Büyük kalkışmanın 50. yılı: Türkiye işçi sınıfının destansı iki günü

"Türkiye işçi sınıfı kendi iktidarından daha azını isterse kapitalist düzenin kendisine verdiği kırıntılarla yetinmek zorunda kalacaktır. Geride bıraktığımız yüzyıl bunun örnekleriyle dolu.15-16 Haziran direnişi bunu teyit ediyor."

Haber Merkezi

Türkiye işçi sınıfı bundan tam 50 yıl önce tüm ülkeyi salladı. Hakları için Kocaeli'nden Istanbul'a tüm hayatı durduran işçilerin korkusundan ülke dışına kaçan patronlar oldu. O günlerde yaşananlar siyasi, teorik bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. 

TKP Merkez Komite üyesi ve Birleşik Metal İş örgütlenme uzmanı Alpaslan Savaş'la o günleri konuştuk. Direnişi hazırlayan koşullar nelerdi, direniş kimin eseriydi, hangi tartışmaları açtı, hangilerini kapattı, bugünden bakınca günümüz için hangi dersleri çıkarmak mümkün?

***

15-16 Haziran için sınıf mücadelesinin en berrak anlarından biri diyebilir miyiz? Yani bir tarafta işçi sınıfı, diğer tarafta sermayedarlar, patronlar ülke tarihinde hiç bu kadar net, berrak seçilmemişti…

Kesinlikle doğru. Zaten 1960’lı yıllar, Türkiye’de işçi hareketinin yükselişe geçtiği yıllardır.  Bu dönem başta grev hakkı talebi olmak üzere gerek işyeri bazlı, gerek bölgesel, gerekse ülke çapında pek çok işçi eylemi meydana geldi. Sınıf mücadelesi zaten o güne gelene kadar gittikçe kesinleşti, sertleşti. 60’lı yıllar aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin de işçi sınıfı içinde daha fazla örgütlendiği ve toplumsal bir alternatif olarak kendini hissettirdiği yıllar oldu.

Kısaca hatırlamak gerekirse ne olmuştu?

15-16 Haziran eylemlerini ateşleyen gelişme, işçi hareketinin yakaladığı bu çıkışı durdurmak için hazırlanan bir yasa tasarısının Meclis’te kabul edilmesidir. Tasarı, sendikal hakları belirleyen yasalarda bir dizi değişiklik öngörmekteydi. Bu değişiklikler, kuruluşunun üzerinden henüz üç yıl geçmiş olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’i hedef alıyordu.

Türk-İş’i bağımsızlığını kaybetmekle ve hükümetlerin dümen suyuna girmekle suçlayan 5 sendika konfederasyondan ayrıldı ve DİSK’i kurdu. DİSK, kısa sürede işçiler için çekim merkezi olmayı başardı. DİSK’in kuruluşunda bir diğer önemli nokta daha var. O da DİSK’in kuruluşuna öncülük eden sendikacıların önemli bir bölümü 1961 yılında TİP’in kuruluşunda da yer almış olmalarıdır. Bu açıdan da DİSK işçi hareketinde ileri bir hamleyi temsil etti.

İşçiler için çekim merkezi olmaya başlayan DİSK, kaçınılmaz olarak sermaye sınıfının hedefine girdi. DİSK’in önünü kesmek için bir yasa tasarısı hazırlandı.

Türk-İş’in desteğiyle hazırlanan bu yasa tasarısı,  sendikaların ülke çapında faaliyette bulunabilmesi için işkollarındaki işçilerin en az üçte birinin üye olması zorunluluğu getiriyordu.  Bu baraj, kısa bir süre önce kurulan DİSK’in ve ona bağlı sendikaların fiilen örgütlenemez ve işçileri temsil edemez hale gelmesine neden olacaktı.

15-16 Haziran’a nasıl gelindi? Bunu belki biraz daha geriden gelerek anlatabilirseniz, daha iyi anlaşılır o günleri oluşturan koşullar.

Bu ölçekte ve nitelikte bir işçi eylemini anlayabilmek için 1960-1970 aralığındaki on yıla biraz daha yakından bakmakta yarar var.

15-16 Haziran direnişine kadar işçi hareketinde öne çıkan olayları kısaca hatırlayalım.

En başta Saraçhane Mitingi’ni söyleyebiliriz. 1961 yılındaki bu miting, bahsettiğimiz dönemin ilk göze çarpan kitlesel işçi eylemidir.İstanbul Sendikalar Birliği’nin 31 Aralık günü düzenlediği Saraçhane mitinginin gündemi, 61 Anayasası ile tanınan grev hakkının yasal statüye kavuşması idi. 60’lı yılların yükselen işçi hareketi demiştik ya, işte Saraçhane mitingi için, bu yükselişin açılışını temsil ediyor diyebiliriz.

Saraçhane mitingini izleyen yıllarda işçiler, pek çok işyeri eylemi ve fiili grev yaptılar. Bunların arasında belki de en önemlisi 1963 yılındaki Kavel grevidir. Fabrika Vehbi Koç’a ait. İşyerinde Türkiye Maden-İş Sendikası örgütlü. Bu sendika birkaç yıl sonra Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’in kurucu sendikaları arasında yer alacağını not olarak ekleyeyim. Koç, işçilerin ikramiyeleri başta olmak üzere toplu sözleşmedeki kimi haklarını geri almak istiyor. Aslında derdi sendikadan kurtulmak. İşçiler bunun üzerine greve çıkıyorlar. Bu grev, grev hakkının yasal statüye kavuşması için yürütülen mücadelenin tepe noktası oldu. Fabrikanın bulunduğu İstinye ve çevresinde yaşayan halk, grevci işçilere büyük destek verdi. İşten çıkarmalar, jandarma baskısı ve tutuklamalara rağmen işçiler mücadeleyi sürdürdü.

Kavel grevi, 1961 Anayasası’na girmiş olan grev hakkını düzenleyen yeni iki yasanın çıkmasını hızlandırdı. Aynı yıl 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Kanunu Meclis’te görüşülerek kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Ancak yine de Meclis’te kabul edilen yasalardaki grev hakkı Anayasa’da yer aldığı ölçüde geniş tanımlanmadı. Buna yönelik mücadele ileriki yıllarda da devam etti.

15-16 Haziran direnişinin öncesindeki on yılda işçilerin yaptığı eylemler arasında Türkiye tarihinde ilk denilebilecek nitelikte pek çok eylem vardır.

Onlardan bir tanesi de 1962 yılında gerçekleşen ve “Açların yürüyüşü” olarak adlandırılan işsizler eylemidir. 3 Mayıs 1962 tarihinde çoğu inşaat amelesi olan 5 bine yakın işçi ve işsiz, Yapı-İş Federasyonu’nun Ulus’taki binası önünde toplanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru yürüyüşe geçti. Valiliğin izin vermemesine rağmen yapılan yürüyüşü emniyet güçleri durduramadı, işsizler Meclis’in kapısına dayandı. Bu ölçekte bir işsiz eylemi, üstelik Başkent’te ilk kez yaşandı ve mecliste işsizlik sorunu üzerine bir görüşme yapılmasını ve bu konuda bazı kararlar alınmasını sağladı.

Bu dönem ayrıca pek çok fabrika işgali de var.

1968 yılından sonraki iki yıl onlarca fabrikada işçiler talepleri için iş bıraktılar ve fabrikaları işgal ettiler; Alpagut Kömür işletmeleri, Derby Lastik, Emayetaş, Singer, Türk Demir-Döküm bu işgallerden en çok bilinenleridir.

Hatta işgal edilen işletmelerden bazılarında işçiler yönetime el koyarak üretimi sürdürdüler ve satıştan elde ettikleri gelirle işçi alacaklarını ödediler.

İşçi sınıfının devlet memuru olarak istihdam edilen kesiminin de bu dönem hareketlendiğini görüyoruz. 1965 yılından sonra pek çok memur sendikası kuruldu. Bu sendikaların arasında en etkili olan Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS’dür. TÖS, kısa sürede on binlerce öğretmeni harekete geçirmeyi başardı. Dönem boyunca hem öğrenci hem öğretmen boykotları yaşandı.

Bu yaşananlar çok önemli; Türkiye işçi sınıfı için hem niteliksel, hem de niceliksel bir değişim anlamına geliyor diyebilir miyiz?

Dediğiniz gibi, bunların hepsi son derece önemli olaylar. Etki yarattılar. İşçilerin “sınıf kimliği” kazanmasında rol oynadılar. Tüm bu olaylar aslında, işçi sınıfının daha örgütlü hale geldiği anlamına da geliyor. Örneğin işçiler laf olsun diye fabrika işgal etmiyor. Ya da büyük bir mitingi “hadi şimdi de bir gösteri yapalım” diye organize etmiyor. Tümü sermaye sınıfından ve devletten talepler ya da tersinden haklarını korumak için yapılıyor. Ama mutlaka bir örgütlenmeye denk düşüyor.

Yani işçi sınıfı hareketi yükseliyor derken, işçi sınıfının örgütlülüğünün de arttığını söylemiş oluyoruz. Aynı şekilde örgütlenen sınıf daha hızlı harekete geçiyor. Boyun eğmiyor. Ve tüm bu döngü, işçi sınıfının bir toplumsal sınıf olarak daha güçlü şekilde sahneye çıkmasını sağlıyor. Bunun altını çizmek gerek.

Direnişi anlamak için önceki on yılı anlamak herhalde çok önemli. Anlattıklarınızdan bunu anlıyoruz. Burasıyla ilgili biraz daha konuşabilir miyiz?

Bütün bu olayların içinde, yani 15-16 Haziran direnişinden önceki bu on yıla iki olayın damga vurduğunu söyleyebiliriz.

Bunlardan biri 1961’te Türkiye İşçi Partisi’nin, diğeri ise 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kuruluşudur.

TİP’in kurucuları, dört yıl sonra, üstelik aynı güne denk getirerek ilan edecekleri DİSK’i de kuran sendikacılardı. Çoğu komünist falan da değildi.

1940’ların sonunda komünistlerin öncülüğünü yaptığı sendikal çıkışın bir adım sonrasının ürünüydüler.

Sendikal örgütlenmeyi hem yasal olarak hem de bizzat Amerikan yardımıyla kontrol altına almaya çalışan devletin kabına sığamayan sendikacılardı diyebiliriz. Hemen Kemal Türkler’in, İbrahim Güzelce’nin, Avni Erakalın’ın isimlerini sayabiliriz.

TİP’in kuruluşuna imza atan bu işçi önderleri, bir yıl sonra aydınların kapısını çaldılar. O komünist aydınlar ise TİP’i gerçek bir parti haline getirdiler.

TİP kısa sürede eşitlikçi Alevilerin, özgürlükçü Kürtlerin, hareketli üniversite öğrencilerinin, aydınların yuvası oldu.

15-16 Haziran 1970 tarihine geldiğimizde işçi sınıfı için çekim merkezi haline gelmiş bir sendikal merkez ve kendisini siyasi olarak temsil etmeye aday bir parti vardı.

Buraya kadar anlattığım gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuç şöyle özetlenebilir. 15-16 Haziran direnişinin hemen öncesinde Türkiye işçi sınıfı, toplumsal açıdan kendisini ifade etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya sahip hale gelmişti. Üstelik bu iddia soldaki ve sendikal alandaki tüm yetersizliğe rağmen ortaya çıkmış bir durumdur.

İşçi sınıfının toplumsal açıdan iddialı bir varlık haline gelmeye başlamasının, sermaye sınıfını fazlasıyla tedirgin etmesi son derece normal.15-16 Haziran direnişinin fitilini ateşleyen gelişme de sermaye sınıfının bu konudaki tedbir arayışı oldu. İşçilerin sendikal örgütlülüğüne müdahale anlamına gelen, başlarken sözünü ettiğimiz yasa tasarısı işte böyle gündem geldi.

Direnişin üzerinden yarım asır geçmişken, bugünden bakınca, ne tür sonuçlar çıkarmak mümkün?

İlk sorumuz şu olsun: Bu eylemi bu denli güçlü kılan neydi? Hangi özellikler bu eylemin etkisini bu denli arttırdı?

Birincisi; coğrafik yaygınlık eylemin gücünü arttırmıştır. 1970 yılında Türkiye sanayisinin kalbi sayılan iki kent Kocaeli ve İstanbul’dur. Ve bu iki kent yeterince büyük bir coğrafyayı temsil eder.

İkincisi; eylem işyeri temelli olmasıdır. İşyeri temelli derken, işyerinde örgütlenmiş, orada başlamış olmasını kastediyorum. İşyerinde örgütlenen eyleme katılım yüksek olur. İşyeri eylemleri disiplinli ve kararlı olur. O eylemlerde provokasyon yaratmak zordur.

Üçüncüsü; sektörel yaygınlığıdır. Eylemde metal sektöründeki fabrikaların ağırlığı tartışılmaz, ancak metalin dışında petro-kimya, lastik, ilaç, gıda işkollarından da işyerleri de eyleme katılıyor. Dolayısıyla eylem sektörel değil genel bir nitelik taşıyor.

Dördüncüsü; sendika ayrımı olmaksızın katılım olmasıdır. Eylemde esas olarak yasa tasarısından doğrudan etkilenecek olan DİSK’e üye işçiler var ancak tasarının hazırlanmasında payı olan Türk-İş’e üye işçiler de katılıyor.

15-16 Haziran’da işçilerin konfederasyon ayrımı yapmadan birlikte direndiğini görüyoruz.

15-16 Haziran eylemini güçlü kılan tüm bu özellikler daha önce görülmemiş ölçekte ve etkide olması sağlıyor. Ve en önemlisi eylemin işçi sınıfının birliğine yaslanarak geçekleştiğini gösteriyor.

Elbette DİSK eylemde önemli bir rol oynadı. Yasa tasarısının merkezinde zaten DİSK var. Ancak eylem DİSK’in planladığı gibi başlamıyor ve aslında tam da öyle devam etmiyor. Eylemin sendikal merkezin etkisini kat be kat aştığının altını çizmemiz gerekiyor.

Dönemin sol-sosyalist hareketleri açısından baktığımızda ise pek çok örgütün var olduğunu ancak hiçbirinin eylemleri belirleyecek bir etkide bulunamadığını gözlemliyoruz. Buna TİP de dahil.

Peki kim örgütledi bu direnişi? Bunun yanıtını işyerlerinde buluyoruz. 1967-70 arası DİSK’in başardığı en önemli iş “işyeri örgütlenmesi”dir. Türk-İş’ten farklı olarak DİSK ayağını işyerlerine basarak örgütlendi. Kendisini burada kurdu. Bu süreçte fabrikalarda mücadelede öne çıkan işçiler, sendikal kadrolar ortaya çıktı. Aslında DİSK kendisini de aşacak ölçekte siyasi ve kendisine güvenen bir taban örgütlenmesi yarattı. 15-16 Haziran direnişinin merkezi işte burası olmuştur.

Direniş, işçi sınıfının uzun yıllar içinde olgunlaşmaya başlayan mücadeleci kimliğini güçlü bir şekilde ortaya çıkardı. Bu tartışmasız bir durum. İşçi sınıfı bu iki gün, sermaye egemenliğinin öyle hiç de sarsılmaz olmadığını gösterdi. Bu, işçilerin aynı zamanda kendi gücünün de farkına varmasına yaramıştır.

Türkiye solunda ise özellikle o dönemin kritik tartışmalarından biri olan “Türkiye’de işçi sınıfı var mıdır” ya da “Devrim yapabilecek güçte ve olgunlukta bir işçi sınıfından söz edilebilir mi?” tartışmasına kesin bir yanıt olmuştur. “Evet, Türkiye’de işçi sınıfı vardır ve bu düzeni sarsabilecek kadar güçlüdür”. Yanıtı işçi sınıfının kendisi vermiştir.

Patronların çok korktuklarını biliyoruz. Direnişin sermaye sınıfında yarattığı bu muazzam korkuya dair en çarpıcı kanıt eylemler başladığında hatırı sayılır sayıda patronun “devrim olacak” endişesiyle yurt dışına çıkmasıdır.

İşçi sınıfı ne zaman kendisine verilen kırıntılarla yetinmeyip daha fazlasını istediyse, daha fazlası için örgütlendiyse kazandı. Daha fazlası iktidardır.

Türkiye işçi sınıfı kendi iktidarından daha azını isterse kapitalist düzenin kendisine verdiği kırıntılarla yetinmek zorunda kalacaktır. Geride bıraktığımız yüzyıl bunun örnekleriyle dolu.15-16 Haziran direnişi bunu teyit ediyor.

15-16 Haziran direnişi aynı zamanda Türkiye’de düzeninin gücünün mutlak olmadığını, patronların yenilmez olmadığını, işçilerin onlara muhtaç olmadığının da kanıtıdır. İşçi sınıfının iktidarı mümkün ve zorunludur. Bizim 15-16 Haziran dersimizin özeti budur.