Deprem sonrası İzmir'i yeniden piyasaya teslim ediyorlar!

İzmir'de yıkıma neden olan depremin ardından kentsel dönüşümü kimin yönlendireceği tartışmaları başladı. Kentin piyasa mekanizmalarına teslim edileceği anlaşılıyor.

sol-izmir

30 Ekim 2020 tarihli Ege Denizi depreminin şiddetini en çok hissettirdiği İzmir'de, deprem sonrası çalışmaları tartışılmaya devam ediliyor. Merkezi iktidar ile yerel yönetim temsilcileri tarafından yapılan açıklamalarda, yetki ve sorumluluk alanlarına dair bir tartışma göze çarpıyor olsa da, “kentsel dönüşüm”e öncelik verileceğinin ve kentin piyasa mekanizmalarına teslim edileceğinin sinyalleri açıktan veriliyor. 

Plan yok ama proje hazır!

Afet Koordinasyon Merkezi'nde, 4 Kasım 2020 tarihinde yapılan bilgilendirme toplantısında, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum tarafından, yıkılan binaların yerine yenilerinin yapılacağı açıklandı. Açıklamaya göre, yerinde projelendirilecek konutlar, zemin üzerinde 5 katlı olacak şekilde inşa edilecekti. Aynı gün, bir televizyon kanalındaki röportajında, bakan Kurum, bu binaların 2+1 şekilde tasarlandığını, yerinde yapılacak konut sayısının toplamda 2000 olacağını belirtti. Bu açıklamadan tam bir hafta sonra, 11 Kasım 2020 tarihinde, yine Murat Kurum tarafından yapılan açıklamada, yerinde projelendirilen konut sayısı 1750 olarak açıklanıyordu. Resmi açıklamada yer almayan ancak basına servis edilen haberlere göre de, yerinde yapılacak binalar Osmanlı – Selçuk mimarisinden esinleniyordu. 

Bu açıklamalardaki sorun, açıklama sahibinin aynı bakan olmasına karşın, verilen konut sayılarının farklı olması ya da barınma sorununun çözümünde mimari tarzın konuşuluyor olması değildi sadece. 

Temel bir sorunun üzeri bilinçli olarak örtülüyordu: Bu bölgede yapılaşma devam ettirilmeli miydi? 

Bu soru önemliydi. Çünkü Bayraklı ve Bornova'da yaşanan yıkımların temel nedenlerinden biri, bölgenin, dönemin Bayındırlık Bakanlığı tarafından jeolojik etüt raporu olmaksızın hazırlanan imar planına göre yapılaşmış olmasıydı. Alanın alüvyonel bir zemin niteliği taşıdığı, taşıyıcı katmanın oldukça derinde olduğu, deprem anında bir büyütme etkisi gösterdiği ve sıvılaşma riski taşıdığı bilinirken, yapılaşmada ısrar edilmesinin bir açıklaması olması gerekirdi. Bu açıklama yapılmadı. Bakanlık tarafından açıklanan yeniden yapılaşma önerisine, başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, yerel yönetimlerden de bir itiraz gelmedi.

Ve böylece, deprem sonrasında, etütsüz planlardan, etütsüz ve plansız projelere geçilmiş oldu. 

Güvenli konut mu? Devletten beklemeyin, şansınızı kendiniz deneyin...

Çevre ve Şehircilik Bakanı tarafından yapılan açıklamalarda, ısrarla, kentsel dönüşüme vurgu yapılıyor ve İzmir tarihinin en büyük kentsel dönüşüm harekatının başlatılacağı belirtiliyordu. Ancak burada da, devlet sorumluluk almıyor, top vatandaşlara atılırken, serbest piyasa göreve çağrılıyordu.

4 Kasım 2020 tarihli açıklamasında, Kurum: “Ben burada tekrar tüm Türkiye'ye seslenmek istiyorum, riskli binalarımızın tespitlerini yaptıralım, riskli binalarda oturmayalım. Gelin tüm Çevre Şehircilik İl Müdürlüklerine başvurun, bu başvuru çerçevesinde biz yetkilendirdiğimiz kuruluşlarca riskli bina tespitlerini yaptırabiliriz ve vatandaşımız daha sağlam daha güvenli olduğuna inandığı konutlarda otursun” derken, sınırları da çiziyordu.  

Bu sınırların, sadece kişisel bir değerlendirme olmadığı, resmi görüşü yansıttığı, 5 Kasım 2020 tarihinde gerçekleştirilen AKP “Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı”nda bir kez daha kanıtlandı. AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kentsel dönüşüm sürecinin hızlandırılması gerektiğini belirttikten sonra,  “Tabii bu sadece kamunun imkanlarıyla olacak bir iş değildir. Milletimizi de oturduğu binanın depreme dayanıklılığını tespit ettirmesi, şayet bu konuda herhangi bir sıkıntı varsa gerekiyorsa kendisi de üstüne biraz koyarak sağlam bina inşası için harekete geçmesi gerekiyor” diyordu. 

Bu bakış açışına göre, depreme dayanıksız konutlarda oturulmaması, devletin vatandaşlarına bir önerisiydi ve bu önerinin ciddiye alınıp alınmaması ve gereğinin yapılması vatandaşın sorumluluğundaydı. Devlet, burada, sadece kolaylaştırıcı kimi roller üstlenebilirdi. O da, inşaat şirketleri için.

Yapının depreme dayanıklılığın yasal formülü: Müteahhit payı ve daha çok inşaat alanı

Açıklamalarda vurgulanan kentsel dönüşüm uygulamaları, 2012 yılından bu yana, "6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" kapsamında yürütülüyor. Riskli yapı, riskli alan ve rezerv alan gibi kategorilerin belirlendiği kanun, esas olarak, inşaat sektörünün hızla büyüyebilmesi için hazırlanmıştı. 

Riskli yapılarda; bakanlık için tüm işlemleri re'sen uygulama hakkı saklı tutulmakla birlikte, risk tespiti Bakanlık tarafından lisanslandırılan özel şirketlere bırakılıyor ve riskli yapı ilanından sonra, özel vatandaşların inşaat şirketleri aracılığı ile yapılarını yeniden yaptırmalarına dair bir işleyiş tanımlanıyor, işleyişte de, inşaat şirketlerine çeşitli muafiyetler veriliyordu. 2020 yılında, 3194 sayılı İmar Kanununa eklenen ek madde 8 ile birlikte de, ada bazında yapılacak dönüşüm uygulamalarında, depremin şiddetini arttıran etmenlerden biri olan inşaat alanı büyüklüğü ve yapı yoğunluğunun arttırılmasına dair olanaklar da sağlanıyordu. Bu durum, bir programa katılan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum tarafından, “... uygun durumdalarda %20'ye kadar emsal (imar) artışı bile veriyoruz” şeklinde açıklanıyordu. Kurum'un açıklamasında, 2014 yılında yapılan yönetmelik değişiklikleri ile emsal / inşaat alanı dışında bırakılan istisnalardan söz edilmiyordu bile. 

Riskli yapılar, binalardaki inşaat alanı artışına izin verilerek, binalardaki nüfus yoğunluğu arttırılarak ve serbest piyasanın işleyişine bırakılarak depreme ve afetlere karşı dayanıklı hale getirilmek isteniyordu. 

Deprem geçti hesaplar başladı: Kentsel dönüşümü kim yönlendirecek?

6306 sayılı Kanun'da, riskli alan ve rezerv alanlarda ise, ölçeğin büyümesi nedeni ile, işlemlerin temel olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürütülmesi öngörülüyor, bakanlığa, TOKİ ve ilgili idarelere (belediyelere ve il özel idarelerine) yetki devri yapabilmesi hakkı tanınıyordu. 

Ege Denizi depremi sonrasında, bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağı, hükümet ile yerel yönetim temsilcileri arasında, alttan alta yürütülen bir tartışmanın konusu oldu. 

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer'in, bir röportajda söylediği: “Hiçbir kurumun tek başına altından kalkamayacağı bir tablo ile karşı karşıyayız. Bunu belediye, hükümet ve vatandaşla birlikte aşacağız” ve “Kentsel dönüşüm yeniden tarif edilmeli. Mevcut yasalar kentsel gelişimi yönlendirmekten uzak, yoruma açık ve girift” cümleleri, bu tartışmanın sinyallerini veriyordu.  İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından halihazırda yürütülmekte olan 7 kentsel dönüşüm ve yenileme projesi olduğu bilinmesine karşın, belediyenin yeni kentsel dönüşüm alanlarında sorumluluk istemesinin nedeni, 2000 öncesinde yapılan yapıların yürürlükteki Türkiye Bina Deprem Yönetmeliğine uygun olmaması ve dönüşüm kapsamına öncelikli olarak bu yapıların alınacak olmasıydı. 

Murat Kurum tarafından yapılan ve depremde yıkılan binaların 1 tanesi hariç 1999 yılı öncesinde yapıldığını belirten açıklaması ile Tunç Soyer'in, röportajındaki, “İşe 1999 öncesi yapılardan başlayacağız. İzmit depremi sonrasında daha hassas bir dönem başladı. Önceki binalar daha fazla risk taşıyor” sözleri arasındaki uyum da, kentsel dönüşümün yoğunlaşacağı alanın bir kanıtı niteliğindeydi. 

Öte yandan, Soyer'in röportajının, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bürokratlarının, Buca, Bayraklı, Karşıyaka, Aliağa, Karabağlar ve Çiğli belediyelerinin yöneticileri ile yaptığı görüşmenin ardından yapılmış olması bir rastlantıydı ancak bakanlık ve ilçe belediyeleri arasındaki görüşmeye, İzmir Büyükşehir Belediyesinin davet edilmemiş olması, büyükşehir belediyesinin, dönüşümdeki yetki ve sorumluluk tartışmasını açmasına da olanak sağladığı anlaşılıyordu.

Kanunda, TOKİ ve ilgili idareler olarak belediyelere yetki devri yapılabilmesi olanağı bulunsa da, merkezi ve yerel yönetimi elinde tutan siyasi partilerin farklı olması durumunda, devir yetkisinin kullanılmadığı ya da kimi yerel yönetimlerin dışarıda bırakıldığı bir gerçek. Bu noktada, temel bir soru ortaya çıkıyor: Mevcut işleyişte, kentsel dönüşüm çalışmalarının, kimin sorumluluğunda yapılacağı, o kadar önemli mi? 

Elbette, AKP dönemindeki ihallelere konu olan yolsuzluk haberleri, köprü, hastane, yol yapımlarında verilen garantiler, ihalelerin aynı şirketlere verilmesi gibi başlıklar, bilinen gerçekler olarak karşımızda duruyor. Ancak yerel yönetimlerin elinde, bunun farklı yapılabileceğinin bir garantisi yok. Çünkü, sorumluluk hangi idarede olursa olsun, kamu işleyişi içerisinde inşaat işlemlerini yürütmek üzere bir mekanizma tanımlanmamış olduğu için, işin serbest piyasaya ihale edilmesi  kaçınılmaz. Türkiye'deki ihale mevzuatının işleyişi dikkate alındığında da, konunun, bir noktadan sonra, ihaleyi hangi şirketin kazanacağına kilitlendiği açık olmalı. 

Kentsel dönüşüm çalışmalarının kimin sorumluluğunda yapılacağının, bir güven tartışmasından daha çok, rantın kiminle ve nasıl paylaşılacağı ile ilgili olması, tartışmanın taraflarının birbirlerinden çok da farklı olmadığınının göstergesi adeta. Belediyelerinin kentsel dönüşüm müdürlükleri kurduğu, tek çıkış yolu kentsel dönüşüm olarak gösterilirken hiçbir yetkilinin, kamuya ait bir sorumluluk olarak “barınma hakkı”ndan bahsetmediği bir dönemde, İzmir'i daha büyük tehlikelerin beklediğini söyleyebiliriz.

Depremi afet haline getiren sermaye politikalarının, kentin afetten korunması için göreve çağrılmasının başka ne anlamı olabilir yoksa?