1896’nın Şubat ayında Recaizade Mahmut Ekrem’in önerisiyle Servet-i Fünun Dergisi’nin edebiyat bölümünün başına yaşı henüz otuza değmemiş bir şair getirilir. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler’de Servet-i Fünun için “bir gençlik hareketidir” derken, bir lideri olmayan bu hareketin içinde Ekrem’in “kendisine silahşör olarak” kimi gençleri seçtiğini söyler. Bunların içinde üçü öne çıkacaktır: Halit Ziya, Cenap Şahabettin, bir de o.
Asıl adı Mehmed Tevfik’tir. 1867’de İstanbul’da doğar. Annesi o henüz on iki yaşındayken hacdan dönerken Hicaz’da kolera’dan vefat eder. Babası saraya jurnallenir, sürgüne gönderilir ve on dokuz yıl kaldığı sürgünden bir daha dönemez, Antep’te vefat eder. Tevfik, öğrenimine Aksaray’da Mahmudiye Vâlide Rüşdiyesi’nde başlar. Dindar bir ortamda yetişmektedir. Okul, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrasında Rumeli’den gelen muhacirlere tahsis edilince, aralarında Recaizade Mahmut Ekrem’in de yer aldığı dönemin önemli edebiyatçılarının ders verdiği Mekteb-i Sultânî’ye (Galatasaray) gönderilir. Bu değişiklik hayatının önemli dönüm noktalarından biri olacaktır.
1896’da o başına geçtikten sonra Servet-i Fünun genç şair ve yazarların ürünlerinin yayımlanmaya başladığı bir mecraya dönüşür. Tevfik Fikret de -yine Yalçın Küçük’ün ifadesiyle- “hem kendisi ve hem de yazdıklarıyla, bir yeni adam” olarak “Türk insanı ve Türk aydını için önemli bir dönüm noktası” haline gelecektir.
'Bir ozan tasarımının atası'
Kemal Özer'in 2000 yılında Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından gerçekleştirilen Tevfik Fikret Sempozyumu’nda sunduğu bildirideki tespitleri kıymetlidir. Kemal Özer, Tevfik Fikret’in yaşadığı dönemin kırılgan, karamsar bir ozan tasarımına uygun koşullar barındırmasına rağmen, onun 1902’de yayımlanan “Sis” şiiri ile birlikte başka bir yönde ilerlemeye başladığını vurgular. Bu yeni yönü ise “savaşımcı ozan tasarımı” olarak nitelendirir. Kökleri Yunus’a, Pir Sultan’a, Dadaloğlu’na dayanıp Namık Kemal’e uzanan, “sözle, saptamayla yetinmeyen, sözü sözcülüğe, saptamayı devinime doğru geliştiren” bir hattır bu. Tevfik Fikret bu hatta “çağının laik ahlâk, akılcı düşünce ve yurttaşlık bilinci gibi isterleri”ne yanıt verme eğilimiyle ve başı dik tavrıyla bir adım öne çıkacaktır:
“Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat.
Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim.
Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”
Sis’ten Meşrutiyet’e
Tevfik Fikret Osmanlı’nın yıkılmakta olduğu döneme bakar, ancak bu yıkılana romantik bir bağlılık duymak yerine onu çürümesini öfke ile izler ve onu değiştirmek, aşmak ister. “Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, / beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan” dizeleriyle başlayan “Sis” şiirinde İstanbul’u, saltanatı, çöküşü betimlemektedir. Üzeri sislerle kaplı şehre, imparatorluğa ve onun düşüncelerine bir yazıklanma bulunmaz şiirde. Daha ziyade, bir öfke hakimdir:
“(...)
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümler sâhası!
(...)
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gezmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
(...)
Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!”
1906’da Abdülhamid’e düzenlenen bir suikastın başarıya ulaşamaması üzerine “Bir Lâhza-i Teahhür” (Bir Gecikme Anı) isimli şiirini yazar.
“(...)
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
(...)
Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
(...)
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini.”
1908’de, İttihat ve Terakki yönetiminin isteğiyle, Meşrutiyet’ten iki hafta kadar önce, bir marşın güftesi olmak üzere “Millet Şarkısı” isimli şiirini yazar. “Her gecenin gündüzü vardır” diyerek ümitle geleceğe bakan marşta özneleşmeye, boyun eğmemeye, ayağa kalkmaya, isyan etmeye, devrime coşkulu çağrı vardır:
“(...)
Silkin, şu mezellet tozu uçsun üzerinden.
İnsanlığı pâ-mâl eden alçaklığı yık, ez;
Billâh yaşamak yerde sürüklenmeye değmez.
Haksızlığın envâını gördük.. Bu mu kaanun?
En gamlı sefâletlere düştük.. Bu mu devlet?
Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun;
Artık yeter olsun bu denî zulm-ü cehâlet..
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol,
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa.. Var ol!”
Tevfik Fikret II. Meşrutiyet’i büyük bir coşkuyla selamlar. Öyle ki, “Sis” şiirinde İstanbul’a yönelttiği öfkeli sözlerini Meşrutiyet’in hemen ardından yazdığı “Rücu” (Geri Alış) şiiriyle geri alır:
“Hayır, hayır, bu lanet etmeler sana değil,
Bütün bu kınama ve elemleme, bu hayal ağlaması
milletin hayatına azap veren, hakaret eden,
onu çamurlayan ne kadar kir varsa
hep birden kucaklamış, taşımış bir çevreye aitti.
Şimdi o melunluk gecesinden uzaktayız.”
Devrime bütün aklı ve yüreğiyle sahip çıkmaktadır. Onda geleceği görür. Onu korumak ister. “Bugünün gençlerine” ithaf ettiği “Ferda” (Yarın) isimli şiirinde gençliğe “Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik” diye seslenir. Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabe’yi yazarken yararlandığı söylenen şiirde “Bir daha yaşanmasın o cehennem” diyerek sadece devrimi koruması için gençliği uyarmakla da yetinmez Fikret. Çağından umut ve heyecan duymaktadır. Çağının alt üst oluşların, büyük kopuşların, eskiyi yok edecek ve yeniyi doğuracak devrimlerin, kurtuluş ve kuruluşun çağı olduğunun farkındadır. Öyleyse buna uygun yaşanmalı, ilerlemeye sahip çıkılmalı, hiç durmamalı, çalışılmalıdır:
(...)
Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır:
Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,
Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;
Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!
Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;
Doymaz insan denilen kuş yükselmelere...
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!”
Tevfik Fikret, Yalçın Küçük’ün deyişiyle “yepyeni imajlara yepyeni düşünceler” eklemektedir.
1911’de “Promete” isimli şiirinde ateşi çalmaya davet eder. Bir sorunun ardından…
“Kalbinde her dakika şu yüce özlemin
Ateşten gagasını duy ve daima düşün;
Onlar niçin göklerde, niçin ben çukurdayım,
(...)”
Dogmalara, bağnazlığa karşı akla, aklın rasyonalitesine ve insana sığınır, akıldan, bilimden, insandan ve insanların yeryüzünde hür ve eşit yaşamasından yana tavır alır. “Haluk’un Amentüsü”nde şöyle yazar:
“Yeryüzü vatanım, insanlık milletim… insan
insan olur ancak bunu kavrayışla inandım.
Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var,
dünya dönecek cennete insanla, inandım.”
Gericiliğe karşı bayrak açtığı bir zamanda tarihin tekerinin ileriye doğru dönüşünü kavramıştır, fakat “inanmak” için ayağını bastığı zeminde “tarihi yapan” olarak sınıflar ve onların mücadelesi, yaşadığı zamanın ve toprakların da bir sonucu olarak, yer almaz. Bu yeni adam için Yalçın Küçük “Avrupa'ya göre eskidir; Türkiye'ye göre taptaze. Aradaki gecikmeden dolayı kusur Fikret'in değil.” diye yazacaktır. Fikret’in yaşamın insandan yana devrimci dönüşümüne dayanak olarak bulduğu temel bilimdir. Aynı şiirin sonunda “Bir gün teknik, şu kara toprağı altın yapacak / Ne olacaksa bilim gücüyle olacak ... inandım.” diyecektir.
Tarihi eksik kavrayan umut, ütopyacıyı hayal kırıklığına savurmak üzeredir.
Meşrutiyet’in hayal kırıklığı
1912’de Trablusgarp Savaşı nedeniyle meclis feshedilir. Siyasal savaşımın içinde yer almayan ütopyacı bir hümanist olan Fikret’in 1908 devrimine ilişkin ümitleri boşluğa düşmüştür. “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganı ve Fransız devriminden aldığı “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”in yanına “adalet”i de ekleyerek gerçekleşen devrimin geçmişin üzerine bir örtü çekip yepyeni bir düzen kuracağını uman Tevfik Fikret yaşadığı hayal kırıklığını “95’e Doğru” isimli şiirinde dile getirir:
“Bir uğursuz dönem gene:
Gene çiğnendi nice andlar;
Çiğnendi, yazık, ulusun yüce umudu!
Yasa diye topraklara sürtüldü alınlar;
Yasa diye, yasa diye, yasalar tepelendi...
Boş yere çığrı çığlık, boşuna bu inilti!”
Ve yine 1912’de Fikret, iktidardaki İttihat ve Terakki’nin yolsuzluklarına karşı bugün de çok iyi bilinen önemli şiirlerinden “Han-ı Yağma”yı yazacaktır:
“Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Ve 1914’te“Harb-i Umumi”ye girme kararına da şiddetle karşı çıkar:
“(...)
Dünyayı bugün harb denilen dest-i helake
Teslim eden alçakların ecdadına lanet!
Boğsun bütün ahfadını matmüre-i zillet!
Ey "dini siyanet" diye hep herze yazanlar
Az geldi, evet, sanki o Balkan'daki kanlar,
Teşvik ediniz şimdi cehennem ile artık,
Allah ile Peygamber'inin emrini natık
Ayat ü ehadis ile milyonları harbe,
Kalbeyleyiniz herkesi bir kanlı türabe...
(...)”
Gericiliğin hedefindeki Tevfik Fikret
Tevfik Fikret’in yaşamı boyunca da ölümünden sonra da gericiler tarafından hedef alınması bir tesadüf olmasa gerek.
Henüz 1905 yılında yazdığı “Tarih-i Kadim” isimli şiirinde kutsallıkların ardına sığınılarak yaratılan eşitsizliği, egemenlerin anlatısı olarak akıp giden bu tarihi radikal bir biçimde, aydınlanmacı tavrıyla karşısına alır, egemen anlatının din ile gizlenmiş karanlığını ifşa eder. “Din şehit ister, gökyüzü kurban” diyerek hedefine din kurumunu ve onu kullananları oturtur. Hatta bunları tamamen karşısına alır: “ Yeri göğü elinde tutan o kibirli, / o somurtkan ve dokunulmaz. / Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?” “Yırtılır, ey köhne kitap yarın / fikri gömen sayfaların.” Aynı zamanda yeni bir tarih yazımına, yeni bir tarihi yapmaya davet eder:
“(...)
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!
(...)”
Tarih-i Kadim’i yazan Fikret’e Mehmet Akif 1912’de “Süleymaniye Kürsüsü’nde” isimli şiiri ile saldırır:
“Şimdi Allâh'a söver, sonra biraz bol para ver.
Hiç utanmaz pirotestanlara zangoçluk eder."
Tevfik Fikret, 1914 yılında yazdığı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” şiirinde Akif’e “Molla Sırat” diye hitap eder ve şöyle yanıt verir:
“(...)
Beşerin böyle işaretleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git kilisesini, gez Kabe’sini,
Dinle tekbîri, işit çan sesini,
göreceksin ki hepsi boştur;
umduğun, beklediğin şeyler yoktur.
Allah’ı gibi düzme şeytanı,
Buda’sı, Ehrimen’i, Yezdan’ı.
(...)
Kitabım doğa sahnesi kitabı,
bendedir hayır ile şerrin sebebi.
Varırım böylece ben mezara dek,
ahirette dirilmeye mahal görmem pek.
taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde,
beşerin aşkını da, kederini de.
hak dini bence bugün yaşam dinidir
ey Molla Sırât!..söyle, öyle değil midir?”
1940 yılında faşizm ve Alman yanlılığı doruktayken dönemin Yeni Sabah gazetesinde “Fikret’in eserlerini yakmak lazım” başlıklı bir yazı çıkar. Tevfik Fikret’in radikal aydınlanmacılığı, devrimci tavrı, hümanizmi, din karşıtlığı hedef alınır. Sabiha Sertel, Fikret’in hedef tahtasına yerleştirilmesinin ve karşısına yeniden Akif’in konmasının arkasında 1914 yılında olduğu gibi Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sürüklemek isteyenlerin bulunduğuna işaret eder. “Tevfik Fikret - İdeolojisi ve Felsefesi” kitabında Sertel, Tevfik Fikret’in “yaşadığı devrin değil, gelmesi mukadder olan bir devrin ideolojisini yaptığı”nı söyler. Gerici, savaş taraftarı, faşist düşünce gelmekte olanın karşısındadır.
Yalçın Küçük, Tevfik Fikret için “Abdülhamit'ten sonra doğdu; Abdülhamit'ten önce öldü. Dünyası Abdülhamit'in dünyası oldu.” diye yazar. Sertel de “yıkılan bir imparatorluk devrinin mahsulü”, “küçük burjuva sosyalist insaniyetçisi” der Tevfik için.
Nâzım Hikmet de 1930’da Resimli Ay’da Fikret için şunları yazar:
“Fikret tam manasıyla inkılâpçı, cezri bir küçük burjuva münevveridir.
(...)
Küçük burjuva münevverinin metotlu, bazen iğneyle kuyu kazar gibi, yavaş bir tempoyla ilerleyen herhangi bir mücadele hareketine tahammülü , o her şeyin bir anda tahakkukunu ister. (...)”
Bunun için Fikret’i suçlayabilir miyiz, emin değilim. Sınıflar mücadelesini, tarihin akışını yeterince kavrayamamış, ancak tarihin ileriye akışından yana olmuş, tarihi ileriye götüren devrimci gerçekleşmeyi coşku ile alkışlamış, çağını “şimşeklerin bollaştığı” bir çağ olarak okumuş, yükselmeyenin düşeceğini, ilerlemeyenin duracağını, duran devrimin yozlaşıp çözüleceğini görmüş, fikirleri ile Cumhuriyet aydınlanmasına ilham olmuş bir ütopyacıdır Fikret. Ektiği tohumlar çatlamak için “tarih-i kadim”i yıkacak, onu yeniden yazacak özneyi beklemiştir.