Volkan Algan'la yeni romanı Eksodos'u ve yazarlık serüvenini konuştuk.
tunç tatoğlu
İzmir öykülerinin yer aldığı Asfalya’dan sonra bir polisiye ama farklı roman Birbirimizden Yansır Suretimiz, şimdi de Eksodos… Volkan Algan gittikçe ustalaşan diliyle sınıfın hikayesini anlatmaya devam ediyor.
Gazeteciliği ile tanıdığımız Volkan Algan’ın edebiyat yolculuğunun hikayesini dinlemek istedik.
Konuya kibarlık yapmadan, senli benli direkt girmek istiyorum Volkan: Ne oldu da öykü/roman yazmaya başladın? Yazıyordun da birilerinin seni cesaretlendirmesi mi gerekti, artık kendime saklamamalıyım bu hikayeleri mi dedin, nasıl oldu?
Bana kibarlık yapmama nezaketini gösterdiğin için teşekkürler Tunç. Şakası bir yana… Açıkçası neden kurgu yazmaya başladığımın, okumayı sevdiğim için, canım istediği için, yapabilirim diye düşündüğüm için gibi sıradan gerekçeleri var diyebilirim. Başlangıç için bu kadarı yeterli geliyor bana. Bak şimdi aklıma ne geldi… Bir şeyler karalamaya başladığım yıl keman kursuna da gidiyordum, fakat bir noktaya gelince sandığımdan daha zor, fazla emek isteyen bir enstrüman olduğunu fark ettim. Belki onu becerebilseydim, yazıya bu kadar yüklenmeyecektim, kim bilir? O yüzden, başlangıç için söylüyorum, tesadüfler de etkilidir. Bir ara yine kemanla uğraşacağım ama bu sefer yazmayı bırakmam.
Tesadüf tamam ama üç yılda üç kitap tesadüfle açıklanamaz herhalde.
Tabii. Zaten başlangıç için diye o nedenle vurguladım. Başlamak işin kolay kısmı, esas sonrası önemli… İnsanın hevesinin kırıldığı, yapamayacağım galiba dediği, yapsam bile ne olacak ki diye düşündüğü çok fazla an oluyor. Her iş gibi yazabilmek için de inat etmek, çalışmak dışında bir yol yok.
Bu arada neden kurgu yazmaya başladığım konusunda pek tatmin edici, açık seçik bir yanıt veremedim belki ama nasıl yazmaya başladığımı daha somut anlatabilirim. Hafızam beni yanıltmıyorsa 2020’nin başlarında öykü denemelerine başladım. Romansa hiç aklımda yoktu, hem pek çok karakter ve öyküyü bir arada bütünlük içinde kurgulayabilmek, hem harcanacak zaman açısından çok zor geliyordu bana. Birkaç öykü denemesinden sonra Asaf’ın kapısını çaldım. soL okurlarının aşina olduğu Asaf Güven Aksel’den bahsediyorum. Gazetede, dergide uzun yıllar birlikte çalıştığımızdan birbirimizin dilinden iyi anlıyorduk. Asaf'ın, hele böyle bir taleple gidiyorsanız, sağ olsun hiç kapıyı açmama gibi bir adeti yoktur. O süreçte çok şey öğrendim, üzerine istediğim binayı dikebileceğim güçlü bir temel attım diyebilirim. Sonra ilk kitabımın editörlüğünü yapma nezaketi de göstermişti.
Sonuç olarak aşağı yukarı beş yıldır kimi zaman daha yoğun, kimi zaman daha seyrek bir tempoyla yazıyorum diyebilirim. Tabii on yıldan fazla süren gazetecilik tecrübesinin de çok faydasını gördüm. Türü ne olursa olsun yazının ortak kuralları var, bunlara aşinaydım, bu nedenle kurgu yazmaya görece hızlı adapte olduğum söylenebilir.
Uzun yıllardır Türkiye Komünist Partisi üyesisin ve yazdıklarını değerlendirmesi için birçok yoldaşına gönderdiğini biliyorum. Bir nevi kolektif editoryal çalışma gibi geliyor bu bana, yanılıyor muyum?
“Kolektif editoryal çalışma” fazla iddialı bir söz olur. Editörlük çok kişiye yayılabilecek bir iş değil çünkü. Ama yazım aşamasında kendime yakın bulduğum, aklına güvendiğim yakınımdaki bazı arkadaşlarımla yazdıklarımı paylaşıyorum. Hatta bazen aceleci davranıp onları tam olmamış metinlerle uğraştırıyorum. Yazarların çoğu “etkilenirim” endişesiyle son ana kadar yazdıklarını kendine saklıyor ama ben tam da bu nedenle “erken” değerlendirmelere ihtiyaç duyuyorum. Galiba biraz etkilenmek istiyorum… Çünkü -en azından benim için- yazım süreci her şeyin baştan kusursuz bir şekilde planlandığı bir şekilde ilerlemiyor. Elbette ne anlatmak istediğimi bilerek başlıyor, hikayeyi oluşturuyorum. Ama süreçte yeni yollara sapıyor, tartışmalar da açıyorum. Doğrusunu yanlışını bilemem ama yetiştiğimiz kültür bu bizim; konuşmak, paylaşmak, tartışmak, beraberce bir sonuca varmak. Tamam, iş sanata, hele de edebiyata gelince mutlaka bireyselliğin tayin edici bir rolü olmak zorunda. Ama bahsettiğim paylaşım ve tartışma süreci bireyselliği yok eden değil, bilakis kişinin potansiyelini açığa çıkarak şekilde ilerliyor. Bunun için de kendimi şanslı sayıyorum.
Peki gelen değerlendirmelerden sonra hikayeyi hiç değiştirdiğin olduğu mu, ya da tekrar yazdığın?
Hikaye değişmedi, zaten böyle bir öneri de gelmedi. Ama o kadar çok devirip, tekrar yazdığım yer oldu ki… Şöyle söyleyeyim, belki bir Eksodos hacminde daha yazıp, değiştirip, atmışımdır bu kitaba çalışırken. Bunun azımsanmayacak bir kısmı bu bahsettiğimiz paylaşımlar sonrası gelen değerlendirmeler nedeniyle oldu. Bu konuda üşengeç biri değilim, sonuçta daha iyisinin olacağına ikna olduysam neden daha azına razı geleyim ki? Bu fikirlerden etkilenmek ürünü benim olmaktan da çıkarmıyor; burada muhafazakarlığı, kendini sakınmayı çok anlamsız buluyorum. Bir yazarın başka yazarlardan etkilenmesini, hatta onları taklit etmesini -bunu ‘büyük yazarların’ dahi çok sık yaptığını görürürüz- normal karşılıyorsak, neden arkadaşlarımızın düşüncelerinden etkilenmeyi bunun dışında tutalım ki…
Bir de yayımlandıktan sonrası var… Artık “yazarımız” Volkan duygusu ile sahiplenip daha fazlası için sözünü sakınmayalar da var doğal olarak. Samimi olarak soruyorum, bu yorumlar sana bir sonraki kitap için yol gösterici oluyor mu, yoksa biraz da “böyle hissettim, böyle yazdım” itirazın oluyor mu içinde?
En azından şimdiye kadar dediğin gibi bir savunma refleksi gösterme ihtiyacı hissetmedim açıkçası. Bu asla olmaz demiyorum, pekala bu duyguya kapılabilir insan, buna hakkı da vardır her yazarın.
Ben kendinden çok emin olan yazarlardan değilim. Edebiyatın insanı mütevazılaştıran bir tarafı olduğunu düşünürüm hep, yazarların da -sanılanın aksine- böyle olması gerektiğine inanıyorum. Tamam, yaratmak, yaratıcı olmak insana bir tatmin duygusu veriyor, ama uğraşımız insan ve onun muammaları. Varoluşu itibariyle muğlak meselelerle uğraşan edebiyatın üreticilerinin kendinden fazla emin olması bana çelişkili geliyor.
Diğer taraftan gelen değerlendirmelerin niteliğiyle ilgili de bir durum var benim için. Sürekli olumlu şeyler söyleniyor anlamında demiyorum bunu, ama gelen yorumlarda (eleştiri içerenler dahil) önce hissettiğim şey sahiplenme duygusu oluyor. E, “bu bizim arkadaşımız” deme nezaketini gösteriyorsa birisi, elbette söylenenleri dinlemek benim görevim. Sadece görev duygusuyla da değil aslında, gerçekten bir şeyler öğrenebileceğimi düşündüğüm için de kulak kesiliyorum söylenenlere. Seni önemseyen, dikkate alan birileri varsa, bir yazar için bundan keyifli ne olabilir ki?
Son olarak, bir önceki kitap ve Eksodos’u karşılaştıran birkaç arkadaşım ilkinden sonra üzerinde durduğumuz bazı başlıkların yeni kitapta etkisini gördüklerini söylediler. Demek söylenenler bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıyor diye düşündüm ben de.
Neyse gelelim Eksodos romanına… Yunan tragedyalarının son bölümü, son çıkış, Mısır’dan çıkış/göç anlamına gelen bu başlığı koymayı niye tercih ettin? Bunu şunun için soruyorum, ben bir kitap okurken kitabın adının izini sürerim satır aralarında, senin romanın daha çok çıkışsızlık üzerine gibi geldi bana…
Hikayede çıkışsız insanlar olmasıyla, çıkışsızlık propagandası farklı şeyler. Aynı durum umutsuzluk, öfke, çaresizlik gibi duygular için de geçerli. Edebiyat daha çok bu olumsuz/kötü duygularla ilgili bana kalırsa. Çünkü bilişsel sistemimiz -en azından sanat için bunu söyleyebilirim- olumlu hikayelerden değil, olumsuzdan öğrenmeye programlı. Bunun “neyse ki benim başıma gelmedi” gibi katartik bir etkisi de oluyor okuyucuda ki, bu da eserin etkileyicilik düzeyini artıran bir özellik. Olumlu duygu propagandasından belki destan çıkar, masal çıkar, şiir çıkar ama roman zor.
Ama bence esas önemli nokta şurası; olumsuz duygular neden ve sonuçlarıyla -tabii burada yazarın dünya görüşü devreye giriyor- verildiğinde kendi karşıtını da orada taşır aslında. Bir edebiyat ekolüne göre dünyaya gelmek, varolmak başlı başına bir bela. Ben böyle düşünmediğim için bir sıkışmışlık varsa, işte çıkış da tam oradadır diyebiliyorum. Bu bağlamda umutsuzluktan bahseden bir kitap aslında umudu anlatıyor olabilir pekala. Ama bu kararı okuyucunun kendi vermesi, bulmacayı onun çözmesi lazım. Sanatın böyle oyunsu bir yanı olmalı mutlaka. Etkili olan da budur. Edebiyatta “fazla açıklayıcılık” nasıl bir tehlikeyse, yazarın kendi doğrusunu açıkça işaret etmesi de aynı derece sorunlu bir yöntem. Hem sürprizini kaçırmamak, hem de okuyacak olanları koşullamamak için daha fazla bir şey söylemeyeyim.
Bazen okuduklarımdan içimi titreten “hah işte bununla baş etmeye çalışıyorum” dediğim kavramlar olur. “Kahramanın bencilliği” bu kavramlardan; kahraman olduğum için değil, bencil olduğum için ve bunu da kendi uydurduğum kahramanlık perdesinin ardına gizlemeye çalıştığım için… Nereden geldi aklına, üzerine düşündüğün bir kavram mıydı?
Bunun dikkatini çekmesine sevindim, kitapta küçücük bir yerde geçiyor ama benim önemsediğim, bir kültür eleştirisini içerdiğini düşündüğüm bir adlandırmaydı “kahramanın bencilliği.” Kimi zaman hepimizin, çoğunlukla da iyi niyetle, düşebildiği bir tuzak bana kalırsa bu. Kitaptaki bağlamından -yine sürprizi kaçırmamak adına- bahsetmeden şöyle diyebilirim; Hayat bir grup azınlık dışında herkes için zor ve sürekli bir mücadele halindeyiz. Ama aynı oranda da kendimizi yalnız hissediyoruz. Peki buradan ne çıkıyor; sürekli sorun çözmekle uğraşan, çoğu durumda da çözemeyen ama çok yorulan yalnız insanlar yığını. Buna toplumsal roller de eklenince -erkeklik, annelik vs…- bu bir “kahraman yanılsaması” yaratabiliyor kişide. Tüm sorunları sırtlanan o kişi olmak… Eh, böyle bir yükün altından kimse kalkamayacağına -aslında kalkmak zorunda değil ama bunun farkında olamıyor yalnız insan- bu sefer en çok yorulan, yorulduğunu düşünen kendini haklı zannediyor. Her kahraman bencildir, çünkü herkes ona muhtaçtır ve tabii en iyisini bildiğini sanır. Ama kahramanlara değil dayanışmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bu sorunu en büyük toplumsal organizasyonlardan, işyerimize, ailelerimize kadar görmek mümkün; sorunlarımızı ve çözümlerimizi daha fazla ortaklaştırmalıyız.
Bohem bir avukat karakteri yabancı dizilerde de karşımıza çıkıyor, anti-karakter mi desem, kızamadığınız bir kusurlu adam, aslında iyi ama alem kötü… Etrafı, işçi sınıfının acı hikayeleri, fırsatçılık, baba patron, orta sınıfın cesur insanları ile çevrili. Kendinden, yaptıklarından hoşnut değil yine de gereğini yapıyor. Son günlerde süregelen adalet, hak, hukuk tartışmaları mı yarattı Aydın’ı?
"Beyler, ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’ bir tek kişinin portresi değildir; kuşağımızın gittikçe artan kötülüklerinden yaratılmış bir portredir” diyor Rus yazar Lermontov, kendi yarattığı Peçorin karakteri için. Aydın için de benzer bir duygudayım. Aydın’ı neyin yarattığı sorusu, kitabın esas meselesi zaten. Aydın’ın en şahsi görünen çocukluk travmasında bile toplumsal bir leke var. Böyle bir adamı kim yaratmış olabilir?
Diğer taraftan adalet, hak, hukuk gibi kavramlar doğrudan toplumsal düzenin uzantısı olarak şekil alıyor, içerik kazanıyor. Aydın’ın avukat olması bazı tartışmaları derinleştirmek için ciddi bir olanak sağladı diyebilirim tabii.
Ve Gülay, “Kahramanın bencilliği” kavramının yaratıcısı, vicdanının sesini dinleyen güçlü kadın. Daha önceki kitaplarında görmediğimiz kadar güçlü bir kadın. Yine de onu daha fazla tanımak istiyor insan; anne olarak nasıl, arkadaş olarak nasıl… Ne bileyim?
Uzaktan sevdiğimiz insanları daha yakından tanımak çoğu zaman istediğimiz sonucu vermez ama; büyüsü kaybolabilir, özellikle romanda. Kitap Aydın değil de Gülay merkezli olsaydı, bu sempatiyi koruyamayabilirdik çünkü başka bir hikayesini anlatmayı seçerdim muhtemelen. Az önce edebiyatın daha çok olumsuz duygu ve durumlarla ilgili olduğunu söylemiştim, bunu hatırlatırım. Bence Gülay olması gerektiği kadar var kitapta, orada kalsın; ama çevremizde Gülay’a benzeyen üstelik gerçek kadınlar ve erkekler var, onları bulalım, tanışalım daha güzel olmaz mı?
Bir de arka planda bir Türkiye var tabii. Haziran Direnişi, Tekel Direnişi, 15 Temmuz, ekonomik kriz… Zor bir iş; arka plandaki olaylar o kadar büyük ki, bir şeyler hep eksik kalıyor gibi hissediyor insan. Ama daha fazla yer verilirse bu sefer öndeki hikaye zorlanacak… Bilemedim. Sen ne düşünüyorsun?
İşaret ettiğin ikilem o kadar gerçek bir sorun ki… Bahsettiğin dengenin doğru tutturulup tutturulmaması, bir kitabın iyi yahut vasat olmasını doğrudan etkiliyor. O yüzden gerektiği kadar, öndeki esas hikayeye hizmet ettiği oranda görünür olmalı fondaki büyük olaylar. Çünkü biz kitaptaki karakterlerin hikayesini takip ediyoruz, esas olan bu. Ama bu karakterlerin de uzay boşluğunda değil, arka planda akıp giden hayatın içinde şekillendiğini anlıyor, kitapta olmayan eksik parçaları bu sayede kafamızda tamamlıyoruz.
Mesela Haziran Direnişini yazdığım bölüm kitaptaki halinin iki katıydı ama yazarken keyif aldığım kısımlar dahil olmak üzere çıkarmak zorunda kaldım. Neyse ki gazetecilik sayesinde gerektiğinde kesip atmayı, fazlalıkları budamayı öğrendim. Yoksa çok zor olurdu benim için.
Volkan, arkadaş sohbetlerinde “sınıfın hikayesi yazılmıyor, filmi çekilmiyor, şarkısı yapılmıyor, oyunu sahnelenmiyor artık” diye hayıflanıyorduk hep. Sorun biraz da sınıfın ilgisinin azalması, büyük bir kültürel çöküş gibi geliyor. Son dönemde birkaç film, senin gibi sınıfın yazarı olmayı dert edinmiş yazarlar, yazarlarımız nefes almamızı sağlıyor. Lütfen daha çok ve daha sık yaz olur mu? Teşekkürler…
Bu samimi sohbet için ben teşekkür ederim Tunç.