Dünü bugünüyle Tan Baskını: Filipin demokrasisinin 31 Mart’ı

'Sağ iktidara karşı yine sağın muhalefet tekeli ilan etmeye çalıştığı, zincirlenmiş Türkiye siyaseti, bugün de tarihsel mirasına lâyık bir bağımsız sol siyaseti çağırıyor.'

Barış Zeren

Zekeriya ile Sabiha Sertel: Ziya Gökalp’in, Halide Edip’in tedrisatından geçmiş, Osmanlı’nın son döneminde yıkımın içinden doğan yeniyi görebilmiş iki parlak aydın. Siyasi inkılabın “ictimai inkılapla” yani sosyal devrimle tamamlanması gerektiğine ikna olarak sosyolojiden sosyalizme kaymış, daha cumhuriyet öncesinde kadın hürriyeti başta olmak üzere, en “aykırı” fikirleri sistematik olarak işlemiş, cumhuriyetin ilk yıllarında Resimli Ay dergisiyle Türkiye’de yayın yaşamını değiştirmiş iki yenilikçi. Belki en çarpıcısı, bu dergideki “Putları yıkıyoruz” kampanyasıyla Nâzım Hikmet ismini Türkiye siyaset ve kültür yaşamına kazandırmış iki devrimci akıl. Bu iki isme ve çıkarmaya giriştikleri Görüşler dergisine yönelik “Tan baskını” olarak bilinen kitlesel linç, Türkiye’nin bütün bir “demokrasi” ve çok partili yaşamına sinmiş “ilk günahı” olup sola bu “demokrasideki” misyonunu da anımsatıyor.

4 Aralık 1945 Salı günü İstanbul’da sayıları on bini bulan kalabalık İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp “kahrolsun komünizm! Yaşasın İnönü! Kahrolsun Serteller!” sloganları atarak, muhalif yayınlar çıkaran Tan ve La Turquie matbaalarını yerle bir ettiler. Linççi kitlenin başını İstanbul’un sağ-milliyetçi öğrenci grupları çekiyordu. Özellikle, Sabiha Sertel’i ellerindeki kırmızı boyalarla boyayıp İstanbul sokaklarında gezdirmeyi planlamışlardı. Ortaçağ’dan fırlamış bu kara güruh Cağaloğlu-Beyoğlu hattında öyle bir terörle hedeflerini arıyordu ki, hasbelkader ismi Tan olan dükkanların sahipleri bile alelacele tabelalarını değiştirmeye çalışıyorlardı. Sonradan İslamofaşist düşüncenin simgesi sayılacak Necip Fazıl’a sokaklarda selam yollayan kitle Cumhuriyet Halk Partisi yönetimince yönlendirilmiş, desteklenmiş, nihayet, korunmuştu. Sertel, “benim gazetemi talebe değil, polis dağıttı” sözleriyle bunu anacaktı.

“Ey Türk faşisti!

Birinci vazifen, Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara asmaktır. Mevcudiyetinin yegane temeli gazeteleri çamurlara serip, üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel, partinin hazinesidir.”

Aziz Nesin

Olayın ateşi öncelikle basında harlanmıştı ama asıl fitili yakan, 3 Aralık tarihinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın ey ehl-i vatan!” başlıklı provokatif yazısıydı. İlginçtir, Hüseyin Cahit, bu provokasyonuna zamanında Namık Kemal’in istibdada karşı çağrısına attığı başlığı seçmişti. 1908 Anayasa Devrimi’nin bu parlak kalemi, İttihat ve Terakki’nin bir dönem ideoloğu olan, Kurtuluş Savaşı’nı, inkılapları, İkinci Dünya Savaşı’nı liderlik kadroları içinde yaşamış böyle bir kalemin, Türk aydınının bu ilk manifestosunu şimdi bir grup aydını kara güruha linç ettirmek üzere kullanacak duruma düşmesi siyasal dersler barındırır. Dahası, Tan gazetesinin yöneticilerinden Halil Lütfi’nin çarpıcı saptamasıyla, 31 Mart 1909’da benzer bir güruh tarafından gazetesi dağıtılmış, matbaası parçalanmış aynı Hüseyin Cahit, 4 Aralık 1945’te “Bunları susturmak için, cevap vermek hükümete düşmez. Söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır” sözleriyle başka bir gazeteyi böyle bir irtica güruhuna hedef göstermişti.

Peki neydi bu karanlık tezgâhın arka planı? Neden CHP yeni bir 31 Mart tertibi içine girmişti? Neden Türkiye’de çok övünülen demokrasi sayfası böyle bir kara lekeyle açılmıştı?

(...)

düşünen insana düşman,

vatan ki bu insanların evidir,

sevgilim, onlar vatana düşman...

Nazım Hikmet, linççilere 5 Aralık 1945 günü Bursa Cezaevi’nden bu şiirle yanıt veriyordu.

Birinci neden, İnönü cumhurbaşkanlığındaki yönetimin, doğmakta olan Soğuk Savaş düzenine ABD yanında dahil olma hevesiydi. Yeni ABD Başkanı Truman’ın SSCB’ye karşı kamplaşma politikası, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalan hükümet için fırsat yaratmıştı. Türkiye’nin komünizm tehdidi altında gösterilmesiyle Batı kampından hem –uzun süredir arzulanan– siyasal destek hem de –Truman doktrini çerçevesinde– mali yardım alınabilecekti. Bu yüzden, Tan Baskını, aynı yılın Mayıs ayından itibaren yükseltilen “Stalin’in toprak talepleri” propagandasıyla başlayıp DTCF tasfiyelerine, oradan Sabahattin Ali’nin öldürülmesine uzanan antikomünist seferberlik zincirinin kitlesel halkasıdır.

Sağdan İbaret Siyasal Yaşam Arzusu

Ancak bu ikinci 31 Mart’ta daha az değinilen bir başka güdü vardır ki konunun bu yönü hem daha az işlendiği hem de bugüne ışık tuttuğu için anlatılmaya değerdir. Söz konusu güdü, Türkiye’de çok partili yaşam içinde egemenlerin çeşitli nedenlerle bastırılmış arzusu olarak kalmış ve ancak cumhuriyetin tamamen çökertildiği AKP döneminde doruk noktasına varmıştır: sağ partilerden ibaret bir siyasal yaşam, ya da Taner Timur’un anımsattığı deyimle, Filipin Demokrasisi.

Gerçekten de, İnönü icazetiyle açılan bu “demokrasi” kapısı, sol harekette on yıllar sonra Türkiye siyasetine açıktan müdahil olabileceği umudunu doğurmuştu. Bu umutta gerçeklik payı vardı. Artık çok partiye geçişi yönetecek olan CHP hükümetinin toplumsal meşruiyeti zayıflamış, başka parti girişimleri bir yana, CHP içinden Bayar-Menderes ekibi Demokrat Parti’yi kuracak kopuş hareketine başlamıştı. Bayar-Menderes ekibi tek parti yönetiminden bunalan emekçi kitleler nezdinde de hızla destek bulmaya başlamışlardı. Kendileri toprak sahipleri ve ticaret sermayesinin doğrudan temsilcileri gibi davransa da, Bayar-Menderes ekibi, 1930’larda Serbest Fırka’da olduğu gibi emekçilerin büyüyen ilgisine ve taleplerine yanıt verme ihtiyacı duyuyorlardı. Bu yüzden, en azından başlangıçta, sol fikirleri de bu yeni oluşuma dahil etme imkânlarını yokluyorlardı.

Bayar-Menderes ekibiyle Serteller Grubu’nun arasındaki bağlantıyı Tevfik Rüştü Aras’ın kurduğu söylenebilir. Demokrat Parti’nin ilk programı Sertel çevresiyle Celal Bayar, hatta Adnan Menderes’in dahil olduğu toplantılarda tartışılıyordu. Zekeriya Sertel, Bayar ve Menderes’le “aynı kazanda kaynayamayacağını” söylüyorsa da, bu siyasi yükseliş Görüşler dergisinin kuruluşuyla boyut kazandı. Aras ile Bayar dergiye yazıyla, hatta finansal olarak katkı verme vaatlerinde bulunmuşlardı. Sonunda, demokratik hak ve özgürlükleri, ileri devletçiliği savunacak ve Türk-Sovyet dostluğunu dış politikanın temeli yapacak bir parti üzerinde ilkesel anlaşma gündemdeydi. Yeni kurulmakta olan partinin programına, sol politika nüfuz ediyor, Menderes, hareketlerini “CHP’den iki parmak soldayız” diye tarif ediyordu. Zekeriya Sertel biraz fazla iyimserlikle Demokrat Parti’yi neredeyse kendilerinin kurduğunu hatıratında söyleyecekti.

Görüşler dergisine yazı vaat edenlerin listesi:

Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Pertev Boratav, Behice Boran, Kemal Bilbaşar, Aziz Nesin, Mediha Berkes, Niyazi Berkes, Hulusi Şerif, Adnan Cemgil, E. A. Müstecepoğlu,, Muvaffak Şeref, Dr. Sabire Dosdoğru, Dr. Hulusi Dosdoğru, Sabahattin Ali, Nail V.

Kaynak: Yıldız Sertel, Susmayan Adam: Babam Gazeteci Zekeriya Sertel (İstanbul: Can Yayınları, 2018), 244.

Bu gelişmeler, CHP iktidarının dikkatini ilk aşamadan itibaren çekti ve CHP’ye yandaş basından yapılan milliyetçi-faşizan propagandayla Bayar-Menderes ekibinin yıldırılması yoluna gidildi. Öyle ki, Metin Toker’e göre "Moskovacılık suçlaması demokrasi tarihimizde ilk defa CHP militanları ve fanatikleri tarafından DP'ye karşı icat edildi. Bunların nazarında DP, Moskova'nın emrindeydi.” Kuşkusuz, Bayar-Menderes ekibi de sol aydınlarla henüz “istikşâfi” aşamada olan ilişkilerinde daha ileri gitmeye, daha kararlı durmaya gönüllü sayılmazlardı, hem sınıfsal çıkarları gereği hem iktidarın yoğun baskısı nedeniyle.

Tan Baskını süreci, Bayar-Menderes ekibinin hızla bu ittifaktan dönme tarihidir. CHP’den gelen ilk sinyaller sonrasında Sabiha Sertel’in Görüşler’e Bayar ve Menderes’in vaat ettikleri yazı desteğini almak için ısrarlı çabaları sonuç vermiyordu. Nitekim, kısa süre sonra Celal Bayar’ın Görüşler dergisiyle ilgisi olmadığına ilişkin demeçleri geldi ve CHP basınından alkışlarla karşılandı. 4 Aralık linçi sonrasında ise, Bayar-Menderes ekibini Sertel grubundan ayırma operasyonu başarılmış oluyordu — muhtemelen Bayar ve Menderes’i de rahatlatacak biçimde. (Sol aşılı sağ bir parti fikrinin uluslararası planda artık geçerliliği kalmamış Roosevelt-Stalin uzlaşmasına yaslandığını ve bu yüzden ölü doğduğunu da belirterek geçelim.)

Acılı Kuşak değil Müdahaleci Sol

Tan Baskını’nın arka planı sol hareketin bu dönemki tarihine ilişkin bakışımızı revize etmeyi gerektiriyor. 40’lı yıllar sol aydını Mehmet Kemal’in kurduğu imgeyle “Acılı Kuşak” sayılmazdı . Tersine, bir avuç olmasına rağmen egemen siyaset karşısında kendi hattını koymayı bildi, sistem için hep bir ürküntü kaynağı oldu. O dönem Şefik Hüsnü’nün, Mehmet Ali Aybar’ın, Aziz Nesin’in mücadeleleri yanında, yine Serteller’in, Tan Baskını’yla korkup kabuklarına çekilmediklerini, bu kez Mareşal Fevzi Çakmak’la birlikte yeni bir siyasal hareket (öncelikle bir İnsan Hakları Derneği) kurmaya giriştiklerini görüyoruz. Başbakan Recep Peker, bu tasarıma karşı “onlardan erken davranmalıyız” öğüdüyle Nihat Erim’i benzer bir insan hakları örgütlenmesi kurmakla görevlendiriyordu.

Bayar-Menderes ekibinden sonra Mareşal de kısa sürede Türkiye çok partili yaşamın yalnızca komünizme değil, bütün sol hareketler aleyhine kurulduğunu fark edecek, Serteller’in bu girişiminden de çekilecekti ki, bunun da Tan Baskını’nın gösterdiği bir başka önemli nokta olduğu söylenebilir:

CHP’nin “kurucu parti” ve “ortanın solu” iddialarının gölgesinde kalan bir özelliği Türkiye’de çok partili yaşamda sağı CHP’nin inşa etmiş, sağı CHP’nin –deyim yerindeyse– eğitmiş olmasıdır. Gerek Bayar-Menderes gerek Mareşal, İttihatçı dönemden gelen sabık politikacı pragmatizmiyle sola kapıları bütünüyle kapatmamışsa da, onlara Filipin demokrasisinin yeni kurallarını öğretmek çok partili yaşam CHP’sine düşmüştür. Parti Tan Baskını’yla çok partili yaşamın sol bir etkiyle başlamasını hemen önlemekle kalmamış, yeterince sağda kurulmayan Demokrat Parti’ye sol düşmanlığıyla, kitlesel linçiyle demokratik dönemin sağ politika hattını da göstermiş bulunuyordu. CHP 1947 kurultayıyla birlikte daha da muhafazakârlaşacak, Demokrat Parti ise CHP’den öğrendiği bu zemini bir sağ dikta kurmak üzere tepe tepe kullanacaktı.

Tan Baskını ve “Ortanın Solu”

Tan Baskını’nın öyküsündeki artçı sarsıntılar burada bitmiyor. Türkiye’nin en ileri demokrasi düzenini kurarken sol hareketin serpilmesine de imkân tanıyan 27 Mayıs müdahalesi ve 1961 anayasası Türkiye’yi iki sağ partili siyaset yaşamı heveslerinde uzun bir kesintiydi. İlginç sayılmalı, 1960 sonrası bağımsız politik hattını kuran sol hareket etkinliğini o denli artırdı ki, Tan Baskını’nda adı geçen Ali İhsan Göğüş gibi CHP’liler bu kez “ortanın solu” politikasının kurucuları olarak siyaset sahnesine çıktılar. Aziz Nesin ve Sabiha Sertel yazılarında bu ironiden neredeyse acı bir tebessümle söz etmektedirler; öte yandan bu, “ortanın solu” programını CHP’nin sola kayması olarak yorumlayan hâkim yaklaşıma da şerh düşülmesi gerektiğine dair bir işarettir.

Bundan sonra solun silindiği, sol görüşlere olsa olsa sağ sultası altında izin veren bir siyaset Türkiye egemenlerinin rüyalarını süslemeyi sürdürmüştür. 1982’de, ANAP gibi “dört eğilimi birleştirme” girişimlerine rağmen bağımsız sol hattı engelleyecek düzenlemeler ortaya konamamıştır; ta ki 2002’den beri Türkiye siyaset sahnesini dümdüz eden AKP diktatörlüğüne dek. AKP rejimi, en son 2017’de –CHP’nin cumhuriyetçi tabandaki tepkileri zincirleyen tutumu altında– parlamenter düzeni ortadan kaldırarak Filipin demokrasisinden beter bir çölleşmeyi sağlamıştır.

Sabiha Sertel’in Görüşler dergisindeki yazısı “Zincirli Hürriyet” başlığını taşıyordu. Sağ iktidara karşı yine sağın muhalefet tekeli ilan etmeye çalıştığı, zincirlenmiş Türkiye siyaseti, bugün de tarihsel mirasına lâyık bir bağımsız sol siyaseti çağırıyor.