Aydınlanma: Yine mi yeni mi?

Marksizm bunun imkânsız hale geldiği bir devrimin kucağında doğdu ve şekillendi. “Hepimiz birdenbire Foyerbahçı olduk” sözünün ifade ettiği budur. Karanlıkta, doğa, aklın sığınabileceği tek sığınaktır

Orhan Gökdemir

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin yayını Dayanışma Forumu'nun 7. sayısında yayınlanmıştır.

Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Örneğin “müspet bilim”in kurucusu sayılan Newton’ın bir ayağı büyünün alanındaydı. Büyük Fransız Devrimi kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.

Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Bruno, Galileo, Copernik gibi öncüler, tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.

Dine Karşı Işık Kavgası

Tarihin henüz dünya tarihi olmadığı bir zaman aralığından söz ediyoruz. Yani Avrupa henüz dünyanın kıyısında kendi başlangıcını yapmaya çalışan küçük bir toprak parçasından ibaretti. Çıktığı yolda, o yola çıkmadan çok önce geçenlerin bıraktığı ayak izleri onun için bir anlam ifade etmemekteydi. O izlerin üzerine basa basa kendi gittiği yolu bir kez daha kendi adına keşfedecekti.

Felsefede laf ebeliği gibi görünen şeyin nedeni işte düşünce coğrafyaları arasındaki bu büyük boşluktur. Bizim “bilimimiz” de o boşlukta ve evveliyatsız olarak başladı. 

Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. 

Işığı arayan karanlıkta el yordamıyla yürümeyi öğrenmelidir. Mısır kökenli yazar Ahmet Osman öğrenenlerdendir. “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir” ve “Krallar Vadisi’ndeki Yabancı” adlı kitaplarında bildik dinler tarihi ama bambaşka sonuçlara varıyor. Musa ile “kâfir kral” Akhenaton’u, Vezir Yuya ile Yusuf Peygamber’i özdeşleştiriyor mesela. Bir başka kitabında ise (Hıristiyanlık: Bir Antik Mısır Dini) Akhenaton’un tek tanrıcı dinini alaşağı eden oğlu Tutankamon ile İsa’yı özdeşleştiriyor. Böylece kutsal kitap hikâyeleri kutsal bir kelam olmaktan çıkıp yeryüzüne iniyor ve ete kemiğe bürünüyor. Işık cüretten doğar.

 Aydınlanmadan Aydınlanmaya

Aydınlanma, uzun dinsel kapanışın doruğunda insanlığın ışığa ulaşmada yeni bir yol arayışıydı. Kurumsallaşmış din gördüğü her yerde sapkın gördüğü bu arayışı baskılamaya çalışıyordu. Ama insan merakı şahlanmış, dizginlenemez bir hal almıştı. Burjuvazi tarihin şafağında boynunu uzatmıştı. Avrupa’da parası ve sonsuz merakı olan adamlar türedi, bir ucu İskenderiye’ye dayanan uzun araştırma gezilerini finanse ettiler. Orada bulduklarını düşündükleri Hermetik metinleri tercüme ettirdiler ve gizli toplantılarda huşu içinde okudular. Okudukça, buldukları bu metinlerin Kilisenin kitabından daha eski olduğuna inandılar. O meraklı adamlar o metinlerde kurumsallaşmış dinin eski orijinal halini görüyorlardı.

Filozof, rahip, gökbilimci ve okült Giordano Bruno, o metinleri okuyarak dinde büyük bir bozulma olduğuna karar verdi. O halde arınmak için Mısırlı olan eski orijinal dine geri dönmek şarttı. Copernicus, Batlamyus modelini kıyısından köşesinden kemirip yerine utangaç bir biçimde “Güneş merkezli evren” modelini koyarken, altan alta Mısır kökenli “Güneş dininin” gereğini yapmaktaydı. Hatta aydınlanmacılar arasında işi daha ileri götürüp Hıristiyan inanışının Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğunu söyleyenler bile vardı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. 

Kilise, kendisine yönelik bu etkisiz eleştirileri küçük tepkilerle geçiştirmeye hazırdı ama o da bu arayışlarda kendisi için çok tehlikeli olan bir şeyi, dinin ham halini görmekteydi. Hıristiyanlığın ilk yüz elli yılı bu eğilimlerle mücadele içinde geçmişti. Kilisenin lanetiyle şeklini ve içeriğini yitirmiş bir kavram olan “paganizm” aslında göründüğünden daha renkli ve daha zengin bir kavramdı. Ve içinden her zaman en az Kilisenin öğretisi kadar kapsamlı bir başka öğreti çıkma ihtimali vardı.

Bruno’ya ve Copernic’e gösterilen tepki de gerçekte bu korkuyla ilgiliydi. Vatikan, bu devrimci arayışların arkasında Hermetik-okültist inançların gizli olduğunun farkındaydı. Tehlikeli bulduğu şey de o inançların ta kendisiydi.

Ama bütün bu arka plana rağmen, Aydınlanmanın dinsel kökenleri bir sır olarak kaldı. Batı, kendi inşasında rol üstlenen insanları sıra dışı, akıllı, çıkıntı adamlar olarak sunmayı daha uygun buldu. Çünkü o adamların toplumsal düzenine karşı gericilik Kilise ile iş birliği yaparak Batının inşasını kendi istediği gibi yönlendirmişti. Dinle iş birliği yapan yeni Batı yıkıcı inançları yıkıcı fikirlerden daha tehlikeli bulmaktaydı. Örttü. Örtü Hermetizmin ve Masonluğun üzerindedir.

Ama o meraklı tuhaf insanlar planlamasalar da bir yol açtılar. Meraklarının peşinden giderek kurumsallaşmış dinin dışında bir düşünsel alan yaratılmasına vesile oldular. Ve birdenbire uzun Ortaçağ karanlığının ortasında göz kamaştırıcı bir ışık belirdi.

Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

17. yüzyılda açıldı, 18. yüzyılda Büyük Fransız Devrimi ile taçlandı. Aydınlanmanın yaptığı açıktı; doğa ile insan arasındaki ilişkiden dini ve tanrıyı çıkarıyordu. İnsan böylece doğa ile doğrudan ilişki kuran öznel ve aydınlanmış bir tür olarak yeniden tanımlanıyordu. Yeni insan, dini bir varlık olmaktan çok felsefi bir varlık olacak, dinin buyruklarıyla değil aklıyla hareket edecekti. Aydınlanma çağının öncü düşünürleri işte o aklın otoritesine dayanarak tanrının kellesini uçurdular ve böylece kralın kellesinin uçurulması için gereken akli ortamı hazırlamış oldular. Son adımı atmak Kant’ın izinden giden "Incorruptible” Maximilien Robespierre’e kaldı. Kurmak için kırmak gerekiyordu, çok kırıcı olduğunu biliyoruz.

Demek ki Aydınlanma ile başlayacaksak Kant’ın ve onun pratik hali Robespierre’in izinden yürümeliyiz. Bu iz ise bize “Jakoben” bir yolu işaret etmektedir. Kant’tan dolayı tanrısız, Robespierre’den dolayı kralsız bir yoldur Aydınlanma. Kralsızlık cumhuriyete, tanrısızlık ise laikliğe yolu açar. Bunlar, laiklik ve cumhuriyet, aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır.

İnsan Bir Mucizedir

Nicolaus Copernicus, 1473’te doğdu 1543’te öldü. Giordano Bruno, 1548’de doğdu 1600’de öldürüldü. Tommaso Campanella,1568’de doğdu 1639’da öldü. Galileo Galilei, 1564’de doğdu 1642’de öldü. Gottfried Leibniz, 1646’da doğdu 1716’da öldü. Isaac Newton sonuncusu, 1643’te doğdu 1727’de öldü. Demek ki 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir hareketten söz ediyoruz. Bu düşünürlerin çoğunun birbirini tanımasını, birbirlerinden etkilenmesini şaşırtıcı sayamayız. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak ışığa yürümeleri devrimci bir cürettir; müthiştir. Aydınlanma cüretli insanların işidir.

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.

1576 yılında, yirmi sekiz yaşındayken, kâfirlik şüphesiyle gözetlenmeye başlandı. Kilise kanunlarını çiğnemişti. Manastırı terk ederek Napoli’den kaçtı. Takip eden beş yıl boyunca Venedik, Padua, Milan, Cenova, Lyons ve Tulus’da görüldü. Kilise şüphelerinde haklıydı. Bu genç adama kendisinden yüz yıl önce keşfedilen Hermetika’nın halesindeydi. Sihirli Mısır dininin sadece en eski din değil hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın kararttığı ve yozlaştırdığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Eski Mısır dinini yeniden kurmanın görevi olduğuna ve bunun Avrupa’nın politik ve toplumsal sorunlarına bir son vereceğine tutkulu bir şekilde inanıyordu. İnancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Haliyle devrimin daha gizli kapaklı yöntemler kullanarak gerçekleştirilebileceğine karar verdi. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Giordanisti, etkin bir Hermetik direniş hareketi olacaktı. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Bu tehlikeli yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Sorguya çekildi ve Roma’daki Yüce Engizisyonun emriyle Roma’ya teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı.

Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Bu tuhaf iddia Bruno’dan sonra dilden dile dolaşacaktı. Örneğin psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Bruno’dan yüzyıllarca sonra Hıristiyanlığın kuruluşunu çok tanrıcı “Amon dini”nin büyük geri dönüşü olarak yorumlayacaktı.

“Magnum miraculum est homo”… Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir. Aydınlanma davası için dövüşmese ve düşmese bile büyük bir insandır Bruno. Sonsuz uzay fikrini ve atomları, yinelenen organizma fikrini ona borçluyuz. Bütün bunları sihirli bir metnin verdiği ilhamla yapmış olması inanılmazdır.

“Giordanisti”, kiliseye karşı “Hermetik bir cumhuriyet” kurma peşindeydi. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıydı. Devrim girişimi başarısız oldu. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtuldu, Bruno yakıldı. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.

Aydınlıkta Marksizm

Marksizm, Aydınlanmanın ışığının söndüğü, Romantizmin bütün Avrupa’yı istila ettiği bir zaman aralığında şekillendi. Aydınlanmanın evrenselliğine karşın, romantizm yerelliğin üzerinde yükselmekteydi. Fransız Devriminin açtığı yol kapanıyor, Aydınlanma fikirleri hızla terkediliyordu. Aydınlanmanın ışığında görünen devrimci yol, kurulu düzeni ürkütmüştü. Kilise, devrimin kendisine yönelttiği şiddetin Aydınlanmadan ve onun taşıyıcısı olan Masonluktan kaynaklandığı kanısındaydı. Bir “Avrupa kimliği” inşa etme ihtiyacından doğan romantizm ise Aydınlanmanın yıkıcı “enternasyonalizmi”ne düşmandı. Böylece Kilise ile romantikler bir zorunlu ittifak kurdu.

Alman romantik düşünürleri bireyin gücünün kaynağını Aydınlanma akılcılığında değil, sezgilerde ve duygularda arıyordu. Şehirler ve orada yaşayan insanlar yozlaşmıştı; hâlbuki taşra ve onun üzerinde yükselen kırsal yaşam saflığın kaynağıydı. Dil, bu sadeliğin yegâne sembolüydü ve yeni keşfedilen “ırk” o dili konuşan herkesin oluşturduğu bir bütün, vatan da o dilin konuşulduğu bütün toprak parçalarıydı. Böylece Aydınlanma Avrupa’sının ortasında, o kimliği reddeden yeni bir kimlik inşasına girişildi. Unutulmaya yüz tutmuş eski efsanelerde “ırk”ın izleri aranmaya başlandı. Almanlar eskiden büyük, “cennete benzer” bir ülkede yaşamışlardı ve tarihe inat tarih boyunca hep ayakta kalmayı başarmışlardı. Efsaneler ayakları üzerine dikilip “Almanların” elinden tutacaktı, “ulusun inşası” için önemli bir ideolojik eşik aşılıyordu.

Altyapısını Alman romantizminin oluşturduğu kültürel ve otoriter bir milliyetçilik Avrupa’yı şekillendirmeye işte böyle başladı. Avrupa’nın kıyısında imparatorluklardan koparak yeni yeni kurulmaya başlanan devletler ulusal kalkınmalarını gerçekleştirmek için Almanya’yı taklit ediyorlardı.  Pan Germenizim, Panslavizm ve diğer dışlayıcı etnik kimlikler bu siyasal iklimde yeşerdi. Ulus ideolojisinin pekiştirilmesi için ihtiyaç duyulan “düşman” ise “Türkler”di. Onların verdiği hasarlar yüzünden “Türklerden” kurtulan yeni Balkan devletleri parlamentarizmi beceremiyordu; o halde ılımlı bir “otokrasi” onlar için ideal yönetim biçimiydi. Bu biçimin kaynağı da Almanya’ydı. Büyük güçler Alman prenslerin yeni kurulan devletlere kılavuzluk etmesini yararlı buldular. Yunanistan’dan Romanya’ya, yeni kurulan pek çok devlet Alman Prensler tarafından yönetilmeye başlandı. Batı ayakları üzerinde doğruluyordu ve “Doğu” Avrupa için artık bir “sorun”dan ibaretti. Marx ve Engels, gazetecilik kariyerlerini bu yeni “sorun” üzerine yazarak yapacaktı.

Fakat bu gidişi bozan umulmadık bir gelişme ortaya çıktı. Devrimci bir dalga yeni inşa edilen Avrupa kimliğinin duvarlarını dövmeye başladı. Marksizm, işte o dalganın bir ürünüdür.

Nedir o dalga? 1845’te tüm Avrupa’da yaygın bir kıtlık baş gösterdi. İki yıl sonra büyük şehirlerde kalabalıklar ekmek diyerek ayaklandı. 1848 ilkbaharında Rusya dışındaki bütün Avrupa devrimci dalgayla sarsıldı. Ulusal birliğini sağlamamış bölgelerde bir ulusal birlik hareketi görünümündeki devrim, kıtanın önemli bir kısmında sosyalist bir hareket karakterine büründü. Öncüsü, sistem içindeki mevzilerini hızla kaybeden orta sınıflardı. Onlara toplumsal piramidin en altındaki işçiler ve topraksız köylüler katılınca devrimin etki alanı genişledi. Devrim muhafazakâr düzenleri sarstı, krallar çekildi, hükumetler yıkıldı ve Papa Roma’yı terk etmek zorunda kaldı.

Ama devrimin alaşağı etmekte olduğu muhafazakârlar orta sınıfa yanaşarak dalgayı durdurdu. Bu iş birliği muhafazakârlara yeni bir hayat şansı verdi. Devrime orta sınıfların arkasında katılan işçi sınıfı yarı yolda bırakılmıştı. Ama onlar da böylece orta sınıfa güvenilmeyeceklerini anladılar ve sınıf örgütlenmesi için yol açılmış oldu.

Marksizm’i şekillendiren yaşanmış ilk devrim dalgasıdır bu. Paris Komünü daha sınırlı ama sınıfsal yanı daha saf bir hareket olarak işe karışacaktır ama bunun için vakit henüz erkendir.

Devrimin karşısındaki “muhafazakârlıkta” Kilisenin ve romantizmin rolü açıktır. Romantizm, büyük ölçüde Marks’ın “Alman İdeolojisi” dediği şeydir, Kilise Aydınlanmanın mücadele ettiği şeylerin bir toplamıdır. Marx, savaştığı bu iki şeyin niteliğini çok erken bir zamanda kavramıştır.

Evet, Marksizm bir yandan sert ve tavizsiz “romantizm” eleştirisidir ama öbür yandan içinden geçilen dönemin tortuları da metinlerde görülmektedir. Örneğin yüzyılın başlarında “romantizmin” icat ettiği “Helen kimliği” Marksizm’in şekillendiği dönemde pek makbuldür. Marx da eğitimine “Yunan düşüncesi” üzerine araştırmalarıyla başlamış ve zorunlu olarak dönemin ruhuna uygun bir çizgi tutturmuştur.

Ama bütün bunların ötesinde önemli olan şey, Marksizm’i şekillendiren 1848 Devriminin Romantizme ve Kiliseye bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. “48 Devrimi” minyatür bir Aydınlanmadır.

Komünist Manifesto, 48 Devriminin düşmanlarını şöyle sıralamaktadır: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.”

Bu düşmanlara karşı, 1848’in devrimci dalgasında yeni bir sınıf şekillenmektedir ve ışığı geleceğe taşıyacak tek güç bundan böyle o sınıftır; "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir." Yeni sınıf, bu savaşı sürdürecektir ama ittifak yaptığı orta sınıfın rolü de henüz sona ermemiştir. Burjuvazi ele geçirdiği hemen her yerde bütün “romantik ilişkiler”e bir son verecek, onları dünyevi bir ilişkiye dönüştürecektir. İşte henüz sona ermemiş bir rol, Manifesto’da yer yer bir orta sınıf övgüsünü mümkün kılmıştır. Devrimcinin, henüz sürmekte olan devrimci role bir saygı duruşu sayabiliriz bunu ama artık o rol bitmiştir…

Aydınlanma karşılaştığı her yerde Kiliseye saldırmıştı çünkü onun kurduğu düzen karanlığın düzeniydi. Işık için o duvarın yıkılması gerekiyordu. Yalnız, o da esinini “dinler tarihi”nden ödünç almaktaydı. Marksizm bunun imkânsız hale geldiği bir devrimin kucağında doğdu ve şekillendi. “Hepimiz birdenbire Foyerbahçı olduk” sözünün ifade ettiği budur. Karanlıkta, doğa, aklın sığınabileceği tek sığınaktır.

Marksizm hem Aydınlanmanın bir ürünü hem de onun varması gereken mantıki sonucudur. Onu var eden “Aydınlanma” elbette yinelenemez veya yenilenemez ama Marksizm üzerine bir yeni Aydınlanma inşa edilebilir. Bu yeni bir aydınlanmadır.

Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…