrupa’da nasıl, Türkiye’de nasıl? Örnekler üzerinden bir karşılaştırma yapabilir miyiz?

Enis Rıza Sakızlı- Hep tekrarlıyorum... Cumhuriyet’in bir sinema politikası olmamış... Sansür dışında. Aslında sanat politikası olmadığından da söz edebiliriz. Dolayısıyla genel olarak sinema, özel olarak da belgesel sinema -bir daha ifade edeyim, sinemanın ve toplumsal hafızanın temeli ve taşıyıcısı olan belgesel sinema- konusunda hiçbir destek de söz konusu olmadı. 

Ben belgesel sinemanın tarihini -belge film değil- Nâzım ile başlatıyorum. 1930’lar... Zaten Nâzım Türkiye sinemasının omurgasıdır da. Daha sonra gerçekleştirdikleri 16 filmle Eyüboğlu ekibi -İstanbul Üniversitesi Foto Film Merkezi- 1950’ler... Ardından 68, benim de kurucusu olduğum Genç Sinema Hareketi... Oradan yürüyüp geliyoruz. 

Ne eğitim, ne bir fon, ne vergi indirimi, ne basın kartı, ne sponsor destek düzenlemeleri, ne sanat bankası, ne festivaller, ne önemseme. Ne.. ne.. ne.. ne. Öylece var olduk. 

Avrupa ile kıyaslamanın mümkün olmadığı koşullar yani. Bir örnek vereyim: Amsterdam’da her yıl belgesel festivali düzenlenir: IDFA. 25 sinemada dünyanın belgeselleri gösterilir. Bir de 5 sinemada anarşistlerin alternatif belgeselleri... Orada projeler görücüye çıkar, piching diyoruz. Televizyonların, dağıtımcıların, yayıncıların önünde projeler sunulur, destek alınır. Arte Alman-Fransız kanalları... Ayrıca salt belgesel sinema fonları, kurumları, okulları, salonları... Yapımcıları... Danimarka’sı İspanya’sı... Birçok ülkede belgesel sinemayı destekleyen vergi fonları, havuzları... 

Türkiye’de ilk biziz.. “Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali”ni düzenledik. 1997. 15 yıl inanılmaz koşullarda kendi imkânlarımızla yürütmeye çalıştık. Salonlarımız doluyordu. Talep vardı, var da önyargıların ötesinde. 

Yine kurucularından olduğum Belgesel Sinemacılar Birliği ile üniversitelerde eğitimler başladı. Dünyanın başka belgeselcileriyle ve belgeselleriyle tanışmalar, buluşmalar derken, ülkede nitelikli bir belgeselci kuşak ortaya çıktı. Gelin görün ki gösterim alanlarının yokluğu, var olan festivallerin sansürcü tavrı, gitgide baskı kıskacının daralması filmlerimizi görünmez kılıyor. Sosyal medya, ağırlıklı olarak tek çıkış yolu gibi. 

‘Sistem dışıyız çünkü’

- Türkiye’de sinemaya ilgi her zaman büyük oldu. Özellikle dramatik yapımlara... Hayatın her ayrıntısı belgesel sinema için bir olanaksa eğer, Türkiye’de bu olanaklar çok fazla. İyi de, neden bu sektör buna rağmen sansasyonel bir üretim ve talep yaratamıyor. Daha doğrusu Türkiye’nin belgeselcilerinde eksik olan ne? Eğer artık cep telefonlarıyla bile çekim/kurgu yapılabiliyorsa, neyi başaramıyoruz, ne durumdayız? İçerik mi üretemiyoruz?

Enis Rıza Sakızlı - Bir önceki soruda kısmen cevaplamış oldum sanırım. Aslında ciddi bir talep var ve çok da belgesel film üretiliyor. “3. Sinema Yöntemleri”... Sistem dışıyız çünkü... Belgesel sinema için bu yarına doğru bir yapılanma süreci. Büyük bir birikimden söz edebilirim. 

Trajik olan imgesel (fiction) kesimi. Sistemle barışık olmaları gerekiyor çünkü. Türkiye’de sinematografi çok gelişmiş olmasına rağmen, uyumlu diziler filmler üretiyorlar. Tenzih ettiklerim de var elbet içlerinde. 

- Aynı zamanda tiyatrocusunuz. 2000’lerde Türkiye tiyatrosu nasıl bir gelişme gösterdi? Nasıl bir ilgi var? Siz bu ilgiyi hem yapımcılar hem de izleyiciler açısından değerlendirdiğinizde ne görüyorsunuz?

Enis Rıza Sakızlı - Tiyatro konusunda da belgesel sinema için söylediklerimin benzerini söyleyebilirim. Şehir ve devlet tiyatroları hariç sadece İstanbul’da yüzden fazla oyun izlemek mümkün. Alışılagelmişin dışında özgün metinler, uyarlamalar sahneleniyor. “İki kalas bir heves” misali yine... Daracık salonlarda, bodrum katlarında... İzleyicileri de var. 

Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi... 

Buna müzik topluluklarını da eklemeliyim geçerken...

Suat Derviş: Kadınların yıldızları gönüllerince seyretme haklarını savunan  gazeteci

Suat Derviş.

Suat Dervişleri bilmeli yeni kuşaklar

- Yeni çalışmanız “Suat”ta, Suat Derviş’ten hareketle sadece bir kadının değil, cumhuriyet tarihinin de dökümünü veriyorsunuz. Hızlandırılmış ve insana/kadına yedirilmiş bir tarih bu. Siz Türkiye’de neyi eksik, neyi fazla gördünüz ki, böyle bir oyun yazmaya karar verdiniz?

Enis Rıza Sakızlı - Oktay Etiman’ın, hapisten çıktıktan sonra Kızılay Meydanı’nda, karnını doyurabilmek için mızıka tezgâhı açması gibi bir hikâyeler zinciri benimki...

Unutulmuş devrimciler, unutulmuş sendikacılar, unutulmuş ressamlar, unutulmuş yazarlar, unutulmuş gazeteciler, unutulmuş bilim insanları... Unutulmuş kadınlar... 

Diğer yanda bu hikâyelerin her birinin tarihin içinden geçen, kendi alanlarında temeller atmış insanlar olmaları. 

Eksik olan bir de tarihi insan üzerinden okumak... Belgeselci olmanın başat çıkış noktalarından bu yaklaşım. 

Suat Derviş işte, böylesi huzursuzluğumun öznelerinden, kendimi borçlu hissettiğim biri.

Edebiyat'ın en üretken cadısı: Suat Derviş | Necla Akdeniz | Edebiyat Haber

Suat Derviş

- Peki, neden özellikle Suat Derviş? Suat Derviş bir kadın ve bir devrimci olarak bugün neden önemli?

Enis Rıza Sakızlı - Suat abla ile uzunca, Reşat Fuat ile başlamasıyla biten ahbaplığım oldu. Özellikle Suat ablanın dilinden çok anılar dinledim. O zamanlar da hikâyesini yazmak, filmini çekmek duygusunu taşıdım durdum içimde. Hayatı etkiledi beni. Kırgındı. Yaşarken unutulmuş gibiydi zaten. Neyse ki unutulmuşluğun bataklığından çıkardı arkadaşlar onu. 

Ben aslında geç kaldım. 

18 Temmuz 1928’de çekilmiş bir fotoğraf var. Sanayi-i Nefise Birliği, Edebiyat Şubesi.. 42 edebiyatçı. İçlerinde iki kadın var. Şaziye Kurt ve Suat Derviş. O fotoğraf yetmez mi hikâyelerini anlatmaya... 40 erkek arasında 2 kadın. 

Sonra işte onun hayat hikâyesi... Gerçekliklerle karşılaştıkça yaşadığı değişim. 20’lerden 70’lere.. Varlıklı aristokrat bir zenginlikten, yoksulluğa... Dimdik yaşanmış, seçilmiş, üretken bir hayat. 

Onu, onları bilmeli yeni kuşaklar... Ki, ödenen bedellerin ne için olduğunu en azından hissetsinler... 

Bu belki de içimde taşıdığım bir kadının hikâyesi.