Böyle bir anlayış ve söylem, toplumsal birliğe, eşit bir şekilde kardeşçe yaşam kültürüne, demokratik, adil, laik bir düzende yaşamak arzusuna aykırıdır ve dolayısıyla, yalnızca Alevilerin değil, bütün bir toplumun sorunudur!
Neval Oğan Balkız*
Türkiye’de toplumsal alanda sosyokültürel, tarihsel ve siyasal alanda var olan “görünmez ama bilinir” sınırlar; ulusal üyelik bazında bazı kişileri “üyeler” olarak tanımlarken, diğerlerini vatandaş oldukları halde “üye olmayanlar” sınıfına koyar! Bu sınırlar siyasal kodlar olarak, kontrol yanında, asıl olarak kapsayıcı bir ayırma işlevi görüyor. Bu sınırları aşabilmek için oluşturulan; siyasal, sosyal, kültürel ve hukuki olanakların toplamından oluşan hukuki/ politik bir statü olarak “vatandaşlığın” kendisi, Türkiye’de - ne yazık ki- bu sınırların hem içte hem dışta, kendilerini sürekli olarak yeniden oluşturmasını sağlıyor ve güçlendiriyor.
(1924 Anayasası’nın Türklüğü tanımlayan 88. maddesinin Meclis görüşmelerinde konuşan Gelibolu Milletvekili Celal Nuri Bey’in; “Mesela bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül-mezhep, Türkçe konuşur” söyleminde ifadesini bulan, ancak yazılı olmayan “içerme –dışlama” pratiklerinin çeşitli alanlarda sürekliliği denilebilir.)
Bu pratiklerin yarattığı mağduriyetleri en çok yaşayan gruplardan biri Alevilerdir. Aleviler; hem tarihsel hem güncel anlamda; farklı etno-dilsel grup özellikleri görülmeksizin, “İslam öncesi Türk kültürünü taşıyan Türkler” olarak, “Türk kimlikleri” ile -yalnız bu dolayımla- vatandaşlık kategorisine çağrılmış, ama Sünni-İslam olmadıklarından, Alevi kimlikleri ile dışlanmışlardır. Kazım Ateş’in deyimiyle; “Kollektif kimlikleri bugün hâlâ “otantik Türk” ile “şüpheli heretik” (geleneksel ana akımın dışında kalan) arasında bir ara konumda, kararsız bir biçimde asılı kalmış durumdadır”. Modern vatandaşlığın temel sorusu olan “İçerde misin, dışarıda mı?” sorusu karşısında Aleviler; bu konumlarıyla hâlâ “ne içerde ne dışarıda”, “içerisi ile dışarısı arasında bir yerde” durmaktadırlar. (Anadolu’da Aleviler; etnik, sosyal ve kültürel özellikleri -tarihsel bağlamları da içerecek şekilde- farklı olan sosyal gruplardır. Tüm grupları içerecek ve tanımlayacak ortak yaşam biçimleri, kültürel ve inançsal davranış ve ritüelleri olmakla birlikte, homojen bir toplumsal kategori oluşturmazlar. Bu başlıklar, başka yazı konusudur.)
Alevilerin bugün karşı karşıya kaldığı bütün sorunlar, doğrudan ya da dolaylı olarak, vatandaş konumlarıyla ilgilidir. Başka deyişle; bireysel haklar ve ödevlerle ilgilidir, ama aynı zamanda bu hakların ve ödevlerin icra edildiği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarının oluşturduğu topluluktaki hukuki ve politik konumlarına, vatandaşlığın belirlediği ulusal üyeliğin; katılım, erişim, ait olma ve ayrıcalık edinme olanakları açısından farklı/öteki bir kategoride yer almalarına ilişkindir. Dolayısıyla Alevilerin sorunları; onları mevcut ulusal topluluğa ve politikalara dahil edecek demokratik, laik ilke ve uygulamalar sorunudur.
AKP’nin ‘reddiye’ ve ‘ayrımcılık’ politikası
AKP, tüm iktidar dönemlerinde Alevi kesimin haklı taleplerini görmezden geldi, “öteki” konumunda tuttu. En çok ayrımcılık ve nefret söylemlerine uğrayan toplum kesimlerinin başında Aleviler yer aldı. 2 Eylül 2010’da gerçekleşen anayasa referandumu öncesinde İstanbul, Çorum ve Sincan mitinglerinde konuşan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısında gerçekleştirilecek değişikliği savunurken Alevileri hedef alması ve suçlaması hafızalardadır. “Artık dedelerden talimat alarak atama yapma dönemi bitiyor” demesi ve “Minareler Süngümüz” adlı şiiri okuması dolayısıyla aldığı mahkumiyeti kastederek; “Artık yargı ideolojik davranmayacak, bana davrandı. Yargıtay’da maalesef belli bir mezhebi grup bu noktada öyle yaklaştı” şeklinde açıklamalarda bulunması, bu anlamda önemli örneklerdir.
O dönemde, bir yandan “Alevi Açılımı” adı altında sorunlara çözüm girişimlerde bulunuyor görüntüsü yaratıldı, diğer yandan yok sayma ve ötekileştirme uygulamaları, toplumsal yaşamın her alnında sistematik şekilde yayıldı. Böylece hükümet; Alevilere, doğrudan karşıt olmayı demokratik standartları itibarıyla kabul edilemez buluyor görünse de bu kesimin gözünün içine bakıp; “Arif Sağ ve Sabahat Akkiraz gibi müzisyenleri alkışlamaktan imtina etmiyoruz. Sizden kimsenin öldürülmesini veya yerinden sürülmesini istemiyoruz. Fakat, daima kestirilemez olan Alevilere karşı şiddet yüklü karşıtlığı önlemenin en iyi yolunun, ‘mantıklı’ (!) bir karşıt öfke örgütlemek olduğunu düşünüyoruz!” demiş oluyordu.
Aleviler geçmişte olduğu gibi tüm bu süreçlerde de baskı altında tutulmuş, inançsal, kültürel kimliklerinin hukuksal olarak tanınmadığı, kamusal alandan dışlandığı, günümüzde bu çağrının ancak Sünni /İslam üzerinden yapıldığı bir tarihi onaylamak zorunda bırakılmayı kabul etmediler, etmiyorlar! “Kendileri” olarak ve “kendileri kalarak”, hiçbir karşıtlık ve karışıklık konumunda bırakılmadan; demokratik ve laik ilkeler temelinde “eşit yurttaşlık hakkı” istiyorlar. Bunun için de farklı bir siyasal anlayış temelinde örgütlenmiş bir yönetim ve toplumsal yapı oluşturmak gerektiğini biliyorlar.
Amin Maalouf’un belirttiği gibi; “… İnsanlar kendini en fazla saldırıya uğrayan aidiyetleriyle tanımlamaya eğimlidirler. Kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendilerinde bulamadıklarında onu gizlerler, bu durumda o, onların içlerinin derinliklerinde kalır, …ister sahip çıkılsın ister gizlensin, kendilerini özdeşleştirdikleri kimlik odur. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, …birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler. Onlar için kimliğini kabul etmek zorunlu olarak bir cesaret eylemi, kurtarıcı bir eylem haline gelir”.
Numan Kurtulmuş’un söylemi, barışın ‘sahipleri’ ve ‘sahipsizleri’
AKP iktidarının siyasal erk ve hegemonik güç olarak çözüldüğü, politik, ekonomik ve sosyal alan hakimiyetinin “yönetemezlik” krizine girdiği, iç ve dış siyaset alanında “belirleyici siyaset öznesi” olma özelliğini yitirdiği, “umut dağıtma” kapasitesinin ve “yaşamı teşvik etme” sanallığının tükendiği bu aşamada; “Türk Kürt ittifakı” söylemleri ile adı konulmayan bir süreç başlamış bulunuyor.
Siyasal İslamcı anlayışın temsilcileri, "davalarının" ideolojik ve kültürel kodları ile şekillenerek süregelen tarihsel mirasın taşıyıcıları olarak; barışı konuşurken dahi, bu mirasın temel aldığı "kapsama/ dışlama"; "süreli makbul öteki/daimi öteki" ayrımları ve kabulleriyle davranıyor!
Barış konuşulurken dahi; bilinçli ya da "sehven" yapılan açıklamalar ile bu topraklarda, asıl özne kabul edilenin (Türk/İslam-Sünni), "ötekisi" konumunda (başta Aleviler olmak üzere) görülenlerin acılarının, katliamlarının şekillendirdiği tarihsel hafızasına, gerçeğe aykırı yaklaşım ve bakışla sondajlar yapılıyor!
Bu topraklarda; kimin kiminle, hangi temellerde, hangi anlayışla ve nasıl bir miras üzerinden barışacağına karar verme erkinin verdiği hakimiyet ile barış ve kardeşlik kapsamının "daimi dışlanan öznesinin" de kimler (Aleviler) olduğu da, (yeniden) hatırlatılmış oluyor!
Böyle mi barışılacak, böyle mi birlik ve kardeşlik sağlanacak bu topraklarda?
Numan Kurtulmuş'un “Bin yıllık kardeşlik” ve “Türk-Kürt ittifakı” vurgusunda bulunduğu konuşmada, sözü Şah İsmail’e getirmesi, ona karşı Yavuz Sultan Selim ve İdrisi Bitlisi'nin ittifakını övmesi, bu ittifak döneminde Anadolu’daki Alevi topluluklara yönelik katliamları meşrulaştırıcı yaklaşımla, bir başarı ve birlik örneği olarak sunması, hangi bilimsel gerçekliğe dayanan tarihsel bir anlayışa sığabilir? Hangi barışa hizmet edebilir?
Barış, “Sıcak bir savaşın, kavga ve çatışmanın olmadığı durum” demek değildir. “Savaşmama / sıcak çarpışma içine girmeme, düşmanlığı geçici bir süreliğine askıya alma konusunda yapılan resmi bir anlaşma” da değildir. Yalnızca dış siyaseti ilgilendiren ve uluslararası hukukun çerçevelediği koşullar dizini hiç değildir.
Barış, insan hakları ile doğrudan bağlantılı bir koşullar bütünüdür. İoanna Kuçuradi’nin tanımladığı gibi “Bir hukuk durumudur. Bir düzendir. Öyle bir düzendir ki kuruluşu, işleyişi ve ilkeleri dolayısıyla tarafların oluşmasına ve karşı karşıya gelmesine kendisi neden olmaz.” (Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Ankara, 1988, TFK, s. 67.68.)
Bu gibi sorunların çözümü için öncelikle, “insanın, kendini hasmının yerine koyması gerekir.” Taraflardan her birinin, diğerine karşı taşımakta olduğu tarihsel ve güncel tüm önyargılarını aşmasının tek yolu budur.
Zira önyargılarını aşmak, insanın doğasında bulunan bir şey değildir. Öteki gördüğümüzü kabul etmek, onu reddetmekten ne daha doğal ne de daha az doğaldır.
“Uzlaştırmak, birleştirmek, benimsemek, yakınlık kurmak, yatıştırmak bilinçli hareketlerdir. Sonradan elde edilen, öğretilen, geliştirilen hareketlerdir bunlar… Aklıbaşındalık, sebat, serinkanlı bir düşünce, usta bir eğitim, elverişli yasalar ve eksiksiz kurumlar gerektirir”.
Aleviler, kadim tarihleri boyunca barışın bu ilkelerini içselleştirmiş, birlik ve kardeşliği temel felsefeleri, yaşam biçimleri kabul etmişlerdir.
Dolayısıyla, Numan Kurtulmuş'un sözleri karşısında duydukları infial ve haklı tepki “barış karşıtlığı” olarak yorumlanamaz! Bu tepki; sistematik olarak ötekileştirilmelerinden, (sorunları, kuşkulu unsurları, belirsizlikleri, usul ve işleyiş biçimi ile ayrı bir tartışma konusu olan “adı konulmamış” bu süreçte de) dışlanmalarından, sürekli olarak nefret söylemlerine maruz kalmalarındandır. Ayrıca Suriye’de, mezhepçi nefretin yol açtığı katliamlar, sistematik insanlık suçlarının vardığı boyutlar ve tüm bu yaşananlara karşı, sergilenmekte olan tavırların yarattığı tedirginlik nedeniyledir!
Kamuoyunda oluşan tüm bu tepkiler karşısında Numan Kurtulmuş, “…Sözlerimin kastım olmayan bir şekilde bağlamından kopartılarak yaralayıcı bir anlam alanına kaydırılmış olmasından içten bir üzüntü duyuyorum” dedi. Ne bir özür diledi, ne de bir düzeltme yaptı. Yalnızca üzüntü beyan etti! Kendini anlatmak üzere, (muhataplarına gitmeyi değil) kapısının herkese açık olduğunu dile getirmekle yetindi. Sergilenen tutum, halkı kin ve düşmanlığa tahrik edici nitelikteki bu söylem, toplumu inançlar üzerinden ayrıştıran bu anlayış, “istisnai bir durum” değil, tarihsel bağlamlarıyla bir durum, bir gerçeklik olarak, ortada.
Asla kabul edilemez! Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yeri de olamaz, olmamalıdır!
Böyle bir anlayış ve söylem, toplumsal birliğe, eşit bir şekilde kardeşçe yaşam kültürüne, demokratik, adil, laik bir düzende yaşamak arzusuna aykırıdır ve dolayısıyla, yalnızca Alevilerin değil, bütün bir toplumun sorunudur!
*Hukukçu/Akademisyen
Kurtulmuş 'Yavuz Selim İttifakı'nı övdü, tepki gelince geri adım attı: Alevi kurumlarından istifa çağrısı | ![]() |