Bir torba festival: Kültür Yolu

İslamcıların Devlet Opera ve Balesi’nin (DOB) kurumsal ve kültürel kimliğini aşındırma çabası, Kültür Yolu Festivali bağlamında yeni bir boyut kazanmış durumda.

Melis Gönenç

Hep söylüyoruz; islamcı iktidarın Laik Cumhuriyet’i tasfiye planının müzik ayağını, çoksesli müzik kurumlarının kurumsal kimliklerini törpülemek oluşturuyor. Bu girişim sanatsal ve etik çözülme ile at başı gittiğinden, orta ve uzun vadede, kültürel ve yönetsel dönüşüme uğrayacak söz konusu kurumların doğal ölümü hedefleniyor.

Başta Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) olmak üzere, diğer senfoni orkestralarında bu sürecin nasıl işletildiğini ayrı bir yazıda ele alacağız. DOB’da yaşananları ise, önceki yazılarda örneklemiştik. Birkaç aydır İDOB’da olup bitenlere gelince; son nefeslerini vermekte olan islamcıların, bu kuruma yönelik bitmeyen kinlerinin yeni bir örneğini oluşturur nitelikte.

Ama önce festival...

Kültür Yolu adlı torba festival

İslamcıların en sevdiği yasa hangisidir?

Torba yasa.

Ya en sevdikleri festival?

Torba festival.

O da ne?

Basit; nasıl ki, gözden ve görüşülmekten kaçırmak istedikleri hassas konuları, hiç ilgisiz diğerleri ile aynı sepete koyup, “torba yasa” adıyla gece yarıları meclisten geçiriyorlar; aynı biçimde, aralarında hiçbir doku benzerliği olmayan, dolayısıyla, geçişkenlik olanağı da bulunmayan onlarca sanat ve kültür kategorisini, Kültür Yolu adlı bir festival torbasına doldurup, saça döke pazarlıyorlar.

Peki, bunu neden yapıyorlar?

Laik Cumhuriyet’i temsil eden en arı sanat ve kültür kurumlarını ortadan kaldırmak için. Bunların başında DOB geliyor. “Ecdat… ecdat” diye geğirdikleri Osmanlı’dan katre miras edinmemiş tek yüksek sanat kurumu. Doğal olarak, ilk hedefleri. Doğrudan kapatmaya güçleri yetmediği için, iç içe geçen üç eksenli bir proje uyguluyorlar:

a) DOB’un fiziki altyapısını yok ediyorlar: Opera ve bale sanatsal açıdan özel donanımlı salonlar gerektirdiği gibi, bunların, kurumsal işleyiş ve kültürel bütünlükte doygun bir düzeye ulaşılabilmesi için, kuruma tahsis edilme zorunluluğu da bulunuyor. Neden meclis yalnızca yasama organına aittir de orada başka bir etkinliğe yer verilmez? İstisnai olarak verilse bile, bu, ancak meclis yönetiminin irade ve kararına tabidir? Örneğin, neden belediye meclisi toplantıları TBMM Genel Kurul Salonu’nda yapılmaz? Biri çıkıp da, “Yahu, burada zaten kocaman, konforlu bir salon var, ayrıca masraf edip niye yeni bir salon yaptıralım, ortak kullanırız. Yaptığımız işin mahiyeti aynı; siz de milyonları ilgilendiren kararlar alıyorsunuz, biz de belediye olarak aynısını yapıyoruz. Sizin de adınız meclis, bizim de. Siz de halkın vergileri ile ayaktasınız, biz de. Salonu dönüşümlü kullanalım.” derse, neden onun TBMM’nin önemini kavrayamamış, siyasal bilgi ve görgü noksanlığından muzdarip biri olduğu kabul edilir? Çünkü yasama organı, gelişmiş bütün ülkelerde, siyasal rejimin kalbidir; bu niteliğiyle de büyük önem ve değer taşır. Bunun simgesel kanıtı, kendine ait bir binaya sahip olmasıdır. Kurumsal derinlik ve saygınlık bunu gerektirir.

İslamcılar AKM’yi yıllarca kapalı tutarak, DOB’u fiziki altyapısından yoksun bıraktılar. Bu durum, sanatsal ve kurumsal düzlemde gerilemeye yol açtı. Yaptıkları yeni AKM’de, büyük salona Opera Salonu adını vererek, sanki DOB’a tahsis edilmiş izlenimi yaratıp, bildik takiyyeciliklerinin yeni bir örneğini verdiler. Oysa, bu sahnenin kullanımında bırakın “tahsis”i, DOB’un öncelik hakkı bile yok; kurumsal yıkım perspektiflerini hiç kaybetmediler. Bunu da, yine DOB bünyesinden devşirdikleri yeni işbirlikçileri Remzi Buharalı eliyle gerçekleştiriyorlar. Konunun ayrıntılarını, AKM’de yaşanan kepazelikleri ve Pansuman Remzi vakasını AKM yazımızda ele alacağımızdan, uzatmayalım.

b) DOB’un yönetsel işleyişini yok ediyorlar: Kurumu, yarım saat bile yönetebilecek liyakata sahip olmayan bir oğlanı, Murat Karahan’ı, genel müdür yapıp, suçsuzluk teminatı altında, dilediğini gerçekleştirme özgürlüğü vererek, “tek adam” rejimi oluşturdular. Oğlan’a da, yönetebilmenin, daha doğrusu, sözünü geçirebilmenin tek koşulunun, koltuk verdiği herkesi, o koltuktan kolayca kaldırabilmek için, asaleten değil, vekâleten ataması olduğunu söylediler. Olmuyorsa, o koltukları boş tutmasının kendileri açısından hiçbir sakınca yaratmayacağını da iyice bellettiler. Oğlan zaten kurum bilincinden bütünüyle yoksun, iletişim özürlü bir megaloman; kısa sürede, kurumda asaleten atanmış kimse kalmadı. Doğal olarak, bütün müdürler Oğlan’ın ağzının içine bakıyor. Üstelik bazıları, Ankara müdürü Feryal Türkoğlu gibi, sanatsal açıdan belirli bir kalibrenin üzerinde olan yılların sanatçısı; utanmıyorlar. Onların yerine biz utanıyoruz. Bir dizi önemli post ise hâlâ boş. Ne kurullar doğru dürüst çalışıyor, ne sınavlar liyakat temelinde yapılabiliyor, ne de kurumsal refleks ve gelenekler önceleniyor. Mahkemeden dönmeyen sınav yok gibi. Tam olarak islamcıların arzuladıkları tablo. O nedenle, Oğlan’ın önünü açtıkça açıyorlar, şımarttıkça şımartıyorlar. O da DOB’u şahsi şirketi gibi yönetiyor.

Yörüngeye oturtulmuş Oğlan’ın İDOB’a dayattığı son herze ayrı bir yazı konusu.

c) DOB’u kültürel olarak seyreltiyorlar: Müzik türlerinin geçişken olduğu, kolaylıkla yan yana yürüyebilecekleri, eşit değer taşıdıkları yollu bukalemun söylemler, gerçekte, islamcıların kutsiyet atfettikleri bir alana işaret etme amacı taşıyor: Laik Cumhuriyet’in “yerli ve milli” kabul etmediği alaturka müziği, başta DOB, çoksesli müzik kurumlarına sokmak. Bunu sağlayabilmek için her yolu mübah kabul ediyorlar. Genel müdürünü, bestecisini, librettistini, solistini vb. herkesi bu ölçüte göre seçiyorlar. Düzenledikleri ya da sponsor oldukları her tür etkinlikte öncelikle alaturka müzik ve taşıdığı Osmanlı kültür ve duyarlılığının varlığını şart koşuyorlar. Kendi dünya görüşleri ve islamcı ajandaları açısından doğal; Laik Cumhuriyet kültürünü benimsemiş kişiler açısından ise, gericilik ve görgüsüzlük sayılmalı.

Alaturka müzik hiçbir biçimde çoksesli müzik ile aynı ligde yer alamaz. Aralarında, tarihsel, kültürel, teknik, vokal, enstrümantal, tınısal, icra, eğitim biçimi ve duyarlılık açılarından o kadar büyük farklar vardır ki… Şu kadarını söyleyip, geçelim: Alaturkanın çoksesli müzik sahnesine lehimlenme çabası, alaturkayı at yapmaz ama, çoksesli müziği eşek yapar. Geri olan ileri olanı yalnızca geriletir.

İyi de, islamcıların istediği de zaten bu değil mi?

Kültür Yolu mu, ayak yolu mu?

Bu “torba festival” anlayışının arkasında yatan amaçlara kısaca değinmeden önce, Ankara (Başkent Kültür Yolu Festivali) ve İstanbul’dakine (Beyoğlu Kültür Yolu Festivali) bir göz atalım. Konuyu DOB ile sınırladığımızdan, bakanlığın diğer üç kentte (Çanakkale, Konya, Diyarbakır) düzenlediklerini, hak etmelerine karşın, mercek altına almıyoruz; bu kentlerde DOB müdürlük ve sahnesi bulunmuyor.

Dikkati ilk çeken, kapsamlı bir şov kaygısıyla hazırlanmış programlar; azgelişmiş ülkelerin kanseri olan kültürel görgüsüzlüğün histeri boyutuna çıkmış hali. Torbaya neler atılmamış ki?:

Ankara’da, Tosca operası ile Müslüm Gürses Şarkıları; Carmen operası ile Vefatının 600. Yılında Süleyman Çelebi Mevlid-i Nebi konseri; Göbeklitepe operası ile İnsansız Hava Aracı Projeleri sergisi; Carmina Burana ile Emel Sayın konseri; Uyuyan Güzel balesi ile Konya Türk Tasavvuf Musikisi Topluluğu’nun Aşk Eri Hazreti Mevlana’yı Anlamak Sema Mukabelesi; Kuğu Gölü balesi ile okçuluk eğitimi, Kemal Sunal’ın Düttürü Dünya filmi, Gençses alaturka müzik yarışması, satranç turnuvası; senfonik Neşet Ertaş ile Çarpana dokuma ile çanta sapı yapımı, yumurta kabuğu işlemesi, maraton koşusu falan kol kola…

Zikirsiz Kültür Yolu, patlıcansız musakkaya benzer.

İstanbul daha da iddialı: Carmen operası ile Ümit Besen, Hafız Halil Necipoğlu’nun sesinden “Peygamber efendimizin anıldığı birbirinden güzel naatlar”, Yasin Pişgin’in, “Kur’an’ın Kalbine Yolculuk” söyleşisi; La Traviata operası ile Fatih Koca’dan dini musiki “Birinci Söz Bismillah”, Mehmet Emin Ay’ın, “Aşkullah/Aşk-ı Rasulullah” söyleşisi; Kuğu Gölü balesi ile Eşref Ziya’nın “milli ve manevi duygulara hitap eden ezgileri: Bir Güneş Doğuyor”, Senai Demirci’nin, “Allah ve Peygamber Sevgisi” söyleşisi… Tesbih Atölyesi, Besmele Cemiyeti, Meâli-yi Semâ, Devrân-ı Şerif zikiri, jonglör, illüzyonist, Bergen filmi, müzayede, fotoğraf kongresi… Hepsi aynı torbada.

Carmen ile Ümit Besen can cana, yan yana: Kültür Yolu Festivali.

Merak eden olur diye, üşenmedik, Ankara’da ilan edilmiş toplam 263, İstanbul’da ise 368 etkinliği içeriklerine göre yüzdeledik. Tablo şöyle:

“Tek adam/Saray” rejimi festivali

Tek adam/Saray rejiminin özü, kurum ve kural tanımazlıktır. Rahat yönetmek istiyorsanız, öncelikle, “kurum bilinci ve işleyişi”ne su katacaksınız. Hele ki, o kurum ontolojik olarak size karşıt konumda bulunuyorsa. Bunu da, bizzat o kurumun içinden gelen işbirlikçilerinizle yapacaksınız ki, daha az tepki çeksin. “Kurum, kurumu yönetendir” anlayışını yerleştirmek için, yazılı ve yazılı olmayan tüm kuralların üzerinden atlanmasına olanak tanıyacaksınız. Zaman içinde, o kurumun taşıdığı kültürel ve etik değerlerin nefessiz kaldığını göreceksiniz. Bu size iki avantaj sağlayacak:

1) Artık, kendi kültür ve etik normlarınızı kolayca yerleştirebileceksiniz,

2) Kurumlarda size mesafeli duran birçok kişi, “Bu ne rezalet!” söyleminden, “Buna da şükür, ya hiç olmasaydı?!” ya evrilecek.

İşte, o andan itibaren, taşıdığı karşıt kültür, işleyiş, etik değerler ve personeliyle o kuruma tasmayı geçirdiniz demektir. Kepçeyi getirip yıkıma başlayabilirsiniz.

Kültür Yolu adı verilen bu festival, tek adam/Saray rejimi zihniyetinin kültür alanında ulaştığı en üst noktadır. Kepçe getirilmiştir. İslamcıların siyasal, dolayısıyla da kültürel ölümlerine birkaç ay kala gerçekleştirdikleri bu son büyük kültürel çıkışlarına, bir anlamda vedalarına, hem biçim, hem içerik düzleminde biraz daha yakından bakalım. Tabii, islamcıların olduğu her yerde, evvel emirde bir para ağacı olması gerektiğini unutmadan.

a) Biçim etmenleri:

İlk soru: Neden beş kentte yapılan festivallerin üçünde başlangıç ve bitiş tarihleri farklı farklı da -Çanakkale 16-25 Eylül, Konya 22-30 Eylül, Diyarbakır 8-16 Ekim- Ankara ve İstanbul’unki aynı: 1-23 Ekim?

Çünkü, islamcılar, esas hedefleri olan DOB’un kurumsal kimliğinin biçimsel göstergelerinden biri olan “sezon açılışı”nı, Kültür Yolu Festivali içinde eritmek istiyorlar. Diğer üç kentte DOB olmadığı için, tarihler farklı ve esnek.

“Sezon açılışı” kurumsal refleks ve enerjinin yoğun olduğu bir andır. Yılları devirmiş, rüştünü ispatlamış kurumlar için özel bir anlam taşır. İslamcılar bunu bildiklerinden, DOB’un sezon açılışını, ne idüğü belirsiz ve kendilerinden sonra bir daha yapılmayacak uyduruk bir torba festivalin, İstanbul’da 52, Ankara’da 54 adet açılış günü etkinliğinden yalnızca biri yaparak, onun kurumsal kimliğini örseliyorlar. Anımsanırsa, köklü bir geçmişi olan ve her yıl 1 Eylül’de Yargıtay’da yapılan Adli Yıl Açılış Töreni, islamcı siyaset ve anlayışı rahatsız eder nitelikte bulunduğundan, Kasım 2014’te kaldırılmıştı. Yani, DOB’un 2022-2023 sezon açılışı olmayacak; Kültür Yolu Festivali’nin açılış unsurlarından biri olarak tarihe geçecek. Oysa, DOB’un yasal yaşı 74, Kültür Yolu’nunki 2.

Anlıyorsunuz, değil mi?

Benzer bir tutumun CSO’ya karşı takınıldığı da görülüyor. Onun da sezon açılış konseri, torba festivalin 54 açılış etkinliğinden yalnızca biri yapılarak, kurumsal bünyesi kemiriliyor.

DOB’un kurumsallığının hiçe sayılıp, ancak torba festival’in aparatı olarak meşru görüldüğünün bir diğer kanıtı, AKM’nin sözde Opera Salonu’nun kullanımı ile ilgili. Bu salon nedense bir türlü bitmedi. Öyle söyleniyor. Ama, şimdiye kadar iki kez düzenlenen (30 Ekim -14 Kasım 2021, 28 Mayıs -12 Haziran 2022) torba festivalin etkinlikleri için bitmiş sayılıyor, açılıyor; sıra DOB’un etkinliklerine gelince, bitmemiş sayılıyor, kapatılıyor. Şimdi, üçüncü kez yine aynı senaryo: 1-23 Ekim arası torba’ya açılacak, hemen ardından DOB’a kapatılacak.

İslamcı daha ne yapsın? Megafonla bağırıyor, davranışıyla gözüne sokuyor: “Bu kuruma hiçbir saygımız, sempatimiz yok; Laik Cumhuriyet ile aynı mezara girecek!”

İkinci soru: İçinde başka bir festival olan festival olur mu? Yani, köşedeki büfede bir kaşarlı tost yaptırdınız; alıp çıkacakken, “Bu tostu yarım ekmeğin içine koyun, öyle yiyeyim” der misiniz?

İslamcıysanız ve rüyalarınızı TÜSAK süslüyorsa, dersiniz.

TÜSAK yellozluğunu anımsıyorsunuz, değil mi?

Sanat kurumlarının “başkanlık sistemi” anayasası. İslamcıların, Yekta (Kara) Hatun ile Şeyh Rengim Gökmen’in “fevkalade uygundur” parafı ile, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumlarının yıkımını hedefleyen girişimi. Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) tüm sanat kurumlarını yönetecek merkezi bir süper kurum olacak, bu yolla, diğerlerinin kurumsal nitelik ve işleyişleri tasfiye edilecek.

İşte, Kültür Yolu düttürülüğü, bu zihniyetin festival versiyonu; festival dahi içeren merkezi süper festival. Sıralayalım:

1) Konya’da 2004 yılından beri düzenli olarak her yıl yapılan Mistik Müzik Festivali’ni aynı adlandırma ile bünyesine alıyor.

2) 4-5-6 Ekim tarihlerinde, İstanbul’da dördüncüsü düzenlenecek olan Uluslararası Halk Müzikleri Festivali’ni de içeriyor.

3) İstanbul’da, 2 Ekim’de başlayacak olan Çukurcuma Antika ve Sanat Festivali de Kültür Yolu torbasında.

4) Yine İstanbul’da, bu festival ile hiçbir organik bağı olmayıp, festival başlangıcından dört buçuk ay önce açılmış, bitiminden de 35 gün sonra kaldırılacak olan, Yapı Kredi Sanat Merkezi’ndeki Ölümsüz Yüzler sergisi, festival etkinliği sayılıyor.

5) İstanbul Aksanat’ta, 10 Eylül - 19 Kasım arasında yer alan, Kırk Kapalı Oda sergisi de, aynı iştah ile merkezi süper festivalin parçası yapılıyor.

6) İstanbul Beyoğlu’nda bulunan Mısır Apartmanı’nda (Mehmet Akif Ersoy Hatıra Evi), Mehmet Akif Ersoy temalı, tamamı söyleşi biçimindeki 24 etkinlik ki, sunum-söyleşi-atölye toplamının % 25’ini oluşturuyor, rahatlıkla bağımsız bir forum olarak düzenlenebilecekken, festival dokusunu zorlayan bir dengesizliğe yol açmak pahasına torbaya atılıyor.

7) İstanbul’daki fotoğraf kongresi, atölyeleri, sergileri, yarışma ve ödül töreni tematik bir bütünlük içeriyor. Kolayca ve çok daha işlevsel biçimde bağımsız olarak tasarlanması olasıyken, sırf merkezi süper festival zihniyetine vidalanması amacıyla, torba içi oluyor.

8) İstanbul’da çocuk etkinliğinin toplam etkinlik içindeki oranı %15, Ankara’da neredeyse %10. Ayrı bir Çocuk Festivali düzenlenmesi için gayet yeterli bir oran. Aynı yaklaşım sonucu, ilgili ilgisiz çocuk etkinlikleri tıkıştırılarak, “Etkinlik olsun, torba dolsun” kafası ile, merkezi tek festival anlayışı meşrulaştırılmaya çalışılıyor.

9) İstanbul’daki toplam etkinliklerin hemen hemen %20’si dinsel içerikli. Bunun elbette çok güçlü ideolojik anlam ve mesajı var. Aşağıda değineceğiz. Yalnızca biçimsel düzlemde kalarak belirtelim; söyleşi, atölye, sergi, müzik, gösteri türlerinde 70’ten fazla dinsel içerikli etkinlik yapabiliyorsanız, neden başlı başına bir Dinsel Etkinlik Festivali düzenlemiyorsunuz?

Çünkü o zaman, konu din bile olsa, torba dışı alana düşmüş olursunuz ki, bu da merkezi tek festival anlayışını zedeler.

Merkezi tek festival anlayışı, merkezi tek adam rejiminin doğal yansısıdır. O kadar böyle ki, daha önce yapılan iki tanesi 16’şar gün sürmüşken, yenisi 23 gün sürecek. Üstelik, bu kadar ahtapot bir festivali -Bakan Ersoy’un açıklamasına göre, Ankara ve İstanbul’da toplam 1500’den fazla etkinlik, 11.000 civarında sanatçı yer alıyor- üç buçuk ay ara ile yılda iki kez düzenleyeceksiniz. Gelecek yıl da, İzmir ve Adana’yı ekleyeceksiniz.

Aklı başında hiçbir yönetim bu türden fantezileri gerçekçi kabul etmez. Hiçbir gelişmiş ülkede, ki bazıları “festivaller ülkesi” olarak bilinir, böyle bir model yoktur. Etkinlik sayınız kısıtlı ve tematik bütünlük sağlamaktan uzak ise, çok daha küçük ölçeklerde, bu modele başvurabilirsiniz. Ama, böyle değilse, etkinliklerin farklı festivallerde toplanması, aklın ve işlevsellik kaygısının gereğidir. İKSV, 50 yıllık İstanbul Festivali’ni zaman içinde birden fazla festivale böldü. Bakanlık ise, 6-24 Haziran tarihleri arasında ellincisi düzenlenen İstanbul Festivali’nden beş etkinliği Kültür Yolu’na kaynatıverdi.

b) İçerik etmenleri:

İstanbul’da göze ilk çarpan, dinsel içerikli etkinlik oranının fazlalığı; her 1 “opera-bale-senfoni”ye karşı, 4 dinsel içerikli etkinlik. Burada söz konusu olan, çoksesli-teksesli müzik oranı değil -Klasik Batı müziği temelli olanlar ile diğer müzik türlerinin oranı 1’e 6- islamcıların Laik Cumhuriyet ile özdeşleştirdikleri müzik kurumlarının ürünleri ile, kendi kültür koordinatlarında bulunan ürünlerin oranı.

Ankara’da bu oran en fazla 1’e 1. Hatta, hafifçe altında bile.

Peki, İstanbul’a yapılan bu dinci yığınağın anlamı nedir?

İslamcıların, Laik Cumhuriyet’in mimari ve kültürel simgelerinin başında gelenlerinden kabul ettikleri, ortadan tamamen kaldırmaya siyasal güçleri yetmediği için, kerhen yeniden yapmak zorunda kaldıkları AKM’ye, temsil ettiği bellek ve değerlere karşı savaşım.

Bunu iki biçimde yapıyorlar:

1) AKM’ye, zikir törenlerinden arabesk müziğe, Mevlevi ayinlerinden “Kutsal Risâlet” adlı Kur’an-ı Kerim sergisine, Tedavüyyeü’l mûsîkiyye’den Ülkü Ocakları ödül törenine, öyle şeyler yığıyorlar ki, AKM’nin laik cumhuriyet kimyasını bir bütün olarak hedefledikleri gayet açık görülüyor. Ayrıntıları AKM yazısında vereceğiz.

Bu festivalde de aynı yaklaşımı gözlemliyoruz; arabeskçi Ümit Besen, islamcı mütefekkirler İhsan Fazlıoğlu, Mustafa Sabri Küçükaşçı, Ahmet Murat Özel, Ahmet Özcan vb., ses ve saz sanatçılarımızdan Saray bülbülü Yavuz Bingöl ile Saray sözcüsü İbrahim Kalın’ın da yer aldığı İrfani Türküler grubu, maneviyatsız AKM’yi manen abad eyleyecekler. Üstelik, bu sonuncular “irfani” derinliklerini bizzat Opera Sahnesi’nde göstererek, Laik Cumhuriyet’e gerekli dersi de vermiş olacaklar.

AKM’den Taksim Camii’ne hürmetlerle: “Kutsal Risâlet” Kur’an-ı Kerim sergisi.

2) Taksim, Laik Cumhuriyet’in simge meydanıdır. Burada bulunan Atatürk Heykeli, AKM ve Gezi Parkı üçlüsü, islamcıları öteden beri rahatsız etmiştir. Önce, AKM’yi yıkıp otel yapmak istediler; olmadı. Ardından, “Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapacağız” dediler; o da olmadı. Nihayet, “O zaman cami yaparız” dediler; oldu. Bu caminin, bölgede yeterli sayıda cami olduğu dikkate alındığında, ibadet mekânı noksanını gidermek için yapılmadığı anlaşılıyordu. Laik Cumhuriyet’e kendi evinde, Taksim’de, meydan okuyacak bir simge olarak düşünülmüştü. Öyle olmasına öyleydi de, 28 Mayıs 2021’de açılan cami bu işi somut olarak nasıl becerecekti? Çünkü, Laik Cumhuriyet’in ibadet mekânı cami ile değil, siyaset mekânı cami ile sorunu vardı. Dolayısıyla, islamcılar için bu cami, Laik Cumhuriyet’in güçlü simgesi AKM’ye karşı siyasal-kültürel bir savaş atı olmalıydı.

Nitekim, AKM ile Taksim Camii arasındaki zaman ilişkisi her şeyi açıklıyor: AKM’nin yıkım ve yeniden yapım kararı 2017’de alındı. Taksim’e cami yapım kararı da. AKM’nin yapımı bu caminin yapımına endekslendi. Açılışları da 2021’de, beş ay ara ile oldu. Bu cami, AKM benzeri bir kültür merkezi olarak tasarlandı; AKM’nin temsil ettiği çağdaş, laik kültüre karşı alternatif olacak islamcı kültür merkezi. Aynı zamanda, işi sağlama almak için, AKM’ye de bu geri/gerici kültürü bulaştırma planlaması yapıldı. Müdür olarak atadıkları imam hatipli Aykut Keleş’in tepki çekeceği düşünüldüğü için, operasyonun DOB kökenli bir işbirlikçi eliyle yürütülmesi çok daha uygun olacaktı. Kişiliği, omurga yapısı, eğilim ve hırsları bu işe çok yatkın bir iltihap adamı, Pansuman Remzi öne sürüldü.

Bu da sağlandıktan sonra, geriye, İslamcılar için tek bir ayrıntı kalmıştı: AKM ile, önce Galata Mevlevihanesi, ardından da, Mısır Apartmanı ile desteklenen Taksim Cami’ini aynı kültürel platformda yan yana getirebilmek. İşte, Kültür Yolu Festivali denen torbanın çıkış noktası ve varlık nedeni budur. Tamamıyla bu amaç için tasarlandığından, dünyada eşi benzeri olmayan zorlama bir modeldir.

Bu festivalin Ankara’da değil, İstanbul’da başlatılmış olmasının, hatta, Ankara ile eşzamanlı yapılmasının bile akıllara gelmemiş olmasının temel nedeni de budur: AKM İstanbul’dadır ve ana hedeftir. AKM demekse, öncelikle DOB demektir. Sanat yönetmeni olarak, AKM’nin başına DOB’dan birinin getirilip, Sibel Can’ın övdürülmüş olması, savaşımın DOB odaklı olduğunun açık bir kanıtıdır. Dolayısıyla, çıkış noktasına yeniden geldik: İslamcıların yıkım fetvasının ilk sırasında DOB bulunuyor.

Torba’nın İstanbul için tasarlanmış olması ve yapılan dinci yığınağın makro ölçekli tarihsel arka planında, bu kentin Osmanlı’nın başkenti oluşunu ayrıca vurgulamanın gereği yok. Malum, islamcılar osmanlıcı oldukları için, İstanbul’u mukaddes (kutsal), Laik Cumhuriyet’in başkenti Ankara’yı meşum (uğursuz) kabul ederler.

Laik Cumhuriyet kültürüne Büyük Birader zabıtası: Taksim Camii Kültür Sanat Merkezi.

CSO’ya hafifletici neden

Peki, 29 Ekim 2021’de İstanbul’da açılan AKM, bu türden bir festival gereksinimi doğurdu da -1. Beyoğlu Kültür Yolu Festivali: 30 Ekim-12 Kasım- 3 Aralık 2020’de açılan CSO salonu, Ankara’da neden benzer bir festival gereksinimi doğurmadı?

Şöyle de sorabiliriz: CSO, tıpkı DOB gibi, Laik Cumhuriyet kurumu olmasına, dolayısıyla da, islamcıların hedefinde bulunmasına rağmen, neden AKM’ye çullanıldığı ölçüde CSO salonuna çullanılmadı? Alternatif kültür merkezi işlevli camiler falan açılmadı?

O ölçüde çullanılmadı ama, elbette, “Burası da, laik cumhuriyet kültürüne armağan olsun” denmedi. Ülkenin tek gerçek senfoni salonuna, Kudsi Erguner gibi Paris dolaylarından turistik bir mevlevinin dinlerarası müzik konseri (16 Ekim 2021), Zara gibi bir arabeskçinin salya sümük sesi (1 Haziran 2022), Hakan Şensoy adlı Şarlo’nun Orhan Gencebay düzenlemeleri (27 Mart 2022), “Hz. Mevlana’nın 748. Vuslat Yıl Dönümü” vesilesiyle, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Laik Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da, “Acem-Buselik Mevlevi Ayin-i Şerifi İcrası ve Mevlevi Mukabelesi” (28 Aralık 2021), “Bin Yıllık Miras” adıyla Mehter konseri (20 Kasım 2021), “Ramazan ayının manevi atmosferinde… Gelin Allah Diyelim” konseri (7 Nisan 2022), “Hz. Peygamber ve Ramazan ayı temalı ilahiler ile irfani türkülerimizden oluşan… Nebî Aşkına” konseri (19 Nisan 2022), “Gülü Susuz, Seni Aşksız Bırakmam” adlı Zekâi Tunca konseri (21 Kasım 2021), halk müziğini alaturka ve tasavvuf kıskacına almaya çalışan “Tasavvuf Deryamızdan Damlalar” konserleri (6, 20 Nisan 2022) vb. istiflendi. Ayrıntılarını CSO yazımızda ele alacağız.

Ankara’nın tarihsel anlamda dinci karanlık ile olan doku uyuşmazlığını dikkatlerden kaçırmadan, soruyu, festival ve DOB ile ilişki bağlamıyla sınırlamaya çalışarak, kısaca yanıtlayalım:

1) Son yıllarda, CSO’ya, islamcılar nezdinde meşruiyet kazandırmak için, islamcı bir tarih terbiyesi yapılmaya çalışıldığı görülüyor. 2009’da Erdoğan Okyay, 2017’de Ersin Antep, 2020’de de Damacana Serhan’a sözde CSO tarihi yazdırıldı. Yayım tarihleri, kimlerin sipariş ettikleri, son derece düşük akademik ve güvenilirlik düzeyleri, yazarların kimlikleri mercek altına alındığında, “proje”nin amacı gayet açık ortaya çıkıyor: CSO’ya Osmanlı entarisi giydirip, bir Osmanlı ürünü olarak pazarlamak. Hani şu “200 yıllık orkestra” efsaneleri falan var ya, bu pazarlamanın herzelerinden. Hedef, CSO’yu Saray Orkestrası’na, yani Muzika-i Hümâyûn’a dönüştürmek. Şehzade Cemi’i Can Deliorman’ın 2020 Haziran’ında şef yapılmasıyla, Saray’da, bu sürecin tamamlandığı kabul ediliyor. Nitekim, CSO artık FETÖ’cü gazelhanlara sâzendelik yapar halde. CSO’nun Osmanlı gen haritasına dahil edilmesi, islamcıları kısmen rahatlatıyor, teskin ediyor.

Öte yandan, CSO’ya alternatif bir eşdeğer (muadil) bulmakta da zorlanmadılar. Orkestranın adındaki “Cumhurbaşkanlığı” sözcüğünden yola çıkarak, “Madem Laik Cumhuriyet senfonik müziği cumhurbaşkanlığı ile ilişkilendirdi, biz de alaturka müziği ilişkilendirerek eşit düzeye çıkaralım” dediler ve 2012’de, İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nu, Cumhurbaşkanlığı Devlet Klasik Türk Müziği Korosu olarak takdis ettiler. Gerçi, bu koro İstanbul’daydı ama, fark etmezdi; İstanbul Osmanlı’nın ve gönüllerinin başkentiydi. Onlara göre, gerçek başkentti ve Cumhurbaşkanlığı da orada olmalıydı. Zaten önemli olan, “eşdeğerlik” (muadelet) kavramıydı. Kendi kültürlerinin, laik cumhuriyetinkiyle eşit statüde meşrulaştırılması anlamına geliyordu. Daha da rahatladılar.

İstanbul’daki Taksim Camii’nin alternatif kültür merkezi işlevinin Ankara’daki “eşdeğeri”ne gelince; Ankara’nın tarihsel ve kültürel mayası, cami formatını işlevsiz kılacağından, saf kan islamcı zihniyet yapılanmasına sahip, Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi adlı bir ucube kurdular. İbrahim Kalın’ın kümesidir. Onun da kuruluş tarihi 2017. Hiç tesadüf değil. Bütün müzikler eşittir, geçişkendir salaklığını temel alan, esas amacı, alaturka ile klasik Batı müziği ve halk müziğini eşitlemek olan meşkhane. İşte, CSO’nun kurumsal kimliğini temsil eden şefi Şehzade Cemi’i’yi buraya vidalayarak, CSO’nun kültürel teslimiyetini bir kez daha dünya aleme göstermiş oldular:

Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında, CSO Ada Mavi Salon’da, 18 Ekim’de, Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi Özel Konseri. Şef Cemi’i Can Deliorman. Konserin ilk bölümü klasik Batı müziği, ikinci bölümü alaturka.

İslamcılar böylece, rahat ötesi bir konfora kavuşmuş oldular.

Peki, CSO bu kuyuya nasıl düşürüldü? Kimdir bu Şehzade Cemi’i?

Vale Gürer (Aykal) ile başlayan, Şeyh Rengim Gökmen ile doruğa ulaşan kurumsal erozyon ve işbirlikçiliğin öyküsünü bilmeden, bu süreci anlamanın olanağı yok. Anlatacağız.

CSO Ada’yı AKM biçiminde tasarladılar: Bütün müzikler aynı kutuya. Filigrana bakarsanız şu: Yerli ve milli müziğimiz saydıkları alaturkanın, klasik Batı müziğine eşitlenmesi ve halk müziğini de kendi türevi haline getirmesi. Bu amaçla, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı koroları CSO Ada’ya taşıdılar. Ancak, AKM modeli yine de olmadı. Önemli bir eksik vardı: DOB. İslamcıların ayağında diken olan DOB’un dışarıda kalmış olması, onların CSO’ya dönük saldırganlığının şiddetini kısmen zayıflatmış oldu. Çünkü, iki cephede -CSO ve DOB- savaşmaları gerekiyordu. İstanbul’da ise tek; AKM, hem DOB’u, hem Senfoni’yi (İDSO), hem Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı koroları, hem de Tiyatro’yu (DT) içeriyordu. Saldırının şiddeti daha yoğun hissedilecekti.

Yukarıdaki etmenler dikkate alındığında, islamcıların CSO salonuna yönelik agresiflik düzeyinin neden AKM’ninkine oranla görece düşüklük gösterdiği anlaşılacaktır. Tabii, CSO Salonu açılışında, AKM’de olduğu gibi, apar topar yerli ve milli hassasiyetli Kültür Yolu festivali düzenleme gereksinimi duymamış oldukları da. Açılıştan iki gün sonra, 5 Aralık 2020’de, tesettürlü piyanist kızımız Büşra Kayıkçı resitali ile yetindiler. Hepsi bu.

Pandemi gerekçesi mi?

Laf ü güzaf… AKM açılışında Saray bile maskeliydi.

DOB’a ağırlaştırıcı neden

2) DOB’un durumu, CSO’nunkinden farklı.

Öncelikle, DOB’a Osmanlı entarisi giydirmek olanaklı değil. Yani, kağıt üzerinde, biçimsel bile olsa, DOB’u hiçbir koşulda Osmanlı’ya bağlayamazsınız. Yüzde yüz Laik Cumhuriyet kurumudur. Tersi yöndeki düşünce kırıntıları, Saray’a yanaşıp, bir şeyler koparma peşinde olanların temelsiz fantezilerinden öteye gitmez. Ne Osmanlı sarayından, ne de Naum Tiyatrosu’ndan opera-bale çıkar. Osmanlı-Laik Cumhuriyet kültürel kopuşunu kanıtlayacak en sağlam turnusol kağıtlarının başında opera-bale gelir.

İkinci olarak; islamcılar, CSO’ya, Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu’nu, Devlet Çoksesli Korosu’na, aynı yönetmeliğe bağlayarak, alaturka ve halk müziği korolarını eşdeğer belirleme konforunu DOB’da yaşayamadılar. Ona eşdeğer dayatması yapamadıkları için, çılgına döndüler; TÜSAK ile eritme yolunu denediler. DOB bir genel müdürlüktü, müdahale kolay değildi. Ayrıca, Laik Cumhuriyet ile doğrudan ilişkili özgül ağırlığı, yerinden oynatılmasını zorlaştırıyordu. Hesabı görene, yani, yasasını değiştirene kadar, kurumsal ve kültürel varlığını içeriden kemirme taktiğini benimsediler. Şeyh Rengim Gökmen ve Selman Ada’yı bunun için başa getirdiler. İki işbirlikçi de gayet tatminkâr performans gösterdi. Onları, kendi adamları Oğlan izledi. Kurumsal, kültürel, etik yıkım açısından, Oğlan’ın çabasının gerçekten etine dolgun olduğunu kabul etmek gerek. O kadar ki, islamcılar, DOB’a eşdeğer olarak aradıkları kurum nitelikli alaturka topluluğu bulamayınca, Saray’ın 5’li çete’sinin ağır toplarından olan Limak Holding’in patronu Nihat Özdemir’e, Zeki Müren şarkıları için orkestra kurdurup, Oğlan’ı da solisti yaptılar. Böylece, DOB’un alaturka ile bağını, en üst temsil yetkisine sahip figürü, genel müdürü üzerinden meşrulaştırmış oldular. Rezaletin boyutu öyle noktalara ulaştı ki, Oğlan’ı, Ankara DOB orkestrasından birkaç müzisyen ile Saray’a çağırıp, diplomat eşlerine öğle yemeği müziği kabilinden alaturka söyleterek (9 Ağustos 2022), yerli ve yabancı herkese, resmi bir platformda, Cumhurbaşkanlığı’nda, DOB’u ne ile eşdeğer tuttuklarını gösterdiler. Tabii, eşdeğerlilik kuralı gereği, DOB Genel Müdürü hânende, müzisyenleri de sâzende oldu.

İşte mutluluğun fotoğrafı: Ben, Reisim ve Hanımefendi… Saray’dayız.

Ama olmadı; DOB bünyesi ne Oğlan’ı, ne de islamcıların dayattığı kültürü benimsedi. Saray iftarlarının Pavarotti’si Hakan Aysev örneği, alaturka, ilahi, arabesk falan okuyan, ya da, okunmasını desteklediklerini söyleyen DOB sanatçıları çıkmadı değil. Fakat, ana gövde çatlamadı.

İşte, bu nedenlerle, islamcılar DOB’a hiç ısınamadılar ve Ankara’da gerçek bir opera salonu olmamasına rağmen, bu kurumu cezalandırmak amacıyla, milyar dolarları betona gömerken, opera salonu yapımı konusunda en ufak bir adım atmadılar. Kerhen yaptıkları AKM’ye kendi kültürlerini agresif biçimde dayatmalarının da, Taksim Camii’ni alternatif kültür merkezi olarak tasarlamış olmalarının da, alelacele düzenledikleri torba festivali İstanbul’da başlatmalarının, Ankara’yı ancak ikincisine iliklemelerinin de nedeni aynıdır.

Torba’nın gerici içeriği

Torba festivalin içerik evrimine dair birkaç rakam daha verip, diğer bir unsura geçelim:

İstanbul’da düzenledikleri ilk festivalde (30 Ekim -14 Kasım 2021), dinsel içerikli etkinliğin toplam etkinliğe oranı %4 ‘tür. Bu oran yedi ay sonraki ikinci festivalde (28 Mayıs -12 Haziran 2022) % 18,5’e yükselecek, dört ay sonra düzenlenen üçüncüsünde ise (1-23 Ekim 2022) % 19,4 olacaktır.

Ankara’da ilkinde (28 Mayıs -12 Haziran 2022) %7,4, ikincisinde (1-23 Ekim 2022) % 6’dır.

Tamamlayıcı etmen olarak, İstanbul’da Taksim Camii’nin etkinlik evrimi, AKM karşıtı islamcı kültür merkezi niteliğini giderek belirgin hale getirmiş durumda. İlk festivaldeki, cami mimarisi, tezyini filan gibi görece ılımlı konuların yerini, son festivalde, Menzil Tarikatı’na yakınlığı ile bilinen Serdar Tuncer, Nur Tarikatı şeyhi Said Nursi müritlerinden Senai Demirci gibi şovmen militanların söyleşileri almış görünüyor. (Bu Senai Demirci’nin Laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığına yönelik iltihaplı salyalarından bir numune için, bkz. “Atatürk Olmasaydı!” YouTube.)

Öte yandan, “Opera-bale-senfoni” grubu etkinliklerin dinsel etkinliklere oranı, İstanbul’da, ilk festivalde 1’e 1, hatta çok hafifçe altında iken, ikinci festivalde, 1’e 3, üçüncüsünde ise 1’e 4’e çıkmıştır.

Dinci karanlığın yapışkan adımları…

Diğer bir içerik etmeni, doğal olarak, türlerin eşitlik ve geçişkenliği anlayışına dayalı ideolojik görgüsüzlüktür. CSO salonunda Emel Sayın, Ajda Pekkan, AKM opera salonunda Yavuz Bingöl, Yusuf İslam vb. Örnekleri çoğaltıp, sayfaları ve hüzünleri arttırmayalım.

Torba’da siyasal paranoya ve hesaplar

İçerik ile ilişkili başka bir önemli ayrıntı ise, bakanlığın kapsayıcı niteliği ile gurur duyduğu festivalin, gerçekte, güncel siyasete bağlı ayrımcılık üzerine kurulu oluşu. Şöyle:

İlkbaharda İstanbul’da düzenlenen torba festivalin ikincisi (28 Mayıs -12 Haziran), İKSV-İstanbul Festivali’nin 50. yılına denk geldi ya da getirildi. İKSV’nin 9 etkinliği, torba’nın etkinlik takvimiyle örtüşüyordu. Ama, torba bunlardan yalnızca 5 tanesini listesine aldı. 4’ünü istemedi.

Neden mi?

Çünkü 4 etkinliğin 3’ünün sponsoru CHP’li Kadıköy Belediyesi, diğerininki ise CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) idi. Şimdikinde de kural bozulmamış: Devlet Tiyatrosu, bazı özel tiyatrolar etkinlik takviminde yer alırken, İstanbul’un en köklü sanat kurumlarından biri olan, 108 yaşındaki Şehir Tiyatrosu tek bir temsil ile de olsa, etkinlik listesinde yer bulamamış.

Neden mi?

İBB’ye bağlı da ondan.

Konu muhalefet, hele CHP olunca, ne kültür kalıyor, ne de yolu.

Diyarbakır riski

Siyasal dokunuşlardan biri de, kentlerin seçiminde ortaya çıkıyor: Ankara ve İstanbul dışında, neden Diyarbakır, Konya ve Çanakkale seçilmiş?

Gerçekte, yalnızca Diyarbakır’da yapılacakken, Konya ve Çanakkale’nin son anda, apar topar eklendiği gözden kaçmıyor: Bakan Ersoy 9 Mayıs’ta AKM’de düzenlediği Kültür Yolu Festivalleri konulu basın toplantısında, 2022’de, yalnızca üç kentte, İstanbul, Ankara ve Diyarbakır’da festival yapılacağını söylüyor. 1 Haziran’da, platinonline.com’a verdiği söyleşide, bu bilgiyi yineliyor. Yani, yazın başında, yazın sonunda yapılacak olan Konya ve Çanakkale Kültür Yolu festivallerinden bakanın haberi yok. Bakanlıkta, “Adamcağıza sürpriz yapalım” türünden bir fantezi geleneği olamayacağına göre, ortada böyle bir proje yok demektir.

Peki, ne oldu da, alelacele bu ikisi listeye eklendi?

İstanbul-Ankara-Diyarbakır üçlemesi, Saray’da, siyaseten rahatsız edici bulunmuş ve gerekli uyarı yapılmış olmalı. Çünkü, 1999’da, Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz’ın formüle ettiği, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” vecizesi ile AKP’nin “Kürt Açılımı” dönemlerini anımsatacak her tür simge, eylem ve girişimden şiddetle kaçınılması gerekiyor. Malum, islamcılar rotalarını değiştirdiler; artık, muhalefeti Kürt seviciliği ile suçlama temelli yeni bir politika sürdürüyorlar. Sorun şu ki, 2021 sonunda döviz krizi olarak ortaya çıkan ağır ekonomik tablo, doğal olarak, siyasal alanı enfekte edip, islamcıların Kürt seçmen tabanını da etkilemiş durumda. O halde, hem artık kapıya dayanmış olan seçim yatırımlarından biri, hem de dışarıya mesaj olarak Diyarbakır öne çıkarılmalı, ancak, aynı zamanda, bir iki kent daha ekleyerek, dikkatleri Diyarbakır’dan uzaklaştırmalı.

İyi de, neden Konya ve Çanakkale?

Konya’nın seçiminde, biri pratik, diğeri siyasal iki gerekçe var. Mistik Müzik Festivali ki, gerçekte dinsel müzik festivalidir; tepki çekmemek için mistik olarak adlandırılıyor, zaten 18 yıldır yapılıyor, yani, Kültür Yolu’ndan bağımsız olarak hazırdı. Nitekim, adı dahi değişmedi. Bu, pratik gerekçe. Siyasal olanı da, en az onun kadar işlevsel: Din şemsiyesi, “Kürt” kategorisini de rahatlıkla içerdiğinden, en sağlam kültür poliçesi sayılırdı.

Ancak, kendileri açısından son derece olumsuz koşullarda yapılacak seçimlere giderken, islamcılar, tabanlarını konsolide etmelerinin yeterli olmayacağını, göreli de olsa, denge ve kapsayıcılık kartını yeniden masaya koymaları gerektiğini anlıyorlardı. O halde, karşı taraftan, laik cumhuriyetçi kesimin coğrafyasından bir kenti, Konya’ya denge unsuru olarak seçmek gerekirdi. Çanakkale’de karar kılındı.

Niçin?

Üç gerekçe öne çıkıyor:

1) Çanakkale CHP’nin kalesidir; Konya’nın çerçevelediği anlam alanına karşı mükemmel bir denge unsurudur.

2) İslamcılar Çanakkale Savaşı’nı her zaman Kurtuluş Savaşı’nın karşısına koyarlar. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmediğinin, gücünün yerinde olduğunun, dolayısıyla, Laik Cumhuriyet’in kuruluş gerekçesi olan Kurtuluş Savaşı’nın gereksizliğinin kanıtı olarak sunarlar. Öngörülebileceği üzere, Çanakkale’de Mustafa Kemal’in rolünü de minimize ederler. Uzatmayalım; Çanakkale’ye, Laik Cumhuriyet’in resmi tarihinin aksine, güçlü bir Osmanlı entarisi giydirirler. Bu nedenle, Çanakkale’ye abanır, yığınak yapmaya çalışırlar.

3) Çanakkale son yıllarda, Troya odaklı bir kültür turizminin nesnesi konumunda. Zaten, Bakan Ersoy’un ilgi alanına giren tek husus da bu özelliği.

Böylece, Çanakkale maymuncuk rolüyle devreye alınmış oldu.

Torba’dan çıkan paralar

İslamcının olduğu her yerde para, paranın olduğu her yerde de islamcı vardır.

Yani?

Bir yerde para yoksa, islamcı da yoktur.

Ee, yani?

Torba festival birilerini epey mutlu edecek.

Kimi be birader?!

Kalyon Ajans’ı…

Kel alaka?

Torba’nın parası büyük oranda Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün kasasından çıkıyor. Bakanın ifadesine göre, “15.000’e yakın sanatçı” ki, aralarında yabancılar da var, “yabancı basın mensupları ve kanaat önderleri” davet edilmiş. Etkinliklerin çoğu ücretsiz. Bakan, aynı zamanda, bir dizi yerde, festival nedeniyle, “restorasyon, renovasyon” çalışmaları falan yapıldığını söylüyor. Kamudaki sanatçıları çıkardığınızda bile, Kültür Yolu için çok büyük bir harcama tutarının söz konusu olacağını öngörmek zor değil.

İşte, bu pastanın oturaklı bir dilimini Kalyon Ajans yiyecek. Birçok kişi ve işin aracısı o. İslamcıların bu tür işlerinin vazgeçilmez kuruluşu. Bu ajansın ne menem bir şey olduğu çok yazıldı, çizildi; tekrar etmeyelim. (AKP’nin Çocukları Sermayeyi Katladıbirgun.net, 8 Ekim 2021)

Yandaş sanatçıların bir kısmına da, ballı börek kabilinden ödemeler doğrudan yapılacak. Tabii, Yavuz Bingöl türünü zengin etmek için devreye sokulan sponsorlar da var: Halkbank, Aydınlı Grup, THY vb. Aydınlı Grup’un sahibi Ömer Faruk Kavurmacı İBB eski başkanı Kadir Topbaş’ın damadı. FETÖ’den 8 yıl 9 ay ceza aldı. Tahliye oldu… Yavuz Bingöl’e sponsor oldu.

Ekonomik kriz felaket. Seçimler yaklaştı. İslamcılar klasik reçeteyi uyguluyorlar: Sahneden sandığa giden yol banknotlarla döşenmiştir. Yani, ne kadar çok sanatçıya sakal atarsan, o kadar oy hasılatın olur.

Bakalım, formül doğrulanacak mı? 

Bakan zebellah olunca, yardımcıları iskontolu durur.

Torba’dan çıkan rekabet: Misbah mı, Özgül mü?

Bizim Bakan gerçekten film adam; Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Kültür Turizmi Bakanlığı olduğu, ya da olması gerektiği yönünde kesinlik derecesinde bir inanca sahip. Herhangi bir konunun “kültür” kavramı içinde yer bulabilmesi için, onun “turizm gelirleri” kalemine dahil olmasını ön koşul sayıyor. Kendi açısından haklı; birinci sınıf turizmci işadamı. Dolayısıyla da, ne öyle entel dantel söylemler, ne de, arka plandaki tarihsel/siyasal kanaviçe filan gibi konular ilgisini çekiyor. Tiko para tek muhakeme yakıtı.

Saray’dan, “Avrupa ve Asya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük festivalini düzenle! Hassasiyetlerimizi Misbah’tan öğrenebilirsin.” talimatını alınca, düşünür:

“Haydaa! Bir iki ayda yapılacak şey mi bu? Üstelik, turizme ne yararı var? Daha da kötüsü, dört yardımcımdan ancak ikisini bu işe koşabilirim. Nadir burnundan kıl aldırmaz. Aylık geliri benimkinden fazla. Kaç yerden maaş alıyor. “Filanca bankanın yönetim kurulu toplantısı var, uğraşamam” diyecek korkusuyla, adama iş vermeye çekiniyorsun. Ense kalın, arka Saray; bir şey de denmiyor ki… Serdar zaten bu işlerden anlamaz; iletken madde; gelen yazıyı paraflayıp bana gönderme işinde ehil. Bir de sinkafta. Tutup ona buna küfür eder, durduk yerde basına meze oluruz. Odasından çıkmaması daha iyi. Kaldık yine Misbah ile Özgül’e. Bunlar da mesailerinin çoğunu, birbirlerini kollamakla geçiriyorlar; ikisinin de gözü benim koltukta. Bir rekabet, bir rekabet… Elli defa söyledim, “oteliniz yok, geminiz yok, bakan filan yapmazlar.” Anlatamıyorsun ki! Gözleri dönmüş. Yani, o kadar ki, Opera’dakiler bunlara “Misbah Bakan”, “Bakan Hanım” diye hitap ediyorlar, bunlar da, “Saçmalamayın” demiyorlarmış. Merak ettim, kalan iki yardımcıya da böyle mi hitap ediyorlar, diye. Yok, “Nadir Bey” diyorlarmış; Serdar’ı zaten tanıyan yok. Aslında haklılar. Nadir’in gözü bizim koltukta değil ki. Adam bakan olsa, şimdi aldığının üçte birini bile alamaz. Her ay kamyonetle para geliyor, vallahi. Neyse, bizim akbabalar “koltuk” diye, diye çilelerini doldursunlar, ne yapayım?!

İstanbul’u Misbah halleder; 14 sene belediye başkanlığı yaptı. Hem de Beyoğlu’nda. Kimin arpasını nasıl vereceğini bilir. Ankara’yı Özgül’e vereyim. Hoş, bu sefer de, “ona daha büyük yer verdin”, diye surat yapacak. En iyisi Çanakkale’yi de eklemek. Konya kendi yağıyla kavruluyor. Oraya Belviranlı’yı gönderirim; adam zaten sabah akşam zikir… araziye uygun. Diyarbakır’ı da Saray’a sorarım. Giderayak başımıza iş almayalım…”

Zavallı Bakan ne yapsın? Festivali, gebermiş ekonominin en önemli turizm gelir kalemlerinden biri olarak vernikleyip, dolaşıma sokmak zorunda:

Türkiye; Beyoğlu ve Başkent Kültür Yolu Festivalleri ile dünyada benzerine zor rastlanan, uluslararası seyahatlerde belirleyici olan ve ciddi ziyaretçi kitlelerini cezbeden marka kültür-sanat festivallerine kavuştu… Cumhuriyet tarihinin tartışmasız en büyük ve en kapsamlı kültür-sanat etkinliği… Şehirlerimizi markalaştırarak kültürel destinasyonlara dönüştürmeye ve sanatta özgün ekollere sahip bir ülke konumuna gelmemize… kültürel mirasımızın korunup yaşatılması ve dünya vitrinine taşınması misyonu… 360 derece pazarlama iletişimi, mobil teknoloji... yerli 5G altyapı, IOG ve Android uygulamalar…” (platinonline.com, 1 Haziran 2022)

Festivalin üç yılda hazırlandığını da eklemeyi unutmuyor. Dünyada daha büyüğü yok ya, inandırıcı olmalı.

İlkbahardaki üç yıl ise, şimdiki üç buçuk yıl oluyor. Oysa, değil üç, üç buçuk yıl, üç ayda hazırlansaydı bile, bundan daha düzenli olurdu. Cumhuriyet tarihinin tartışmasız en saloz festivali. Birkaç örnek verelim:

Bakanlığın resmi festival sitesinde, İstanbul’da gösterilen 50 etkinlik mekânının 10’unda, Ankara’da gösterilen 62’sinin, 15’inde hiç etkinlik yok.

Etkinliklerin içeriği ile ilgili bilgi edinmek zaten mucize. İstanbul’dakilerin üzerine tıkladığınızda, büyük çoğunluğu için, ya, “Genel izleyici kitlesi” tanımı çıkıyor, ya da, “… etkinliğe davetlisiniz” cümlesi. Başka hiçbir şey yok.

Yine İstanbul’da, bazı sanatçıların ilan edilmiş etkinlik mekânları, 48 saat içinde 5 kez değiştirilmiş durumda.

Ve yine DOB… 1 Ekim’de, festivalin açılış etkinliklerinin başrol oyuncusu Carmen operasının, 29 Eylül saat 17.00’de AKM’de provası var. Herkes yollara düşmüş. 16.00’da mesaj yollanıyor: Prova 18.00’e alındı. Neyse, bir saat Gezi Parkı’nda oyalanılıyor. 18.00’de AKM’ye girilecekken, prova 19.00’a alındı, deniyor. Ardından 19.30’a. Kimse bir anlam veremiyor. Meğerse kulisin yerleri boyanmış. Kurumasını bekliyorlar. Felaket ağır koku bir yana, ayakkabılar yapışıyor. Bu koşullarda prova 20.30’da başlıyor. Devam ederken, korodan iki kişi, selülozik boyadan zehirlenerek hastanelik olup, rapor alıyor. Orkestradan üç kişi de fenalaşıyor. Dördüncü perdeye gelindiğinde, orkestra isyanlarda. Devam etmek olanaksız; herkes zehirlenecek. Mecburen prova bitiriliyor. Gece yarısı 00.15. Bu kez de, Kadıköy-Moda-Sahil servisi yok. Sendikanın müdahalesi, kavga dövüş, servis temin ediliyor. Eve varış sabaha karşı 02.30.

Cumhuriyet tarihinin tartışmasız en büyük ve kapsamlı kültür-sanat etkinliği… Neyse!

Bakanlık hülyalı bir nefer: Ahmet Misbah Demircan


“Hayır dualarımız ile Rabbim seni Bakan eylesin.”

Bu Demircan tam bakan olacak adam.

Neden mi?

Üç temel özelliğe sahip:

1) Çok bilinmeyenli denklemleri gayet basit mantıksal kurguyla çözebilme yeteneğine sahip. Örneğin:

“Erdoğan İBB başkanlığından, önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı olduğuna göre, ilçe belediye başkanlığından da bakan olunur. Beyoğlu İstanbul’un kültür merkezi olduğuna, ben de orada 14 yıl başkanlık yaptığıma göre, bakanlık da bana helaldir.”

2) 14 yıllık belediye başkanlığı döneminde, sanat çevrelerinden birçok isim tanıdı. Şu tespiti yapması uzun sürmedi:

“Bu çevrelerde iki tür insan vardır. Tüccarlar ve diğerleri. İlk gruptakiler ile çalışmak hem kolay, hem de daha hayırlıdır. Bunların öyle ideolojik, politik, etik takıntıları filan yoktur. Yalnızca, vitrinlerinde, “çağdaş, Atatürkçü” ibaresinin yazılı kalmasını isterler. Poliçeleriymiş. Arpanın ölçüsünü iyi ayarladığın sürece, her zaman güvenebilirsin. İlk başta, o poliçenin ne işe yaradığını anlamıyordum. Meğer, arpayı az tartarsan, kullanmaları içinmiş.”

Misbah Bakan, Damacana Serhan’ın arpasını hep iyi tuttu. Andante Müzik Ödülü’nün adını bile, “Osmanlı’dan bir şey olsun”, diye, Donizetti’ye çevirtti. O da ona hep sadık kaldı. Hukukları eski. Misbah Bakan, bakan yardımcısı olunca, Damacana’nın CSO’dan nemalanması kolaylaştı. Bakan Hanım’ı ikna etmek de. Doğal olarak, felaket ötesi durumdaki CSO ve şefi Şehzade Cemi’i’den, bir Berlin Filarmoni ve Karajan çıkarması da çekirdek çitleme kolaylığına evrildi.

Bir de Devrim Erbil var. Saray ressamı. Eğer Resim Holding A.Ş olsaydı, yönetim kurulu başkanı mutlaka o olurdu. Son 20 yılda, AKP ve FETÖ ile birlikte, sanatının olmasa da, servetinin zirvesini yakaladı. Misbah Bakan’ın emeği az değil: 2017’de Beyoğlu Belediyesi Üstün Hizmet Nişanı verdi. 2019’da ise, Saray ödülü geldi: Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü. Misbah Bakan bakan yardımcısıydı.

Unutmadan; 2012’de, Laik Cumhuriyet’e yapılan en büyük silahlı saldırı Ergenekon zirveye ulaştığında, FETÖ’nün ödülünü almıştı: Yedirenk Sanat Vakfı “Ustanın Günü” Ödülü. YouTube’daki ödül törenine bir göz atın. Tabii, mideniz kaldırırsa (Yedirenk sanat vakfı ustanın günü ödül taktimi)…

Kıkırdak omurgalılar familyasının en gelişkin türlerinden biri olan Erbil’in,  Kültür Yolu’nun baş ressamı olması şaşırtıcı mı?

Başkaları da var.

Uzatmayalım. Bu türden ilişkileri kurmak ve sulamak, oteli, gemisi olmayanın bakan olabilmesinde amentü işlevindedir.

Sözün özü, Misbah Bakan donanımlı adamdır.

3) Misbah Bakan’ın bir babası var ki, billahi tarihsel figür. Ebedi seks âlimi. Ali Rıza Demircan. İlahiyatçı. İlk baskısı 1985’te yapılan, “İslâm’a Göre Cinsel Hayat” adlı kitabı bir fenomen. 718 sayfa. Yarım milyona yakın sattı. Tam bir bestseller. Kuran, hadis, tefsirleri kaynak göstererek, oral seks, anal seks, masturbasyon vb. nelere nelere değinmiyor ki… Sıkı şeriatçı. Laik Cumhuriyet yasalarından hiç hoşlanmıyor. Kızların 12 yaşında evlendirilmelerinin İslam’ın gereği olduğunu söylüyor:

“İslâm, ergenlik çağına eren kız çocuğunu evlendirmeye teşvik buyurduğu gibi, evlenmesini engellemeyi de yasaklamıştır.. Babanın ya da diğer velîlerin engelleme hakkı yoktur.” (İslâm’a göre Cinsel Hayat, Ensar Neşriyat, 2014, s.73)

“İslâm Dîni’nin, ergenlik çağına ermiş gençlerin karma eğitimine ve kadın-erkek bir arada çalışma düzenine sıcak bakmadığını söyleyebiliriz. Çünkü böylesine bir eğitim ve çalışma düzeninde karşılıklı göz zinâsı, cinsel arzulu bedenî temas ihtimali ve bir arada yalnız kalma durumu gibi dînimizin haram kıldığı üç yönlü sakınca vardır.” (A.g.y., s.501)

“Taaddüd-i Zevcât (birden fazla ve dörde kadar kadınla evlenebilme), insan cinselliği üzerinde gerçekçi olan İslâm Dîni’nin insanlığa sunduğu âbidevî bir yapıdır… Bu kurumu gereksiz ve gayr-ı medenî görmek, Allah’a acz isnad etmektir ki, bu isnad Müslümanı kâfirlerden kılar.” (A.g.y., s.612-613)

Yani, kız çocukları 12 yaşında evlendirilecek, kız-erkek karışık okumayacak, çalışmayacak, dört kadınla evlenilecek, “bu yasal ve insani değil” diyen de kâfir sayılacak.

Hele bir de müzik ile ilgili söylediklerini bilseniz…

Misbah Bakan’ı çok iyi yetiştiriyor. İmam-hatipte okutuyor. Dinini diyanetini iyice belletiyor. Oğul, MÜSİAD’çılarla kanka oluyor. Ardından da siyaset merdivenlerini hızla çıkıyor.

Sürpriz sayılır mı?

İşte, bu üç özelliği bünyesinde taşıyan Misbah Bakan, Beyoğlu Kültür Festivali’nin beyni.  %20 dinsel etkinlik oranı onun eseri. Tabii, kalanları da.

Kısacası, bakan olmak için, otel-gemi hariç, her şeye sahip.

Gel gör ki, Bakan onu para ile buluşturmamak için elinden geleni ardına koymuyor; zenginleşip, otel sahibi falan olacağından mı çekiniyor, nedir?! Bakanlık merkez teşkilâtındaki genel müdürlük ve başkanlıklardan dördünü ona bağlamış. Lakin, dördü de çulsuz birimler. Dört de kaymak birim var: Tanıtma Genel Müdürlüğü, Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü, Döner Sermaye İşletmesi Genel Müdürlüğü ve Telif Hakları Genel Müdürlüğü. Dördü de banknot zengini. İlk ikisi, elbette, Nadir Alpaslan’a bağlı. Üçüncüsü Serdar Çam’a, dördüncüsü de Bakan’a.

Bu, Misbah Bakan’a reva mı?

Ama, dedik ya; Misbah Bakan’ın zor denklemleri basit mantıksal kurgu ile çözebilme yeteneği gelişkin. İşte biri:

Kendisine bağlı Sinema Genel Müdürlüğü her yıl bazı filmlere, destek mahiyetinde, geri ödemesiz para veriyor. 2021’deki 48 başvurunun 16’sı desteklenmeye değer bulunuyor. Bunlardan biri de, Mahi adlı film. Misbah Bakan ona, 24 Nisan’da, 1 milyon lira verilmesini uygun buluyor. 6 Mayıs’ta anlaşılıyor ki, meğer, filmin danışmanı kendisiymiş.

CHP’nin hasetlikten başka bir şey gütmeyen Ankara milletvekili Murat Emin konuyu meclise taşıyor. Münasebetsiz muhteris; yok etik miymiş, yok danışmanlık ücreti olarak ne almışmış, fasa fiso… (gerçekgundem.com, 22 Mayıs 2021)

Siz bir de Bakan olduğunda görün; denklem çözme yeteneği nasıl olurmuş…

Bir makam koşucusu: Özgül Özkan Yavuz

Bakan Hanım Misbah Bakan’a göre yarışa geriden başlıyor. Bir defa, dinci tabandan gelmiyor. Devşirme. Yani, sonradan. Kültür ile uzak yakın herhangi bir ilişkisi bilinmiyor. Önce şehir, sonra turizm planlamacısı. Buna rağmen, yüksek sanat kurumlarının tamamı ona bağlı.

Neden?

İlahi-zikir-tesettür üçgenindeki birinin yüksek sanat kurumları erbabıyla iletişiminin dikenli olacağı düşünüldüğünden, Bakan Hanım daha uygun görülmüş. En azından, vitrini göz tırmalamıyor. İdeolojik olarak da sorunsuz. Saptanabilmiş tek ideolojik angajmanı, makam hırsı. Öyle bir ideoloji mi var, diyeceksiniz. Var. Hatta, son 20 yılda gözlemlenenlerden en yaygın olanı. Ama, Bakan Hanım’ın, makam hırsını paraya tahvil etme gibi bir tutkusu olduğuna yönelik, gözle görülür güçlü emareler bulunmuyor. Onunki koltuk aşkı. Zaten, Bakan’ın da, ona bağladığı üç genel müdürlük, bir daire başkanlığı, bir de birim başkanlığının tamamı zil.

Bürokraside hanım hanımcık yükselirken, islamcılar kanına girip, 2019’da, Kadıköy Belediye Başkanı yapmak istediler. Malum, Kadıköy Laik Cumhuriyet kültürünün direnç noktalarından biri, oraya, damardan islamcı aday konmaz. Şekil şartı tutmaz. Kadıncağız zaten hırs küpü; çıldırdı. Planlamayı hemen yaptı: Önce Kadıköy, ardından İstanbul, bakanlık, cumhurbaşkanlığı, BM Genel Sekreterliği, IMF, Dünya Bankası başkanlıkları vb. Neden olmasındı? Tabii, Kadıköy’ün CHP’nin kalelerinden biri olduğunu söylememiş olacaklar ki, Bakan Hanım büyük şevkle işe koyuldu. Sonuç , %66’ya karşı, %19,5. Klinikte gözlerini açtığında, kolonyalar, mendiller, sakinleştiriciler… Neyse, baktılar ki durum vahim, seçimlerden 19 gün sonra bakan yardımcısı yaptılar. Yüksek sanat erbabı da, “Bakan Hanım” diye hitap etmeye başlayınca kendine geldi. O gün bu gündür bakanlık bekliyor.

Aslında, en uygunu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı. Zaten, Saray’a o yönde bir dilekçe de verdi. Bakın, orada kadınlar konusunda neler söylüyor:

“Türk kadını geleneksel olarak tariflenen evindeki rolünden, çocuğuyla ilgilenmekten, bütün bunlardan çok memnun… Sayın Cumhurbaşkanımızın kadının toplum içindeki statüsü, yeri ve önemi konusunda söyledikleri ve uygulamaları gerçekten teşvik edici… Sayın Cumhurbaşkanımız kadınlarımızın her alanda, her kademede aktif olarak rol alması konusunda özel hassasiyet göstermesiyle ilk günden beri Türkiye’deki ezberleri bozmuş durumda… 2002 yılına baktığım zaman meclisimizin yüzde 4’ü kadındı, bugün 17,3, çok güzel bir artış yakalamışız… Mesela ABD'de bu oran yüzde 16… Kadın hakları [konusunda] bugün, 2002 yılında bulunulan noktanın, 19 yıl sonra, fersah fersah ilerisinde olduğumuzun altını çizmek isterim… [Eğitimde] kız çocuklarının ortaöğretimde okullaşma oranı neredeyse iki katına çıkarak yüzde 45,2’den yüzde 84,8 oldu… Türkiye'de hiç moral bozmaya gerek yok, eksiğimiz olabilir ama gayet iyi bir yoldayız, iyi atılımlar yaptık, yapmaya da devam edeceğiz…” (gazetebirlik.com, 22 Mayıs 2021)

Kadın cinayetleri, tacizler, tecavüzler, kürtaj yasakları, medeni kanunun çiğnenmesi, kız çocuklarının 4+4+4 ile okuldan koparılmaları, çocuk gelinler, bu yöndeki yasa taslakları… Bunların hiçbiri Bakan Hanım’a göre bu ülkede yaşanan şeyler değil. Hele nicel artış filan hiç söz konusu değil. Kadın konulu uzun söyleşide tek bir sözcükle dahi bu konulara gönderme yapmadığına göre…

Neyse, biz gelelim festivale. Bakan Hanım’ın payına Ankara ve Çanakkale düştü. Doğal. Ankara ve Çanakkale’nin dinci karanlık ile doku uyuşmazlığından söz ettik. Buralarda boy gösterecek birinin, tıpkı Kadıköy’de olduğu gibi, en azından şekil şartını tutturması gerek. Ankara’nın oranlarını yukarıda vermiştik.

Çanakkale’deki farklı değil; torba. Hatta, burada sınır daha da ileri taşınmış ve torbaya atılacak herhangi bir festival, çalıştay, kongre falan bulunamayınca, “bari spordan bir şeyler koyalım” denilerek, bu yıl 7.cisi düzenlenen Uluslararası Gelibolu Maratonu festivale kaynatılmış.


Gerçek bir sanat eseri: Bakan Hanım’ın maraton koşusu.

İslamcı sinemacı Semih Kaplanoğlu’nun, eksik iman ve vicdanın zararları temalı, Bağlılık Hasan filmi, Fasıldan Duaya, Sema Mukabelesi, Tasavvuf Müziği, İnançların Dili gibi müzikal etkinlikler, Çanakkale Şehitlerine Hat Sanatı Sergisi, Gazavatnameler Işığında Türk Minyatür Sanatı ve Anafartalar Zaferi gibi tarihsel zorlama kokan sergiler, işin dinsel ayağı. Kalanları ortaya karışık bildik görgüsüzlük.

Çanakkale’deki festival, herhalde turizme en yakın olanı. Çünkü, sporu, kültür-sanatın organik etmeni yapmış. Yeni Türkiye’de böyle. Hani, bir ara baleyi de spor saymaya kalkıp, Türkiye Dans Sporları Federasyonu’na bağlamaya çalışmışlardı ya. Maraton (42 km., 21 km., 10 km.), 1915 Anı Koşusu, Anı Dalış (sualtı dalış), trekking, 35 km’lik bisiklet performansı… Bakan Hanım sporu çok mu seviyor, yoksa, kültür-sanat etkinliği mi zannediyor, bilmiyoruz ama, Ankara’daki festivale de 5 km’lik bir koşu yerleştirmiş. Sanat ile ilgisi hiç yok da denemez; adı, “Sanat İçin Koş.”

Bakan Hanım’ın bir diğer eğlencesi, canlı heykel performansı. Yurtdışı yıllarının anısı olmalı. Hani, sokakta biri ilginç makyaj ve kılığı ile bir yükseltinin üzerine çıkıp, kıpırdamadan durur, gelip geçen önce heykel sanır, kıpırdadığını görünce karşısına geçip, mal mal bakmaya başlar da, sonrasında onunla fotoğraf çektirip, önünde duran para torbasına gönlünden kopanı atar ya, işte o canlı heykeller hem Ankara, hem de Çanakkale torbasında yer alıyorlar. Onlar da kültür-sanat etkinliği. Çanakkale’dekinin adı, “Geçmişten Geleceğe Canlı Heykel Performansları”, Ankara’dakinin, “Köşebaşı Canlı Tarih.”

Bakan Hanım’ın fantezi dünyası gerçekten çok ilginç. Canlı heykellerin geçmiş dönemlerin, yüzyılların kişilerini canlandırmalarını istiyor. İyi de, bu eğlencenin kültür-sanat niteliği kazanması nasıl oluyor? Şöyle:

“[Bu etkinlik], dönem insanı ile günümüz insanının buluşmalarını sağlamak üzere tasarlandı… Dönem halkının canlı heykelleri ile günümüz halkını birleştirecek… Hamamönü sokaklarında, canlanan heykeller ile bir zaman köprüsü kuruluyor. Benzerliklerimiz ve farklılıklarımızla bir araya gelerek, yeni hatıralar oluşturuyoruz. Bizi tarih yolculuğuna çıkaracak…”

Yemin billah, açıklama böyle…

Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman, Dede Efendi, Karacaoğlan ya da, ne bileyim, Mozart, Freud ile karşı karşıya, etkileşim içindesiniz. Merak ettiklerinizi sorun, dokunun, benzerlik ve farklılıklarınızdan yola çıkarak, yeni hatıralar oluşturun. Kime nasip? Üstelik beleşe; ücretsiz etkinlik. Oradan da lunaparka gidip, çarpışan arabalara binersiniz. O da, sonuçta, gerçek ile minyatürü arasında deneyimleyeceğiniz kültürel-sanatsal bir ilişki sayılır.

Bakan Hanım’ı ilgilendiren esas mevzuya gelince; Misbah Bakan’ı geride bırakıp, bakan olabilecek mi? Hayır. Diğeri mi olacak? Hayır. Her ikisi de, seçimlerden sonra, karanlık bir dönemin figürleri olarak, “gazete sayfalarında unutulanlar” listesinde yerlerini alacaklar. İslamcılar bir daha geri gelmemek üzere gidiyorlar.

Sonuç

Kültür Yolu Festivali, can çekişmekte olan islamcıların, kültür ve sanat anlayışlarında da, son nefeslerine çok yakın olduklarının bütün göstergelerine sahip. Ölü bir anlayışın, ölü doğurduğu, naylon bir torba festivaldir. Başta DOB, CSO/orkestralar, Çoksesli Koro gibi Laik Cumhuriyet kurumlarına yapılan son büyük çaplı saldırıdır. İslamcı karanlık ile birlikte gündemden düşecektir.

Geriye ne mi kalacak?

Yalnızca kötü anılar: Yağmalanan kamu kaynakları, doldurulan cepler, doruklarda dolaşan görgüsüzlük, işbirlikçilerin leş gibi nefeslerindeki övgüler ve hiçbir zorunlulukları olmadığı halde, etkinlik takviminde yer almayı ikiletmeyen, “muhalifim, laik cumhuriyetçiyim” söylemli vaşakların suratlarındaki silinmez leke…

[email protected]