Asıl tehlike: Saray müziği...

Koronavirüs, Pamukkale skandalı üzerinden Saray’ın müzik politikası ile DOB’un yönetim fırsatçılığını gözler önüne serdi. Melis Gönenç, salgın günlerindeki konser skandalını ve arkasındaki gelişmeleri yazdı.

Melis Gönenç

Genel Müdür Murat Karahan eliyle Saray müştemilatına dönüştürülmeye çalışılan laik cumhuriyet Türkiye’sinin en çağdaş kurumlarından Devlet Opera ve Balesi (DOB) çok katlı bir skandal ile yeniden gündemde.

7 Mayıs’ta Birgün gazetesinde, “Salgına rağmen zorunlu bayram konseri!” başlıklı bir haber: Antalya Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’na, 304 km. uzaktaki Pamukkale’de Zeki Müren şarkıları çaldırılacak, Genel Müdür Murat Karahan da söyleyecek. Kaydedilip, bayramın birinci günü bir TV kanalından yayınlanacak. Pandemi koşullarında böyle bir girişime temkinli yaklaşan orkestra üyelerine ise, sözleşmelerinin yenilenmemesine kadar uzanabilecek idari cezalardan dem vuran tehdit mesajları iletilmiş.

Eh, emir demiri keser!

CHP Antalya milletvekili Aydın Özer, içinden geçtiğimiz koşullarda böyle bir emri kimin verdiğini merak ediyor. Öyle ya, toplumsal yaşamımızda ciddi kısıtlamalar söz konusu. Hiçbir sahne etkinliğine izin verilmediği gibi, tekrar marifetiyle artık rüyalarımıza bile giren bir buçuk, iki metrelik zorunlu “sosyal mesafe” ve “maske takma” koşullarını hepimiz yaşam düsturu haline getirdik. İyi de, bir senfoni orkestrasının oturma düzeni ve çalma biçimi bu koşullar ihlal edilmeden gerçekleştirilemez ki. Aralarında en fazla yarım metre bulunan müzisyenler, nefesli sazları maske takarak nasıl çalacaklar? Hadi ihlal etmediniz diyelim, bu kez de, senfonik orkestraların doğal oksijen kaynağı olan akustik ortamı yok edip, onları elektronik ortamlı pop orkestralarına dönüştürme riskiniz var.

Neyse, demek ki, bırakın müzikal niteliği, sanatçıların yaşamlarını dahi tehlikeye atmayı meşru kılacak ölçüde acil bir ulusal güvenlik sorunu ile karşı karşıyayız. “Şehit sanatçı”lık da ulvi bir payedir!

Aydın Özer 11 soruluk bir önerge hazırlıyor. Böyle bir girişimin zorunluluk nedenini öğrenip kamuoyuyla paylaşmak için, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay ile Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yanıtlamasını istiyor.

Ve “Akil Adam” Kahramankaptan…

Yanıt, soru önergesinin muhatabı olan kişilerden geleceğine, jet hızıyla, yüksek sanat dünyamızın “akil adam”ı Şefik Kahramankaptan’dan geliyor. (Ş. Kahramankaptan, “Opera, 14 Mayıs’ta Pamukkale’de Çekim Yapacak mı?”, sanattanyansimalar.com, 7 Mayıs 2020). Özellikle çoksesli müzik dünyasının “akil adam”ı olma amacıyla yıllardır çırpınıp duran Kahramankaptan bu yazının konusu değil. O nedenle, kişiliği, formasyonu, siyasal tavrı, gerçek ilişkileri ve güzergâhı ile ilgili değerlendirmeleri bir kenara bırakarak, DOB Genel Müdürü Murat Karahan’ın ağzından aktardığı belli olan savunma metnine göz atalım:

Ortada resmi bir görevlendirme yokmuş. Dayatma söz konusu değilmiş. Gönüllülük esasmış. Zaten AVM’ler ve berberler de açılmakta, yani durum normalleşmekteymiş. Cumhurbaşkanlığı sürpriz konserler düzenleme taraftarıymış. Bunların ilki 23 Nisan’da “7 Tepenin Şehrinden 7 Kıtaya” başlıklı video imiş. “O gün saat 19:00’da başta TRT kanalları olmak üzere pek çok kanalda eş zamanlı olarak yayınlanmış ve YouTube kanalına da yüklenerek bütün dünyanın izlemesine açılmış.” Ramazan Bayramı için de benzer bir sürpriz düşünülmüş. Bu işe talip olan da DOB Genel Müdürü Karahan imiş. Elbette ki, bütün bu süreç Saray’ın fıtratında olan demokratik “fikir teatisi” çerçevesinde yürütülmüş. Orkestra üyelerinin sağlıklı koşullarda çalabilmeleri için bütün önlemler alınmış vb.

Orkestra üyelerine yönelik tehdit mesajları mı?

Kahramankaptan bunların gerçekliğine pek pirim vermekten yana değil. “Kulaktan kulağa telefon oyunu”na benzetiyor. Karahan’ın mütevazı kişiliği ve demokratik yönetim anlayışı ile hiç de uyumlu olmadığına inanıyor olmalı. Akil adamın kararı da gönlü de Karahan’dan yana. Belki başka nedenleri de vardır, kim bilir?

Tatmin olmuş akilimizin tek önerisi ise, Pamukkale’deki çekimin “kaydının internette İletişim Başkanlığı’nın YouTube kanalına yüklenmesi ve TV’lerde yayımlanması saatinin özenle seçilmesi.

Can-patlıcan diyalektiği

Oysa, aynı akil adam, kendi portalında, 19 Mart’ta kaleme aldığı, “Milletimizinki Can da, Sanatçınınki Patlıcan mı?” başlıklı yazısında, orkestralara seyircisiz konser verdirip, kayıtların TV’lerde yayınlanması kararına sert eleştiriler yönelttikten sonra, bu tür yayınların arşiv malzemesi ile rahatça yapılabileceğini belirtiyordu. Söz konusu yazının bir bölümü şöyle:

Bizde eksik olan şu:

Kimse bir üstündekine “Efendim, bunun şu tür sakıncası olur” demiyor, diyemiyor. Herkes kendi koltuğunu düşünüyor ve istenen mantıksız da olsa “Başüstüne” deyip sonra bunu yapabilmek için türlü-çeşitli ( Rahmetli Süleyman Beyin ruhu şad olsun, onun sözüydü) yapılmaması gerekenlere başvuruyor, yasa-yönetmelik çiğniyor, en sonunda da yaptığı ortaya çıktığında bir kılıf uydurmaya çalışıyor.

Bu olaya örnekleme getireyim, kimse yanlış anlamasın:

-Diyelim ki, Cumhurbaşkanı, bilim kurulu toplantılarına ve kendi başkanlığındaki uzun toplantıya katılan Kültür Bakanına opera, konser, tiyatro etkinlikleri düzenlenip “Canlı Yayın” yapılması talimatı verdi. Kültür Bakanı'nın “Muhterem Cumhurbaşkanımız, diğer tedbirlerle çelişir, bunu biz başka türlü çözeriz” demesi gerekmez miydi?

-Diyelim ki Kültür Bakanı bunu bizzat kendisi istedi ve Bakan Yardımcısına “organize edin” talimatı verdi. Bakan Yardımcısının “Efendim, sürekli izliyorum, Sağlık Bakanlığı'nın istediği tedbirlere aykırı durum oluşturabiliriz, biz bunu başka türlü çözeriz” demesi gerekmez miydi?

- Diyelim ki, bu öneri aşağıdan yukarı gitti, Opera ve Tiyatro Genel Müdürleri ile Güzel Sanatlar Genel Müdürü, “Canlı yayın yapalım” diye önerdi, bu durumda da Bakanlığın “Yayın fikri güzel ama canlı olmaz, provaydı, konserdi, temsildi, yüzlerce sanatçıyı biraraya getirtip onları riske atamayız” demesi gerekmez miydi?(...)

TV'de herkes “İnsan hayatı herşeyden önce” deyip duruyor, sanatçı insan değil mi?”

Akil adam, yukarıdaki kurallara uymadığını düşündüğü kültür bakanını yarım ağız, pek hazzetmediği, “Güzel Sanatlar Genel Müdürü, esas mesleği tıp doktorluğu olan Tanburi-Neyzen Dr. Murat Salim Tokaç”ı ise ağız dolusu eleştiriyor. Malum, bizim ülkemizde opera orkestraları dışındakiler Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlıdır. Ama, konu DOB’a bağlı orkestralara gelince, keskin kalemi pek yumuşuyor, halden anlar hale geliyor. Akil bir yönü olmalı.

Konu Karahan olunca

9 Mayıs’ta akil adam, sanat çevrelerinden gelen tepkiler karşısında Karahan’ı koruyabilmek amacıyla, bu kez Cumhurbaşkanlığı’nın “7 Tepeden 7 Kıtaya” projesini genişletip, 20-26 Mayıs arasında, her gün bir tane olmak üzere 7 konser daha düzenleyeceği haberini veriyor: “Arabesk-pop şarkı, tasavvuf ve makamsal müzik ile türkü türlerinde.” (“7 Noktadan 7 Konser Yapılacağı Açıklandı”, sanattanyansimalar.com, 9 Mayıs 2020) Yani, okları Karahan’a yöneltmenin anlamı yok, Cumhurbaşkanlığı’nın bu projesinde, “Kubat, Fettah Can, Yusuf Güney, Ferman Akgül, Murat Karahan konserlerde yer alacak türkücü ve şarkıcılar”. Karahan bu ademler içinde yalnızca bir şarkıcı adem. Üstelik, “çekimleri Cumhurbaşkanlığı kendi kiraladığı ya da tuttuğu özel bir firmaya yaptıracaktır. Opera, sadece seçilen mahaldeki icrayı yapacaktır.” Yani, ortada akçeli bir iş de yok. Karahan genel müdür de olsa, sonuçta devlet memuru, eh, onun da amirleri var, değil mi ya?! Ayrıca, orkestra üyelerinin sağlıklı koşullarda görevlerini yapabilmeleri için aldığı önlemleri bir bilseniz, DOB Genel Müdürü’nün hassasiyeti karşısında gözyaşlarına boğulmanız işten bile değil.

Yeterli olmadı mı?

Akilimiz 11 Mayıs’ta yeni bir yazı döşeniyor. Kulağına Karahan’ın üflediği Berlin modelini haber metni haline getiriyor. (“Berlin’de Orkestraların Çalma Standardı Belirlendi”, sanattanyansimalar.com, 11 Mayıs 2020)

Özeti şu: Berlin’de 7 orkestranın yöneticileri toplanmış, bilim insanı ve kurumlarına da danışarak, “pandemi koşullarında nasıl sahne üstünde yerleşip çalabileceklerine ilişkin standart güvenlik koşulları”nı belirlemişler.

Yani, bu iş sakıncasız; bal gibi de çalınabilir. Üstelik, Almanın kapalı mekanda yaptığını biz açık alanda yapacağız.

Bir Karahan sevdası ki…

Kahramankaptan, yıllardır kanayan, senfoni orkestraları ile DOB’daki sözleşmeli sanatçı sorununu, Saray’ın yerel seçimler öncesi çözüm vaatlerine gönderme yaparak, yönettiği haber portalında ele aldığı üç önemli yazı ile oldukça doğru ve gerçekçi bir yaklaşıma oturtuyor. (“Orkestralara yeni sistem: Havuzdan seç beğen al!”, 8 Ocak 2020, “Lafla Yürümeyen Peynir Gemisi Nereye Toslayacak?”, 10 Ocak 2020, “Emir Demiri Değil, Müziği Kesiyor!”, 20 Ocak 2020) Güzel Sanatlar Genel Müdürü Murat Salim Tokaç’ı yerden yere vuruyor. Doğrusu, hiç de haksız sayılmaz. Ancak, aynı sorun kapsamında DOB’dan atılanlar söz konusu olunca nedense Karahan’ın genel müdür olduğunu bir türlü anımsayamıyor. (Ş. Kahramankaptan, “Gizli TÜSAK’a Zorunlu Gönüllü Güzelleme”, 14 Nisan 2020)

Tabii, bütün bunlar objektif haber ve değerlendirme sosuyla sunuluyor.

Akil adamımızın bir libretto fabrikatörü olduğunu, librettolarının bir kısmının DOB’da sahne gördüğünü, diğerlerinin görmeyi beklediklerini belirtelim. Tabii, bir de reklam pastası konusuna bakmalı.

Akil adamlığa soyunmuş biri için bu kadarına kusur denmez, kusurcuk denir.

Burası Türkiye; Kürt sorununa “akil adam” olarak Orhan Gencebay seçilmişti. Çoksesli müzik dünyamıza niçin Kahramankaptan seçilmesin ki?

Neyse, biz akilimizi, hepimizin alışkın olduğu bürokratik dilde top çevirmeler ve şark kurnazlıkları ile baş başa bırakıp, konunun özüne bakalım.

Saklanmaya çalışılanlar

Pamukkalegate skandalı ile ilgili üç nokta dikkatlerden kaçmıyor:

1) Meğerse bu etkinlik Zeki Müren şarkıları konseri değilmiş: “Bu bir Türk Sanat Müziği konseri olacak, Murat Karahan ve orkestra tarafından Münir Nurettin Selçuk, Hacı Arif Bey, Tatyos Ağa, Itri gibi büyük bestekârlarımızın eserleri seslendirilecek” imiş. Bir senfoni orkestrasına çaldırılacak olan Türk Sanat Müziği parçaları, “Türkiye’nin dış tanıtımına da önemli katkıda bulunacak” imiş.

2) Bu iş önce, Pamukkale’ye çok daha yakın olan İzmir Devlet Opera Balesi Orkestrası ile kotarılmak istenmiş. Onlar kabul etmeyince, bu sefer Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’na yönelinmiş. Oradan da lisan-ı münasiple “red” gelince, “daha genç olan” Antalya Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nda karar kılınmış.

3) Henüz resmi bir görevlendirme yapılmamış. İş gönüllülük esasına dayalıymış. Ancak, “mevcut genelgelere göre, Opera yönetiminin resmi görevlendirme yapma yetkisi bulunmakta” imiş.

Derin bir soluk alıp, en azından, ortada Antalya Opera Orkestrası’nı telef etmeyi gerektirecek acil bir ulusal güvenlik sorunu olmadığına seviniyoruz. Lakin, yukarıdaki üç nokta başka bir güvenlik sorununa işaret ediyor: Saray’ın, müziği de içeren kültür politikası ile Karahan’ın genel müdürlük koltuğunun güvenliği sorunu.

Koronavirüs bu iki sorunun bir kez daha görünür kılınmasına yalnızca aracı oluyor. Galiba tek olumlu yönü de bu.

Oysa, DOB’daki koronavirüs skandalı buzdağının yalnızca görünen kısmı.

Virüsümüze takılıp, cambazı gözden kaçırmayalım.

Karahan DOB’u yönetemiyor

Pamukkale olayı DOB’daki yönetim krizinin saklanamaz hale geldiğinin bir göstergesidir.

Genel Müdür Karahan’ın kişiliği, eğitimi, dünya görüşü ve DOB’un başına nasıl getirildiği, önceki bir yazıda ayrıntılı biçimde ele alınmıştı. (M. Gönenç, AKP kıskacında bir kurum: DOB, soL Haber, 25-28 Eylül 2019)

Özetle; DOB’un laik cumhuriyetin en sert kabuklu kurumlarından biri olduğu, islamcı iktidarın bu kaleyi ancak içeriden fethedebileceği, bu amaçla, önce bir dizi işbirlikçi kullandığı, zaman ve zemini uygun gördüğünde de, kendi “esas oğlan”ı Karahan’ı başa getirdiği, Saray’ın ülkeye dayattığı başkanlık rejimini DOB’da onun eliyle mutlaklaştırmaya yöneldiğinden söz edilmişti.

Oysa, Karahan, ne eğitim, ne deneyim, ne bilgi birikimi, ne de entelektüel görgü açısından DOB’u yönetebilecek “ehliyet ve liyakata” sahipti. Bakan olmayı da arzulayan şişkin egosu ile muhafazakâr değerler içinde büyümüş olması Saray için oldukça elverişli bir aparattı. DOB camiasında, nobran halleri, sınırlı bilgi ve görgüsü, aşırı PR merakı, insanları dinleme ve sorunları çözebilme yeteneğinin cılızlığı, doğal otorite aurasının olmayışı, kurumsal reflekslerinin ve kurumu koruma güdülerinin zayıflığı nedeniyle sevilmez, saygınlık kazanamazken, aynı gerekçelerle Saray’ın bendesi, boş çeki olacaktır.

Neden mi?

Yüksek sanat kurumlarını yönetmenin bir kimyası vardır. Çok kolay değildir. Ya güçlü bir doğal otoritenizin, ya sıradan olmayan bir insan bilginizin, ya da müthiş iş kotarma yeteneğinizin olması gerekir. Bunlar torpille elde edilebilecek özellikler değildir. Bu niteliklere sahip olmadan bu makamlara getirilirseniz, sizi oraya getirenlerin kapıkulu olursunuz. Bu da, kurum içinde nobranlığınızın artışından başka bir sonuç doğurmaz. Sanatçı erbabı hot zottan hoşlanmaz, hele amirini hışır görürse. Hiçbir ciddi işe imza atamayacağınız gibi, sizi oraya getirenlerin gözünde bile saygın bir konum elde edemezsiniz. İşin acı diyalektiği budur. Davulu sizin boynunuza asarlar ama tokmağı vermezler. Yukarıdan iletilen emirlerin tasdik merci olmak dışında bir işleviniz kalmaz. Karahan bu tuzağa çekilmiş zavallı bir genel müdürdür. Gönüllü bir köle.

DOB’un başı mı? İskele başı mı?

Şöyle:

1) Tarih: 19 Mart 2018. Yer: DOB Genel Müdürlüğü VIP Salonu. Genel Müdür Murat Karahan “yeni Türk eserlerinin üretimi konusunda bilgi alışverişinde bulunmak ve bir yol haritası belirlemek” üzere besteciler ile bir araya geliyor. Bazı isimleri çağırmıyor. Bunlardan biri de Hasan Uçarsu.

Tarih: 29 Ekim 2019. Yer: Saray’ın resepsiyon salonu. “AKM’nin açılışında, Cumhuriyet’e armağan olmak üzere bir Mimar Sinan Operası hazırlatıyoruz. Besteyi Mimar Sinan Üniversitesi hocalarından Hasan Uçarsu yapacak.” (Tayyip Erdoğan)

Öp babanın elini! Karahan’ın DOB’a sokmadığı Hasan Uçarsu, işi Saray’dan bağlayıp, besteyi kapmış. Karahan by-pass edilmiş. Opera’nın başındakini kale alan yok!

Daha da beteri; genel müdürümüz açılış operasının “Münir” (Nurettin Selçuk) olmasını planlıyor. Sallayan yok: “Mimar Sinan” olacak. Emir amirden!

Neyse, başrolde olması koşuluyla ona da eyvallah. Ha, “Dönülmez akşamın ufkundayız”, ha Süleymaniye Camisi’nde mevlitte. Yeter ki, ağlasın, ağlatsın, alkış alsın.

2) Tarih: 19 Haziran 2018. Yer: Yeni Şafak

Bakanımızın talimatıyla bir Troya eseri oluşturduk.”(M. Karahan)

Tabii, bu da bir yönetim anlayışı; ama yüksek sanat kurumlarında olmaz. Taze genel müdür yukarının emirlerini aşağıya aktaran iletken işleviyle yetinmenin, etkili bir şark poliçesi olduğunu düşünüyor. Öyle ya, hem “bizim oğlan” güvencesi edinir, hem de başarısızlık söz konusu olunca, kendini sorumlu hissetmez. Bir taşla iki kuş. Belki de müstakbel bakanlık koltuğu…

Nitekim, Troya, opera tarihimize “TROYA FACİASI” adıyla geçmeye hak kazanınca, faturayı Romen besteci Bujor Hoinic ve librettist oğluna kesiyor. Garibanların sırtlarını dayayacakları kimseleri de kalmadı; Doğramacı öleli epey oldu.

Saray’ın, “Yerli-Milli-Ecdat” talimatına uygun “Türk operası markası oluşturup dünya opera ligine gireceğiz.”(M. Karahan, Yeni Şafak, 19 Haziran 2018) iddiasına Bujor keferesi hafiften limon sıkınca, genel müdürü alır bir endişe: Saray’ın bekleyecek zamanı yok. Çember daralıyor, sabırlar tükeniyor. Büyük şehirler gitti. Derhal parlak bir başarı, en acilinden… TROYA’nın yalnızca bir yol kazası olarak unutulmasını sağlaması gerek.

Deus ex machina

Tam bu sırada bir ferman:

“Riyaset-i cumhur makamı 2019’u Göbeklitepe senesi ilan buyurduğundan, Göbeklitepe nam bir temaşa tertiplene, kefere usulüyle gösterile!”

Genel müdür gökyüzüne bakıp, Yaradan’a, kendisine bu olanağı bahşettiği için duacı olur. Bu seferki balık gerçekten büyüktür.

Ezber bozma müdavimi Karahan, daha öncekilerin üzerine, bu kez dünya ölçeğinde ezber bozmayı deneyecektir. Bu operadan yola çıkarak dünya tarihini değiştirecek, “tarihin sıfır noktası” olarak tanımladığı Göbeklitepe’yi sahneleterek dünya tarihini yeniden yazdıracaktır. Genel müdürün dünya ve uygarlıklar tarihine yönelik derin heyecan ve kültürü bilindiğinden iş çok kolaylaşır. Zaten orası da bir mabed. Tamam, cami değil ama, yine de ibadet, inanç… Yani, Göbeklitepe insanı da düzgün, ahlaklı filan. Bize uyar. Aşk da var.

Bu arada, Karahan bilgisini konuşturur ve opera tarihinin az bilinen sırlarından birini ifşa eder:

Klasik operalara baktığımız zaman, Otello’da da aşk ve kıskançlık vardır, Aida’da da aşk ve kıskançlık vardır. Tosca’da da, verismonun en güzel örneklerinden biri, orada da aşk ve kıskançlık vardır.” (Gece Gündüz, NTV, 19 Şubat 2020)

Böylece, Göbeklitepe Operası’nın konusu da, “yine bir aşk üçgeni ya da kıskançlık” olacaktır.

Vira Bismillah!

Fakat bu defa temkinli davranmalı; işi şansa bırakmamalı. Yerli besteci, yerli librettist. Geçen seferki rejisör Recep Ayyılmaz hafif tertip avangarttı. Adamın hafsalası geniş; İstanbul’da Don Kişot’tan Ümit Besen çıkarıp şaftı iyice kaydırmıştı. Daha sağlamcı birini seçmeli. Konu MÖ 10000’ler falan da olunca, ergen genel müdür, “yaş itibarıyla o dönemlere en yakın olan Gürçil Çeliktaş, üstelik klasik ekolden, delidolu işlere girmez. Yumuşak başlı adam, hocamız da oldu, nazımız geçer” diye düşünmüş olmalı. Doğru ya; üç çeyrek yüzyılı devirmiş olan Çeliktaş görmüş geçirmiş adam. Maceraya atılıp sahneden boynu eğik inmek istemez. Eski öğrencisine sözünü geçireceği inancı tamdır. Yazık ki, Karahan’ın TROYA travmasının boyutlarının farkında değildir; tabii, yukarının baskısının da. Genel müdüre çok ama çok acil bir başarı öyküsü gerektiğini bilmiyordur. Elbette, yukarıya da. Bestecimiz ise zaten New Age’den. Çinli aşçı misali; “ille de tarifte olan malzemeler gerek”, diye tutturmaz. Bir şeyler bulup buluşturur, elde olanlardan devşirir. İyisi mi, şimdiden zamanın çok kısa olduğunu söylemenin anlamı yok, nasılsa kervan yolda düzülür.

Sıkıştırmalar başlar. Genel müdürün oldubittileri, hakaretleri…

İlk başta hologram teknolojisi, üç boyutluluk falan kullanılacak denmişti. Libretto ona göre hazırlandı, reji de. Ama, Karahan aniden vazgeçer. Dekorlar Göbeklitepe’nin aynısının tıpkısı olarak hazırlanınca, lüzumsuz masrafa girmeye gerek kalmamışmış. Malum, paranın her zaman daha anlamlı işlerde kullanılabilme olanağı vardır.

Kervan gerçekten de yolda düzülmeye başlamıştır.

Librettist Lütfü Erol havlu atar; bırakır. Burcu Kılınç Kızıltepe üstlenir. Aslında librettonun ana omurgasını zaten o oluşturmuştur. Narasyon bölümleri Lütfü Erol’a, şiirler Hacer Buyruk’a aittir. Holograma göre tasarlanan libretto topallamaktan kurtulamaz. Karahan başı kesik horoz gibi bir oraya bir buraya saldırmaktadır: “Çabuk… Çabuk… Çabuk.” Narasyon çıkarılır, şiirler değiştirilir. Kimsenin içine sinmez. Rejisörün iki ayağı bir pabuçta. Bıraksan olmaz, kalsan dolmaz. Bu arada, genel müdür, mutat olduğu üzere, medyada gazı verir: “Cumhuriyet tarihinin en büyük prodüksiyonlarından.

Yahu, biz bu filmi bir yıl önce de görmemiş miydik?

Ve Troya bis

Tarih: 19 Şubat 2020. Yer: Ankara-Congresium

Göbeklitepe Operası’nın dünya prömiyeri. Haşefesi sökülmüş bir proje: Koro zaman kıtlığından partisini ezberleyememiş; çaktırmadan, izleyicilerin görmediği, sahnedeki ekrandan okuyor. Ya solistler? Onlar da aynı dertten mustarip; bazı aryalar mecburen çıkarılmış. DOB ile ilk kez çalışan librettist Burcu Kılınç yaşanan ciddiyetsizlik karşısında hayretler içinde. Rejisörün neler hissettiğini bilmiyoruz. Yine de tahmin etmek zor olmasa gerek. Koreograf Volkan Ersoy, genel müdür yardımcısı olduğundan zaten banko okeyci. Kostümcü Gazal Erten ise, yapılan eleştirilere, “Her şey bir sahnede, bir opera eserine hizmet ediyor temelde. Göbeklitepe belgeseli yapıyor olsaydık kullanacağımız ve yararlanacağımız faktörler çok daha farklı olurdu.” diyerek sıyırıyor. Besteci Can Atilla’ya gelince, pelerinine binmiş, Mevlana’nın aziz ruhuna çoktan hicret etmiş bile.

Bu işten kazançlı çıkan yok mu?

Elbette var: Tan Sağtürk. Biraz geçkin olmakla birlikte, medyatik dansçımız hem reklamını yapıyor, hem üste para alıyor, hem de dans okulu zincirine yeni müşteriler kazanıyor. Genel müdürün ilahi gücüne o kadar inanıyor ki, tarikat kursa, ilk müridi olacak.

Sayın bakanımız konuya daha ziyade turizm açısından bakıyor olmalı. Malum, önemli turizm şirketleri ve otellerin sahibi. Tabii, devletin de turizm gelirleri konusu var. Mevsim geldi. Bu fırış virüs defedilmeli. Olmadı KHK ile.

Acaba, Cilalı Taş devrinin giysileri ile sahnede icra-i sanat eyleyen bu taifeyi turistik amaçlarla kullanamaz mıyız? Bir zamanlar Karaköy Limanı’na yanaşan kruvaziyerlerdeki turistleri karaya ayak bastıklarında Bursa Kılıç Kalkan ekibi karşılıyordu ya. Bunlar ekstradan şarkı falan da söylüyorlar. Bu yıl işler zaten kesat. Neden olmasın ki…? Eh, genel müdür de ezber bozmaya dünden teşne.

Turistik amaçlı kullanım daha elverişli olmaz mı?

DOB da kazandı. Dünya opera teamüllerine bizden köklü bir katkı sağlayarak: Bir bakanın selama çıkması. Adamcağız ne bilsin, Karahan yağ yakacağım diye, onu da selama durdurdu. Çiçekleri falan önceden hazırlatmış, iyi, güzel de, Hacı Bekir’den birer paket lokumun eksikliği hissedilmedi değil.

Tek gerçek kaybedeni mi?

Genel Müdür Murat Karahan. Yaşanacak ve görülecek.

Dünya opera teamüllerine büyük katkı: Bakan selama duruyor.

Sonuç: “TROYA bis” tam bir felaket. Üstelik de DOB genelmüdürüsever akilimizin kaleminden. (Ş. Kahramankaptan, “Göbeklitepe’nin Göbek Bağı Nasıl Kesildi?”, sanattanyansimalar.com, 21 Şubat 2020) Gerisini siz düşünün artık.

Neyse ki, kurban olduğum Yaradan sevgili kulu Karahan’ı kayırıyor. Araya COVİD-19 giriyor da, tek temsille olay gündemden düşüyor. Bakalım, genel müdür bu defa faturayı kime kesecek. İster misin emektar rejisörün boynunu istesin?

Yerlerde sürünen “yerli-milli opera markası”, kurum içinde Karahan’ın saygınlığını daha da inceltiyor. Dolayısıyla, yönetebilmek için daha çok nobranlaşıyor ve Saray’a daha çok bende oluyor.

Karahan başkan, haklar tamam

3) Yerel seçimlerden önce Saray’ın havucu olan, sözleşmelilerin kadro ve özlük haklarının vb. düzeltilmesi sözü vardı ya. Hani, “Karahan başkan, haklar tamam” mesajıyla dolaşıma sokulan. Eski sözleşmelileri 4/B’ye geçirme işi. Kimse bir yere geçemediği gibi, DOB’dan 57 kişiye de kapı gösterildi. (Sözcü, 3 Ocak 2020) Bu rakamın daha yüksek olduğu kulislerde konuşuluyor. Genel müdür yine masanın altına saklanmış. Ne diyeceğini bilmiyor ki! Saray TV’lerinin çanak sorulu programlarında boy göstermeye benzemiyor; gıllıgışlı iş. İçişleri eski bakanı dayı İsmet Sezgin de Hakk’ın rahmetine kavuştu. CHP Mersin milletvekili Alpay Antmen ile TİP Hatay milletvekili Barış Atay konuyu meclise taşıyorlar. Verdikleri soru önergelerinde, işten atılanların sosyal medya hesapları ve paylaşımları nedeniyle Cumhurbaşkanlığınca fişlendikleri, devleti yöneten bir kurumun başka bir devlet kurumu çalışanlarını fişlemesinin demokratik anlayışa… vb. El bebek, gül bebek büyütülmüş apartman ergeni Karahan’ı hafakanlar basıyor. Yahu, bunlar da nedir? İş yukarılarda kotarılmış. Bu fakir kula da, sarı zarfları yalnızca imzalamak kalmış. Gel de anlat!

Oğlan daha genç, Allah muhafaza, yarın öbür gün ne olacağı belli değil ki!

İyi hoş da, provalarda perdeyi kapatacak kondüvit bulunamıyor; meğerse atılmış.

Karahan’ın yalnızca tasdik merci olduğu bir kez daha görülüyor. Kurum içinde otoritesi biraz daha aşınıyor. Sazı ve sözünün ağırlığının olmadığı görüldükçe, sanatçılar için çözüm kapısı doğrudan Saray olmaya başlıyor. Zaten orada bu işlere bakan biri var. Saray’ın da istediği bu. Kurumları ve hiyerarşilerini işlevsizleştirip, her şeyi kendine bağlamak. Belki farkında değil ama tek kaybeden yine Karahan.

Pamukkale ve paratoner

4) Karahan’ın hem kurum, hem de Saray nezdindeki cılız saygınlığı Pamukkale olayı ile doruğa çıkıyor. Saray, 11 ayın sultanı Ramazan şenliklerinde, senfoni orkestrasına saray müziği çaldırmak istiyor. İster mi, ister; milli iradenin tecellisi ile sandıktan çıkmış. Zeki Müren’den de gönül tellerini titreten birkaç nağme! Bol gülsulu bir güllaç eşliğinde ne harika olur!

Turizm cenneti ülkemizin güzel Pamukkale’sinden uhrevi dünyaya yükseliş. Gavurun balonla yükseldiği yerden biz müzikle yükselelim. Tüm dünyaya izletiriz. Bir senfoni orkestrasına teksesli makam müziği çaldırarak, yaratıcılıkları kurumuş tek dişli canavarlara ilham aşılarız.

İşte, başkanlık sisteminin yararı:

Bir senfoni orkestrasına Türk Sanat Müziği çaldırılır mı?

Hadi, topla komisyonları, düzenle çalıştayları, danışma heyetleri… vb. Her kafadan bir ses. Biri senfoni ile olmaz diyecek, öbürü Atatürk’ün müzik devrimi falan. Oysa, zamandan, maliyetten ve kaliteden kazanmak için tek kişilik kararlar daha efektif. Zaten Saray’da iki önemli müzik insanı var: Orhan Gencebay, İbrahim Kalın. Daha ne olsun?!

Geriye ufak bir sorun kalıyor: Pandemi koşullarında böyle bir iş için resmi görevlendirme yapmanın, Allah korusun, cezai sorumluluğu olabilir. Dünyanın bin türlü hali var.

Eh, bizim oğlanı boşuna mı genel müdür yaptık. Talimatı sözlü verelim. Kalanı onun bileceği iş.! Oğlan zaten iki yıldır başarı dilencisi, Göbeklitepe’de de sıvadı, kalayı da seviyor; açar telefonu gereğini yapar. Olmadı, resmi görevlendirmeyi. Paratoner biz olacak değiliz ya!

Genel müdürü alır bir korku: Koskoca Saray’ın, bakanın imzalamadığını ben imzalarsam, sakata gelir miyim? En iyisi sözlü höykürme!

Önce İzmir’i arar. Kendine bağlı opera orkestrasına görevi tebliğ eder. Yanıt: Red. Taşra orkestrası koca genel müdüre takoz koyar. Neyse, saygınlık ve ağırlığı Antalya’da çok daha fazla. Aspendos’un iki bin yıllık taşlarında yankılanan o güzel sesinin hatırı unutulur mu? Üstelik, Antalya Devlet Senfoni’nin şefi, Oğuzhan Kavruk. Hani şu Zeki MÜREN çalmak için kurulmuş sarayperest LİMAK Holding’in filarmoni orkestrası var ya, Rengim Gökmen’den arta kalan zamanlarda onu yöneten şef. Şeyhi Gökmen’in el verdiği, Antalya’ya atanan şakirt.

Keşke İzmir’i aramayıp, karizmayı çizdirmeseydi. Meret yakın diye! Antalya 300 km…

Aa! Şef zaten teklifsiz de, kırtıpiyoz taşra orkestrası “yazılı emir” istemez mi?! Yahu, orası bana bağlı değil ki. Bu Oğuzhan da naylon mudur nedir, ipleyen yok. Tamam da, bizim hiç itibarımız yok mu?! Çaycı mıyız, genel müdür mü?

Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!

En iyisi, şu bizim gençlerden kurulu Antalya Opera Orkestrası. Şakirti onun başına geçiririz, çocuklar da bu işsizlikte ekmek teknelerini riske edecek değiller ya! Hazır 4/B sopası da varken… Zaten korona gençlere musallat olmuyormuş. Şu CHP’li sümsüğe de Kahramankaptan üzerinden cevabı dayarım. Libretto falan diye gönlünü eyleriz. Adam akil, dilimizden anlar!

Bu arada, Saray’a da çok borçlandık; Muzıka-yı Hümâyûn Fasıl Heyeti’ni Pamukkale’de teşkil ettiğimizi gösterdik mi, curnatada kaynarız.

Kağıttan kaplan

Bu olay Karahan’ın genel müdürlüğünün sonudur. Yalnızca kağıttaki genel müdür; kağıttan kaplan. Bunu, 10 Şubat 2019’da anlamış olmalıydı. Saray daha nasıl anlatsın ki?

AKM temel atma töreni yapılıyor. DOB genel müdürü, protokolda Orhan Gencebay ve Sibel Can’ın epey arkalarında bir yere oturtuluyor. Kâbusun pik noktasına henüz ulaşılmadı. O an geliyor, Saray için hazırlanan platformda, temel atma butonuna basmak için Sibel Can, Orhan Gencebay, Yavuz Bingöl… Saray ve Sibel butona basıyorlar. Burası Türkiye’nin tek gerçek opera binası olacak. DOB genel müdürünü aklına bile getiren yok. Ev sahibi İDOB müdürü ise, alana dahi sokulmamış. Ömründe bir gün opera görmemiş arabesk sanatçısına opera binası temeli attırılıyor. Düğmeye basmaktan vazgeçtik, bari o karedeki fotoğrafta yer alsaydı. Koskoca kurumu temsil ediyor. Bunlar onu rahatsız etmiyor mu? Ne kadar çok “emriniz olur” derse, bakanlık koltuğuna o kadar yaklaştığını düşünüyor. Ah zavallı Karahan! Yönetimin temel ilkelerini hiç bilmiyor: Kendi kurumunun saygınlığını koruyamayan ile kendi kurumuna söz geçiremeyen, zaman içinde idarenin kamburu olur.

Herkes var, DOB Genel Müdürü Karahan yok.

Neredeyse, acımaya başlayacağız. Acı sabahlara uyanacak.

En iyisi onu bakan yapıp, DOB’u kurtarmak!

Fantezi bu ya, Nasrettin Hoca’ya, “Hoca, şu genel müdürün hali nicedir? Ne dersin?” diye sorabilseydik…

“Bir gün bana,“Karın çok geziyor” demişlerdi. “Sanmam, çok gezseydi, bize de uğrardı” demiştim” mi derdi?

Laik cumhuriyetin müziği

Pamukkale skandalının dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli yönü, şüphesiz ki, neo-liberal dönemin koltukladığı islamcı kadronun laik cumhuriyetin müzik yaklaşımı ile hesaplaşmasında eli biraz daha yükseltmiş olmasıdır.

Önce, laik cumhuriyetin müzik yaklaşımı nedir? Çok kısaca:

1) Osmanlı’dan devralınan kültür, tıpkı kurumlar gibi, büyük ölçüde geri ve yozdur. Saray Müziği, Divan Müziği, Fasıl Müziği, Türk Sanat Müziği ya da Klasik Türk Müziği olarak adlandırılan makam müziği bu niteliktedir.

2) “Gerilik” çoksesliliğe evrilememiş olmakla açıklanırken, bunun temel nedeni, bu müziğin ait olduğu siyasal coğrafya ve kültürün bir bütün olarak geri kalmış olmasıdır.

3) Çağdaş bir Türkiye’nin ulusal kültürünün müzik ayağı ancak çoksesli olabilir. Burada izlenmesi gereken model, Rus ve Doğu Avrupa merkezli, ulusal folkloru çoksesliliğin ana kaynağı kabul eden yaklaşımdır.

4) Türk Sanat Müziği olarak tanımlanan tür, ulusal folklorun bir bileşeni değildir. Dolayısıyla, çoksesli müziğe kaynaklık edemez. Ana kaynak Halk Müziği’dir.

Bu yaklaşım son derece tutarlı ve doğrudur, çünkü tarihsel gerçekliğe yaslıdır. Bu gerçekliğin hayli önemli bir boyutu, 1917 Ekim Devrimi’nin, laik cumhuriyet üzerindeki etkisidir. Nitekim, ülkede, her düzeydeki resmi müzik eğitimi bu yaklaşıma oturtulacaktır.

XX. yüzyıl, Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği sosyalist dünya ile kapitalist dünyanın yalnızca fiziki değil, çok sert ideolojik ve kültürel savaşımına da sahne olmuştur. İşte bu çerçevede, Türkiye’de de, bu savaşımın evrelerine göre müzik tartışmaları ve uygulamalar gündem maddesi olacaktır.

Yine çok özetle: Türkiye sağı her zaman Osmanlı’yı “ecdat” kabul etmiş; kültürünü rehabilite etme çabasını sürdürmüştür. Müzik alanında bu çaba makam müziğinin rehabilitasyonu olarak gündeme gelecektir. Siyasal dengelere göre inişli çıkışlı bir grafik gösteren bu durum, bu müziğin yalnızca bir müzik türü değil, güçlü bir siyasal simge de olduğunun en anlamlı göstergesidir.

İki örnek:

Tarih: 26 Kasım 1971. Yer: Ankara

12 Mart’ta sola karşı düzenlenen askeri müdahale, iktidara doğrudan el koymak yerine, yakın markajına aldığı kapıkulu hükümetleri marifetiyle ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Bir Kültür Bakanlığı kurulmasına karar verilir. Kültür dünyasının Kemal Derviş’i olan Talat Halman’ı ABD’den ithal suretiyle ilk kültür bakanı yaparlar.

Liberal Halman, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) konserlerinin yapıldığı Devlet Konser Salonu’nda Itri konseri düzenlemeye kalkınca, Suna Kan bakana açık mektup yazarak, böyle bir olayın gerçekleşmesi durumunda, devlet sanatçılığı ünvanını iade edeceğini bildirir. Çoksesli müzik dünyası hareketlenir. Suna Kan İnönü’ye gider, başbakan Erim’e yazar. Çırpınır. Çoksesli dünyayı arkasına alır. Yerinde olan bu tavır karşısında bakan geri adım attığı gibi, bu olay laik cumhuriyetçi çevrelerde yıpranmasına yol açmış ve istifasına uzanan yoldaki önemli taşlardan biri olmuştur.

Suna Kan ve Hikmet Şimşek çoksesli müziğin tarifsiz savaşçıları.

Tarih: 12 Eylül’ün hemen sonrası. Yer: Ankara

Darbenin en karanlık günleri. Kral Evren ve şurekâsı CSO konserini izlemeye gelirler. Evren’i karşılayan şef Hikmet Şimşek:

Sayın Devlet Başkanım, dün alaturka konsere gittiniz, bugün ise bize geliyorsunuz. Dengeleri çok iyi gözetiyorsunuz.”

Bu söylemden mutlu olan Evren,”Tabii, ben dengeleri gözetirim, çünkü ben tarafsızım” diye yanıtlar.

Şimşek, “Sayın Devlet Başkanım siz tarafsız olamazsınız, bizim tarafsınız… çünkü siz şimdi Atatürk Devrimlerinin koruyucu ve kollayıcısı durumundasınız” diyecektir.

Evren afallar, söyleyecek söz bulmakta zorlanır, “ne bileyim, herkes başka bir şey söylüyor” demekle yetinir. (Hüseyin Akbulut, Yaşananlar, Tanıklıklar, Düşünceler Işığında Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti, Müzik Eğitimi Yayınları, Ankara, 2013, s.84-85)

Saray’a saray müziği gerektir!

Makam müziğinin rehabilitasyonu değişik evrelerden geçer. Bu süreç yazının konusu olmadığı için, doğrudan neo-liberal yıllara gelelim. Sağın en karanlık yüzü olan örgütlü islamcılar iktidara yürütülürken, “ecdat” müziğinin rehabilitasyonu için, sanılanın aksine, önce genel anlamda laik cumhuriyetçi kesimden, ardından da, çelik çekirdek olarak gördükleri çoksesli müzik dünyasından transferler yaparlar. Uluslararası konjonktür elverişli, yönlendiricidir.

Laik cumhuriyeti yıkma girişimi ile at başı giden bu sürecin tek bir stratejik hedefi vardır: Makam müziğini, laik cumhuriyetin kültür kodeksinde en itibarlı müzik olarak tanımlanan çoksesli müzik ve kurumları nezdinde önce eşit kılmak, ardından da üst kimlik haline getirmek. Atılan adımlar, işbirlikçiler, müzikolojik libidolar, uluslararası ve yerli lobiler, paralar… paralar. Anlatacak o kadar çok şey var ki! Başka bir yazının konusu.

İlk adım, senfonik orkestralara makam müziği sazlarını sokmakla başladı. Tabii, tını zenginliği arayışı sunumuyla. Ardından, resital ya da oda müziği formatında, çoksesli müzik ile makam müziği enstrümanlarının yan yana gelerek, makam müziği seslendirmeleri… Sonrasında bazı şancıların makam müziği yapıtları, hatta arabesk söylemeleri. Makam müziği ortodokslarına saç baş yoldurmak pahasına. Ancak, bunların hepsi ya özel, ya da bireysel girişimlerdi. İslamcıların asıl hedefi, makam müziğini senfonik resmiyet dairesine lehimlemekti. Yani devlet işi. İşte, bu noktada Murat Karahan devreye alındı.

DOB Genel Müdürü yapıldı. Bu yönde hangi adımları atma talimatı aldığı, neler yaptığı daha önce kaleme alınmıştı. (M. Gönenç, “AKP Kıskacında…..”)

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir şancı, çoksesli bir müzik kurumunun genel müdürüyken, yani resmi sıfat ve temsil görevi taşırken, makam müziğini (Zeki Müren şarkıları) bir senfonik orkestra eşliğinde söyledi. Ancak, orkestra bu iş için kurulmuş olsa da, LİMAK Holding’e ait özel bir orkestra idi. Yani, işin yüzde ellisi başarılmıştı. Yüzde yüz için, devlete ait bir senfoni orkestrasıyla yapılmalıydı. Simgesel ve temsili değeri büyük olacak, açılan bu meşruiyet kapısını Osmanlı artıkları tutacaktı.

Bu arada, Saray rejimi tüm hızıyla yerleşmeye çalışıyordu. COVİD-19, koronavirüs fırsatçılığına el verdi.

İlk adımda bir deneme yapıldı: 23 Nisan bonbonu biçiminde sunularak, Saray tarafından, “7 Tepenin Şehri İstanbul’dan 7 Kıtaya” başlıklı bir video hazırlandı.

İdil Biret tuzağa düşürülüyor

Videonun tasarımı yukarıdaki planla birebir örtüşüyor:

a) Üçlü bir müzikal sunum: Makam müziği, çoksesli müzik, çoksesli müzik enstrümanı ile makam müziği enstrümanının birlikte makam müziği çalmaları. Halk müziği yok.

b) 23 Nisan laik cumhuriyetin siyasal rengini belli eden ilk önemli adımdır: Meclis ve Ankara. Kime karşı? Saray’a ve İstanbul’a.

Videonun neden İstanbul’da çekildiğini anlamak zor olmuyor. Laik cumhuriyetin tek bir simgesinin bile olmamasını da.

c) Bu videoda boy gösterenlerin hiçbiri için, “Aa! Böyle bir işte nasıl yer alır?” denemez, çoksesli müzikten gelenler için bile. Hiçbiri sürpriz değil. Biri hariç. Dolayısıyla, islamcı yönetimin o olmadan umduğu etkiyi yaratması olanaklı değil. Yıllardır peşinde oldukları en büyük balığa gözlerini çevirirler. İslamcı revizyonizmin salyaları İdil Biret üzerine akmaya başlar. Pekinel’ler, Sermet’ler, Say’lar… Hepsi elde edilmiş, ama doruktaki simge isme henüz ulaşılamamıştır. Bu defa başaracaklardır. Öyle hain, öyle sinsice ki!

Ona iki mekan tahsis ederler: Boğaziçi Köprüsü ve Esma Sultan Yalısı. Toplam 40 dakika 11 saniyelik videonun dörtte birini de; kalanını 8 kişi bölüşecektir.

İdil Biret laik cumhuriyetin müzikteki simgesidir. Bir 23 Nisan günü, cumhuriyet meclisinin kurulduğu gün, adına o meclisten çıkarılan bir kanunla henüz 7 yaşındayken yurt dışına eğitime yollanmış, kendisine bağlanan umutları hep canlı tutabilmiş, sıradışı bir yeteneğe, o meclisi yıkıp, Saray rejimini geri getirenler piyano çaldırabilmişlerdir. Üstelik, Boğaz köprüsünde; iki islamcı kliğin rant ve iktidar didişmesine sahne olup, FETÖ absesinin patlatıldığı, diğerinin de sultanlık rejimi taşlarını döşemeye başladığı gecenin simge mekanında.

Ya Esma Sultan Yalısı? Neo-liberal görgüsüzlüğün bir başka simgesi.

Tarih: 30 Eylül 1999. Yer: Esma Sultan Yalısı

Müslüm Gürses bir rakı firmasının sponsorluğunda konser verecek. Leonardo Da Vinci’nin İsa’nın son yemeğini resmeden “Son Akşam Yemeği” adlı tablosunun mizanseni yapılmış, oynuyorlar; mankenler, kilise korosu tekmili birden vesselam. Bir anda, lacileri çekmiş Müslüm Baba, “Bana Bakma Öyle” parçasıyla sahneye çıkıyor. Bitirince, “bu, sanatçının kanı” denilerek şarap, (İsa son yemekte şaraba “bu benim kanım” demiştir), “bu da eti” denilerek lahmacun ikramı yapılıyor.

O gün bugündür işbu yalı neler görmedi neler! Hepsi tamam da, 23 Nisan…

Sevgili İdil Biret, tarihin öyle anları vardır ki, aldığınız nefes bile simge değeri kazanır. Bunu, bu ülkenin müzik dünyasındaki hemen herkesten daha iyi bilecek yaşam deneyiminiz var. O dönemlerin hepsinden geçtiniz, tanık ve oyuncu olarak; II. Dünya Savaşı sonrasındaki Paris, bazıları hocanız olacak büyük isimlerin “işbirlikçi”lik suçlamalarına karşı içine düştükleri durum, iki ateş arasında kalışınız, 1961 Sovyetler Birliği parlak turneniz, sonrasında önünüze konan fatura, atonal/dizisel karanlık yıllar, Marx kapaklı uzunçalarlar, EMI faciası, neo-liberal yıkıma paye vermeyip “bel canto”ya dönüşünüz, tam bir entelektüel görgüsüzlük hali almış olan “yaratıcılık” saçmalığına karşı sağlam, pürist duruşunuz… Hepsinin siyasal arka planları var.

İslamcı karanlığın laik cumhuriyete…

Neyse, içimiz kanıyor…

İslamcıların savaş baltaları çıkıyor

Büyük balığı yakalamış olmanın sevincini, tamtamlı bir ateş dansı gecesiyle kutluyorlar. Artık yol açılmıştır. Altın vuruş için baltalar bileniyor: Devletin senfoni orkestrasından sazende heyeti, Opera’nın başından da hanende imalatı suretiyle, laik cumhuriyetin müzik sırtını yere getirecekler.

III. Selim’in sarayında Dede Efendi dinleniyordu. Bunlarınkinde Sibel Can. Ortalamayı alırsan, Zeki Müren. Oğlan zaten Zeki hastası da, koskoca Saray için hafif kaçmaz mı? Yani, ne bileyim, hani Zeki Müren’in tipi falan… Muhteşem Osmanlı kültürüne daha “ağır abi” birileri…

Bu sırada haber basına sızar. Zeki Müren uğruna senfonik şehit vermenin dayanılmaz hafifliği islamcılar için bile yamuk duracağından, derhal tekzip gelir:

Itri, Tatyos Ağa, Hacı Arif Bey, Münir Nurettin Selçuk…” belki, genel istek üzerine “birkaç da Zeki Müren”. Hepsi bu!

14 Mayıs’ta, Pamukkale’de, icrâ-yi îcâbî hükmolunur.

Bari, hazır eliniz değmişken, “Bugün ayın on dördü, kız saçını kim ördü”yü de aradan çıkarıverseydiniz! Gamlı baykuş makamlar falan, hani genç nesil, dindar-kindar da olsa, hareketli şeyleri seviyor da!

Dedik ya, kapı açılınca, hamdolsun virüs kardeşimizin de iânetiyle işi büyütürler: 20-26 Mayıs arasında 7 gece,7 konser.

Neler neler, maydonozlu köfteler!

21 Mayıs’ta, yine bir “dünyaca ünlü”müz, arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu’ndan, Afrodisias Antik Tiyatrosu’nda, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Hacı Fehim Efendi’nin falan şiirleri üzerine Tasavvuf Musikisi Konseri. Yakışmaz mı ya, sûfiyâna! Arş-ı â’lâ’nın 7. katına bilet garantili.

Halk Müziği mi dediniz? Onu da, yaşayan en özgün ve önemli halk müzikçimiz Kubat şenlendirecek.

Ecdadın başkenti İstanbul ve Neo-AKM 

İslamcılar İstanbul’a yığınak yapıyorlar. Bunlardan biri de neo-AKM.

31 Mart 2019 yerel seçimleri yapılacak; façayı bozdurma olasılığı yüksek; anketler bayağı kırık geliyor. Laik cumhuriyetçilere zarf atmalı.

Kem gözlere şiş, Fazıl’a sipariş! (Ocak 2019)

Yetmez, üzerine bir de opera binası veriyoruz. (Şubat 2019, temel atma töreni)

Yetmez, hadi bir de, çoksesli müzik kurumları ve tiyatrodaki sanatçı ve diğer personelin kadro, özlük hakları düzeltme vaadi. (Mart 2019)

Seçimlerde islamcılar iki seksen…

Neyse, bunlar yereldi. Biz genele bakalım; yatırıma devam:

Pekinel’ler Saray’dalar.(Eylül 2019)

Ve açılış operası siparişi (Ekim 2019):

Opera binasının temelini attık da, açılış için opera siparişi vermeden inandırıcı olmuyor. Zaten Sibel’e açtırdık; dedikodular başladı: Opera arabesk konserle mi açılacak?! Hemen birine sipariş vermeli de kime?

Bizim oğlana soruyoruz, “Münir” diye tutturuyor. İyi de, Münir’in oğlunun bu çevrelerde artık kotası düşük. Hani, “İki Mustafa” formülünü ortaya atmıştı ya, Muhammet Mustafa ve Mustafa Kemal, piyasa onu çoktan satın aldı. 1 Mayıs marşları falan milattan öncesinde kaldı. Bundan iş çıkmaz. Şöyle, ismi yıpranmamış birini bulmalı. Sol mol, Atatürk filan diyen. Yanına bizden birini katarız, bizimki yazar, o da besteler.

Muzıka-yı Hümâyûn Hassa şefi Rengim Gökmen’e sorulur.

2018-2019 sezonunun Saray’da yapılan açılış konserinde “Troya’dan Çanakkale’ye” bestesi çalınan Hasan Uçarsu muvafıktır.

Tamam onu biliyoruz, zaten siparişi biz vermiştik. Ne kadar ulvi bir besteydi. Koronun nağmeleri:

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te’sis-i İlâhi o metin istihkâm.”

Ah, aruz vezninin ahengi! Ya Erdem Şimşek’in yanık bağlaması, Segovia şelpesi!

Fevka’l beşer! Fevka’l beşer!

Ama, karşı taraf ne der?

Seçimleri kaybettik. Daha damardan birini bulmalı. Bu histerik laikçiler bunu beğenmezler.

Hassa şefi gönülleri ferahlatır: “Ben ona 2018 yazında, Uğur Mumcu ile ilgili bir beste işi ayarlamıştım. Halletti. 3 Mayıs 2019’da çaldık. Millet bayıldı. Endişeye mahal yok. İmaj berkemal. Ayrıca, “Troya’dan Çanakkale’ye” de makam müziği enstrümanları yok, bağlama kullandı. Yani, o cenaha uyar. Aruz, Mehmet Akif falan arada kaynadı zaten. Akıllı çocuktur. İşini bilir. Şerbeti usulünce verir.

Tamam da, hiç opera bestelememiş ki. Tufaya gelmeyelim!

Aman n’olucak canım! Adam zaten atonalci; her şey serbest. Opera deyince öyle saatlerce sürecek Puccini, Verdi falan değil; bize özgü bir şeyler, bir saatlik, tek perdelik falan butik bir şeyler işte… Ulvi, uhrevi, birkaç ilahi… Koydun mu yanına bir de kabak kemani…

Bu iş de çözülür.

Hasıl-ı kelâm, sipariş tamam.

Devam ya hacı, devam.

Hassa mimarı Koca Sinan 

Konu mu?

Elbette Mimar Sinan.

- “Bir opera için Mimar Sinan üzerine odaklanma fikri nasıl ortaya çıktı?

- Bu konu gündeme geldiğinde kendi değerlerimizi öne çıkaran ve evrensel olarak dünyaya da hitap eden bir tema üzerinden gitmek istedik. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Evliya Çelebi gibi tarihi şahsiyetler üzerine bir şey yapma ya da İstanbul'un kendi hikayesi üzerinden bir opera hazırlatma düşüncesi gündeme geldi. Bir beyin fırtınası yapıldı ve açık ara Mimar Sinan üzerine bir opera yapılması fikri üzerinde uzlaşıldı.”(Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Fecir Alptekin, sabah.com.tr, 10.11.2019)

Fatih, Kanuni, Evliya paçayı kurtarıyorlar. Ama Mustafa Kemal’in o derece şansı yok:

“- AKM'ye özel bir önem atfediliyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bir opera siparişi vermesini de bunun göstergesi olarak görmek mümkün mü?

- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın böyle bir opera eseri siparişini takdir etmesi onun İstanbul'a ve Atatürk Kültür Merkezi'ne atfettiği önemi vurguluyor. Hem bizde hem de dünyada nadir görülen bir olay bu. Bizde Atatürk'ün Özsoy Operası'nı sipariş etmesinden sonra ilk defa bir cumhurbaşkanı bir opera siparişi veriyor.” (F. Alptekin)

Hasan Uçarsu’nun Saray’ın gönlünü fethettiği anlaşılıyor:

“Şu anda yaşayan müzik kompozitörleri arasından, yaptığımız detaylı çalışmalar sonrası Hasan Uçarsu ismi öne çıktı. Uçarsu, çok çok önemli bir besteci. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 2018-2019 sezonu açılışı Hasan Uçarsu’nun ‘Troya’dan Çanakkale’ye’ adlı eseriyle yapılmıştı.” (F. Alptekin)

Hasan Uçarsu siparişi alınca gerçekten de nirvanaya eriyor:

Mustafa Kemal’in 1934’te Saygun’a, “böyle bir opera fikrinin direktifini verdiği”ne işaret edip, kendisinin de Saygun’un öğrencisi olduğunu, hocasının hayatının son 6 yılında yanında olduğunu belirterek ekliyor:

Sanki hocamın eli, nefesi, o dönem 1930’ların genç Türkiye Cumhuriyeti’nin enerjisi de benimle birlikteymiş gibi… Biraz da belki kendimi motive ediyorum ama hislerim böyle." (AA, 7.11.2019)

Haksız sayılmaz; ufak tefek farklarla aynı ortam, benzer siyasal ve düşünsel yaklaşımlar!

Ayrıca, Saygun’un, Halit Refiğ’in Sinan üzerine yapacağı bir belgeselin müziğini hazırlayacağını, çekilememesi nedeniyle besteleyemediğini belirtiyor. (sabah.com.tr, 10.11.2019)

Uçarsu, Tayyip Erdoğan’dan Mustafa Kemal, kendisinden de Saygun çıkarıyor. Ama, bu kadarı bile “çok çok önemli” bestecimizi kesmiyor.

“Sayın cumhurbaşkanımızın talimatıyla yeni yapılmakta olan AKM için Mimar Sinan ile ilgili bir opera besteleme sürecinde olduğunu”, kendisinin seçilmiş olmasını “çok onur verici, çok kıvanç verici” bulduğunu ifade ettikten sonra, Mimar Sinan ile kendisi arasında çok büyük benzerlikler buluyor:

“Ben yıllarca yaptığım işi, sanat anlayışımı tarif ederken pergel örneğini kullanırdım. "Ben bir pergel gibi hissediyorum kendimi, o sivri batan ayak bu coğrafyaya saplı öbür ayağımı açıyorum kapatıyorum sağa sola dönüyorum" derdim. Meğer aynısını Mimar Sinan da söylemiş ve yazmış "Bir ayağım İstanbul'da diğer ayağım da bütün çevre coğrafyaları geziyor. Pergel gibi. İyi ne bulursam alıyor buraya getiriyorum" demiş. Tabii bunu bilmemek benim ayıbım ama benzer bir bakış açısında olmamız hoşuma gitmedi değil. Müthiş bir gönül bağım oluştu.”

Başka ilahi tesadüfler de var: 9 Nisan Sinan’ın ölüm, Uçarsu’nun da doğum günüymüş. Bu vesileyle YouTube’a bir kayıt yüklüyor. (9 Nisan 2020)

Mimar Sinan’ın “İstanbul’a özel karakterini, kimliğini, ruhunu veren insan” olduğu tespiti ardından,

“Benim görebildiğim kadarıyla onun kalıcılığında bir başka gücü onun inancı. Çok inançlı bir adam… İçinde bulunduğu devletin gücüne inanıyor… Bir yanda yine yaşadığı kültürün, insanları bir araya getiren özel özelliklerine ve nihayetinde dini ve uhrevi açıdan inancının insanları bir araya getirip, yücelten özelliklerine inanıyor. Benim gözümde onun kalıcılığının en önemli sırrı belki de bu.” (YouTube-Benim İçin Mimar Sinan-Hasan Uçarsu, 9 Nisan 2020)

Sanırım, vak’a gayet açık. Yine de insan kendine sormadan edemiyor:

Mustafa Kemal’den sonra ilk kez bir cumhurbaşkanının opera direktifi, bunun, ilk operamızı besteleyen Saygun’un öğrencisine verilmesi, Saygun’un da Sinan ile ilgili bir beste niyeti olması, 9 Nisan tesadüfü, Sinan ile Hasan arasında pergel ortaklığı, Sinan operasının neo-AKM’nin açılışını yapacağı, 2008’de kapatılan AKM’deki son konserde Uçarsu’nun bir bestesinin çalındığı… Hepsi mi tesadüf?

İrade-i külliye’nin tezahürünü müşahede etmek mecburiyetindeyiz.

Ya libretto?

Libretto işi çocuk oyuncağı. Bizim Bertan Rona en sağlam adam. Hasan’a da göz kulak olur.

Bertan Rona’yı tanımıyor musunuz?

Librettist Bertan’ı tanıtalım:

Türkçede 1930’lu ve 40’lı yıllardaki “öz Türkçe” ihaneti sırasında(…)

(…)Fransızlar her şeyi değiştirdikleri bu dönemde (1789 Fransız Devrimi’ni kastediyor), belki de bir tek şeye dokunmadılar. Dillerine ve lügatlerine, yani kamuslarına, yani sözlüklerine... Bu öyle önemlidir ki, rahmetli Cemil Meriç, “Kamus, namustur” demişti. Peki biz ne yaptık? Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında “Şu kelime Arapça kökenli, şu kelime Farsça kökenli” diyerek büyük bir kıyım başlattık. Âdeta dilimizi değiştirdik. Ve aslen o dilin taşıdığı bütün bir medeniyeti terk etmiş, tarihsiz, köksüz ve soysuz bir insan topluluğu hâline geldik. Ecnebiler; toplarla, savaş uçaklarıyla yapamadıklarını, bununla yapmayı hedeflediler. Tabii bir de İslâm akidesinin temellerine saldırarak (...)

İşte bizim dilimizin, sözlüğümüzün, alfabemizin değiştirilmesinin asıl hedefi de buydu. İmanımızdan ve tarihimizden koparak, kendimizi unutmamız. Onlar gibi olmamız. Ve maatteessüf bunda büyük oranda başarılı da oldular. Bizim artık aynanın karşısına geçip, millet olarak kendimize “Sen kimsin?” diye sormamız gerekiyor (…)

(…) Evliyanın en büyüklerinden Ebu’l-Hasen el-Harakânî Hazretleri (kaddesallahu sırrahu) ile ilgili bir menkıbe vardır: Bir derviş, şeyh hazretlerini görmek ve onun müridi olmak için günlerce yol yürüyüp onun evine varmış. Kapıyı çalmış. Kapıyı şeyhin hanımı açmış. Dervişin şeyh hazretlerini görmek için geldiğini öğrenince, şeyh hakkında çok kötü şeyler söylemiş. Ezcümle, “bu adam, işe yaramazın biridir; bunca yolu boşuna gelmişsin” demeye getirmiş. Derviş bütün bu duyduklarına üzülse de şeyh hazretlerini aramaya devam etmiş. Nihayet onu ormanda bulmuş. Ama ne görsün: Şeyh, kestiği odunları, sağında ve solunda bulunan iki aslana yüklemiş; elindeki yılanı da kamçı gibi kullanıyormuş. Hayretten ağzı açık kalan derviş daha konuşmadan, şeyh hazretleri şöyle buyurmuş: “İşte gördüğün gibi evladım: Ben o hanıma tahammül ediyorum; Allahuteala da bu odunları aslanlara yüklememe müsaade ediyor.” Evet... Şimdi bu menkıbeden ne anladık? Sabrın, insanı keramete mazhar edecek kadar önemli olduğunu, değil mi? (…)”(Bertan Rona, Genç İstikbal, 14 Mart 2017)

“(…) kısmen bendenizin müzisyen olmasına ve her vakit (Bach, Stravinski veya Itrî gibi) üst düzey müzikleri tercih etmeme de bağlı olduğunu belirtmeliyim.”  (dunyabizim.com, 8 Temmuz 2018)

Tek bir sözcükle de olsa yoruma gerek var mı?

Adnan Saygun’un öğrencisi, Uğur Mumcu aşığı Hasan Uçarsu’nun birlikte çalıştığı, librettosunu bestelediği islam mütefekkirimiz…

Şeytan dürtmüyor değil: Acaba Sibel Can ile açılsaydı daha mı hayırlı olurdu?

Boş verin, artık kapatalım bu rögar kapağını. Pisliğin burnu yok ki!

Sonuç

Laik cumhuriyetin müzik yolculuğu Cebeci’nin çamurlu yollarında başladı. O ruhu ve rüyayı öldürmenin olanağı yok. Ankara Devlet Konservatuarı ve Gazi Eğitim islamcı gericiliğin ezildiği büyük bir tarih döneminin çocuklarıdır. Çocuklar saklanırlar. Bir sabah, kara hanlıkların, sarayların yıkıldığını görüp ortaya çıkacaklar.

Hani biri demişti ya:

Sabahın bir sahibi var.”

[email protected]