'En Batıcı iktidarların bile eski türden Batıcılık yapamayacağı şartlardayız'

Gazeteci-yazar Mehmet Ali Güller Çin-Rusya yakınlaşmasını soL'a değerlendirdi. Yakınlaşma dünyaya ve Türkiye'nin dış siyasetine nasıl bir etkide bulunacak?

Can Kuyumcuoğlu

Rusya Devlet Başkanı Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Kremlin Sarayı'ndaki görüşmenin sonunda kapsamlı ortaklık ve stratejik işbirliğinin derinleştirilmesine dair ortak bildiriyi imzaladı.

"Yeni Dönemde Kapsamlı Stratejik İşbirliği Koordinasyonunun Derinleştirilmesi ve Ukrayna Krizinin Diyalog Yoluyla Çözülmesi" başlıklı bildiride, taraflar, Ukrayna’daki sorunun çözümü için en iyi yolun diyalog olduğunu vurguladı. Bildiride, gerginliği artıracak, çatışmayı uzatarak krizin kontrolden çıkmasına yol açacak adımlardan kaçınılması gerektiği belirtildi. 

Diğer yandan, bildiride "Taraflar, herhangi bir ülke veya ülkeler grubunun, başka ülkelerin meşru güvenlik çıkarlarına zarar vererek askeri, siyasi ve diğer alanlarda avantaj elde etmesine karşıdır" ifadelerine yer verilerek ABD ve Batı’ya üstü kapalı mesaj da gönderildi.

Putin ve Şi’nin buluşması dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırırken, iki ülkenin verdiği işbirliği mesajının küresel siyasetteki dengelerde yaratacağı etki de tartışılmaya devam ediyor.

Gazeteci-yazar Mehmet Ali Güller’le iki liderin ortak bildirisini ve bunun dünyada ve Türkiye’nin dış siyasetinde yaratacağı etkiyi konuştuk:

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, yeniden seçilmesinin ardından ilk ziyaretini Rusya’ya gerçekleştirdi. Ukrayna’da savaş devam ederken yapılan bu tercihin ve ziyaretin yankısı büyük oldu. Siz genel olarak bu ziyareti nasıl bir çerçeve içerisine yerleştiriyorsunuz?

ABD’nin önce kendi strateji belgelerine, ardından da NATO stratejik konseptine Rusya’yı “doğrudan tehdit”, Çin’i “esas rakip” diye yazması, haliyle iki ülkeyi ABD’den gelen bu tehdide karşı yan yana gelmeye daha çok zorluyor.

Nitekim Şi ve Putin’in bu son zirvesi, 40. buluşmalarıydı ve iki ülkenin ilişkileri, artık kendileri tarafından da “Soğuk Savaş dönemi ilişkilerini aşan türden bir ilişki” olarak niteleniyor.

İki ülkeyi bu kadar yakınlaştıran, ABD’nin kendilerini hedef alan stratejisidir. O strateji özetle, ABD’nin NATO’yu sürekli genişleterek Rusya’yı batısından, Asya-Pasifik’te “NATO benzeri” ittifaklar inşa ederek Çin’i güneyinden çevrelemektir. ABD Rusya’ya karşı Avrupa’yı, Çin’e karşı Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Hindistan’ı harekete geçirerek bu iki ülkeyi bölgesinde sıkıştırmaya çalışıyor. (ABD Çin’e karşı Hindistan’a mecbur ama Hindistan’ı stratejisine eklemleyebilmesi olası görülmüyor).

Haliyle Çin ve Rusya da bu saldırı karşısında işbirliklerini derinleştiriyorlar.

'Uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi' 

Evet, ziyaretin sonuçlarından birisi de Çin ve Rusya’nın ortak bir bildiriye imza atmaları oldu. Bildiride bir “yeni dünya düzeni”nden bahsediliyor. Çin ve Rusya’nın yakınlaşması, dünya düzenini hangi açılardan değiştirebilir? Bununla birlikte bu değişimin sınıfsal kısıtları olabilir mi?

ABD, Çin ve Rusya’yı “kurallı dünya düzenini” yıkmaya çalışmakla suçluyor. “Kurallı düzen” dedikleri, kurallarını ABD’nin yazdığı düzen elbette... Ancak son yıllarda ABD, kendi yazdığı kurallara bile uymayan bir ülke durumunda. Nitekim Çin son yıllarda sürekli ABD’yi kurallara uymaya çağıran ve Dünya Ticaret Örgütünde bunun mücadelesini veren bir pozisyonda...

ABD’nin “kurallı dünya düzeni” dediği, aslında ABD’nin düzeni dikte edebildiği 21. yüzyıldaki Atlantik düzeniydi. ABD o düzeni, ekonomik büyüklük olarak açık ara lider olduğu şartlarda dikte edebildi. Ama artık dünya değişti. Satın Alma Paritesine göre Çin ekonomisi, ABD ekonomisini geçti. Ekonominin yönü Atlantik’ten Asya Pasifik’e kaydı. Haliyle siyasetin yönü de ekonominin yönünü izliyor. BRICS, ABD’nin zenginler kulübü olan G7’nin ekonomideki ağırlığını yakaladı, geçiyor... 

Doğal olarak bu tablo, dünya düzenini de adım adım değiştiriyor. Bu hem düzenin içinde bir restorasyon şeklinde, hem de düzenin dışında düzene alternatif kurumların inşasıyla oluyor. Somutlarsak: Çin’in ağırlığı, G20’yi, G7 karşısında daha fonksiyonel hale getirdi. Çin, IMF ve Dünya Bankası’nın karşısına alternatiflerini çıkardı. ABD dolarının egemenliğinin karşısına “ulusal paralarla ticaret” eğilimi çıktı.

Bu durum, tek kutuplu dünyadan çok kutuplu (merkezli) dünyaya dönüşümü sağlıyor. Çok kutupluluk ise büyük güçlerin dışındaki ülkelere çok taraflılık uygulayabilme zemini yaratıyor, manevra alanını artırıyor. İşte Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye, bir çok ülke, son yıllarda bu çok taraflılıktan yararlanıyor. 

Bu nedenle devletler düzleminde, inşa olmakta olan yeni düzenin, gelişmekte olan devletlere avantajlar doğurduğunu elbette söyleyebiliriz. Bunun siyasetten ekonomiye getirileri olacak. Özellikle dünyanın en büyük ekonomi projesi olan Kuşak ve Yol’un 2049’da tamamlanmasıyla tablo çok değişecek. Asya, Avrupa ve Afrika’yı entegre eden bu proje, sistemin çalışabilmesi için güzergâhları üzerindeki sorunlara da barışçı çözümler getirecek, getirmeye de başladı, İran-Suudi Arabistan normalleşmesi örneğin... 

Dolayısıyla “uluslararası ilişkilerin demokratikleşeceği” bir sistem adım adım inşa oluyor. Ne demek uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi? Devletlerarası ilişkilerde eşitliktir, üstünlüklere dayalı modelin terkedilmesidir. 

Kuşkusuz devletlerarası düzlemdeki demokratikleşmenin, devlet-toplum ilişkilerine de demokratikleşme yansımaları olacaktır. Elbette bugünden yarına dünyanın genelinde kapitalist ilişkiler tamamen yıkılmayacaktır ancak salgın vb şartlarda önemi daha çok anlaşılan “devletin piyasaya müdahale etmesi gerektiği” olgusu daha fazla anlam kazanacaktır. Haliyle kamuculuğun güçleneceği bir yeni süreç olacaktır. Karma ekonomi modelinin güçleneceği bir süreç olacaktır.

'Birlikte hedef alınanlar birlikte hareket ederler'

Transatlantik İttifakı, bugüne kadar Rusya ve Çin’i ayırmaya çalışan bir strateji izledi. Bu noktada, iki ülkenin karşılıklı tarihsel, toplumsal ve siyasal sorunları kullanıldı. Bu stratejinin de artık işlemediği görülüyor. Batı dünyasında ise eski diplomat Henry Kissinger çizgisi ve Seymour Hersh gibi gazeteciler de var, uyarı yapan ve gerçeği yazan…

Çin ve Rusya’yı gelişmiş işbirliğine ABD’nin emperyalist saldırganlığı getirdi. Oysa Soğuk Savaş’ın bitiminde, ABD’nin strateji uzmanları, 50 yıl sonra asıl rakipleri olacak Çin’e karşı “daha geniş Batı” inşasını planlamışlardı. Daha geniş Batı da ancak Rusya ile mümkündü. Ancak ABD’nin Rusya’nın etrafında “turuncu darbeler” başlatması, Rusya’yı, ABD’nin esas niyetleri konusunda endişelendirdi.

Ve Putin’in 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda “tek kutuplu dünya” itirazı, küresel güç mücadelesi içinde bir milat oldu. Yani ABD’nin izlediği çevreleme-kuşatma stratejileri, Çin ve Rusya’yı kaçınılmaz olarak işbirliğini geliştirmeye yöneltti.

ABD’nin Çin ve Rusya’yı ayırmaya çalışan çizgisinin başarı şansı yok, çünkü ABD ve NATO belgeleri, Rusya ve Çin’i birlikte hedef alıyor. Birlikte hedef alınanlar, birlikte hareket ederler haliyle... 

'ABD hegemonyası zayıflarken'

Çatışma ve güç coğrafyalarına hızlı bir bakış atarsak… Son ziyaret Ukrayna krizinin seyrine nasıl etki edebilir? Ortadoğu’da Çin’in etkisinin arttığını da düşünürsek ABD nüfuzunun bazı bölgelerde zayıflaması süreci hızlanır mı? Benzer biçimde Rusya-Çin yakınlaşmasının Pasifik’te çatışma riskini arttırabileceğini düşünüyor musunuz?

ABD hegemonyası zayıflıyor. Bir süreç analizi yaparak, 2019’da “Amerikan Hegemonyasının Sonu” isimli kitabımı yazmıştım. Tek kutuplu dünya düzeni geride kaldı, beş merkezli (ABD, Çin, AB, Rusya ve Hindistan) bir dünya şekilleniyor. Haliyle düzen de bu yeni güç dağılımına uygun olacak adım adım... 

ABD hâlâ büyük güç elbette, üstelik hâlâ açık ara en büyük askeri güç. Ama hegemonya sadece askeri güçle olmuyor. Somutlarsak, ABD artık savaş çıkarabilen ama barış masası kuramayan konumda.

İşte Çin Halk Cumhuriyeti, bu gerçekten hareketle uluslararası ilişkilerde, bölgesel ve küresel sorunlarda inisiyatif aldı. Ukrayna için barış planı önermesi, Ortadoğu’da İran ve Suudi Arabistan’ı barıştırması bunun ilk örnekleri... Şimdi Körfez ülkeleri ile İran’ı, Körfez’in güvenlik mimarisinin oluşturulması için buluşturacak. Önümüzdeki süreçte Çin’i Filistin, Suriye ve Libya konularında daha müdahil göreceğiz. Nitekim Çin Astana Platformu’na da katılmak istiyor. 

Tabi bu tablo karşısında herkesin önemsediği soru şu: ABD, liderliğini savaşsız teslim eder mi? 

Etmek zorunda kalabilir. Bunun iki nedeni var. Birincisi nükleer silahların varlığı, küresel çapta bir büyük savaş çıkarabilmeyi hâlâ önlüyor. İkincisi, Çin’in politika yapma biçimi, ABD’yi savaşsız çözümlere zorluyor. Şöyle ki Çin bir liderlik teslim alma peşinde değil, küresel ilişkilerin demokratikleştiği bir düzen arayışında... 

Kuşkusuz pespembe bir tablo olmayacak önümüzde. Büyük savaş olmasa da küçük savaşlar, özellikle sabotajlar içeren hibrit savaşlar olacak elbette... Kapitalizm varlığını koruduğu müddetçe, savaşlar olacak ne yazık ki...

'Cumhuriyetin, laikliğin, halkçılığın teminatı sosyalistlerdir'

Tüm bu gelişmeler Türkiye'nin Batı'ya dönük tarihsel konumlanışında bir değişime yol açar mı?

Çok kutupluluk, çok taraflılıktır, her ülkenin önünde geniş bir manevra alanı doğurur. Mesele bundan yararlanıp yararlanmamaktır. 

Türkiye bundan Erdoğan’ın “neo-Abdülhamitçi” çizgisi nedeniyle tam olarak yararlanamadı. Çünkü Neo-Abdülhamitçi Erdoğan, Rusya ile ilişkileri, ABD’yle pazarlığında kullanmaya çalıştı sürekli... 

Üstelik Erdoğan iktidarının Türkiye siyasi tarihinin en Atlantikçi iktidarı olduğunu da unutmayalım. Türkiye’de ilk kez bir başbakan, ABD’nin bir projesinin (BOP’un) eşbaşkanıydı. Buna rağmen, çok kutupluluk- çok taraflılık olgusu, o Erdoğan’ı bile, Neo-Abdülhamitçi olsa da, daha dengeci bir çizgi izlemeye yöneltti. 

Türkiye’nin bu süreçten daha iyi yararlanabilmesi elbette mümkün ama derecesi, iktidarların ideolojik yönüne bağlı tabii. Fakat şunu rahatlıkla iddia edebilirim: En Batıcı iktidarların bile eski türden Batıcılık yapamayacağı şartlardayız. Çin’e, Rusya’ya, Asya’ya, bölgesine karşı konumlanarak Atlantikçilik yapabilecek bir iktidar artık Türkiye’nin geleceğinde yok... 

Restorasyon adı altında eski tür Batıcı politikalara tamamen dönebilmeleri artık olası değil. Ama dengecilik adı altında, süreci geciktirebilmeleri elbette olası. 

Bunun panzehri ise Türkiye’de güçlü bir sosyalist odak inşa etmektir. Sosyalist gücün varlığı, sadece açık Batıcılığa ya da gerici İslamcılığa karşı bir barikat değil, aynı zamanda Cumhuriyetçilik/demokrasi bağlamında restorasyon yapmaya çalışanlara karşı da engel olacaktır. 

Türkiye’de liberal demokrasi aldatmacasına karşı halkçılığın (halk demokrasisi), Atlantik Cumhuriyetçiliğine karşı Sol-Kemalist devrimci Cumhuriyetçiliğin, etnikçiliğe-mezhepçiliğe ve her türlü feodal ilişkiye karşı laikliğin gerçek teminatı, sosyalistlerdir.